Ebû Süfyân, Kureyş kabilesinin ileri gelenlerindendi. Dedesi, Peygamberimizin dedesinin dedesi oluyordu. Bu sebeple akrabalıkları vardı. Ayrıca müminlerin annesi Ümmü Habibe’nin (r.a.) babasıydı. Dolayısıyla Resûlullah’ın kayınpederiydi. Muâviye’nin (r.a.) de babasıydı. Mekke’nın Fethi’nde Müslüman olmuştu.
Ebû Süfyân, 20 yıl kadar Resûlullah’a düşmanlıkta bulundu. Düşmanlıkta o derece aşırıydı ki, bir defasında Resûlullah’ı öldürmesi için kiralık bir katil tutup Medine’ye göndermişti. Ancak Cenâb-ı Hak, sevgili Habib’ini bu suikastten korumuştu.
Ebû Süfyân, Müslümanlara işkence etmekten de zevk alırdı. Hattâ öz kızı Ümmü Habibe (r.a.), işkencelere dayanamayarak Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmıştı. Kızının Hz. Resûlullah’a (a.s.m.) eş olmasını bir türlü hazmedemiyordu. Fakat fazla da bir şey yapamıyordu.
Ebû Süfyân ticaretle meşgul olurdu. Bedir cihadı’nın çıkmasına onun ticaret kervanı sebep olmuştu. Bu cihadta azılı müşrik Ebû Cehil’in öldürülmesi üzerine ordu kumandanı olarak yerine geçti. Kureyş’in reisliğini de üstlendi. Peygamberimize ve Müslümanlara karşı ordular hazırladı. Hz. Resûlullah ve Müslümanların umre yapması için Mekke’ye girmelerine müsaade etmedi. Neticede Hudeybiye Sulhü imzalandı.
Hz. Resûlullah (a.s.m.), Hicret’in 7. yılında birçok hükümdara mektup yazarak onları İslamiyet’e davet ediyordu. Dıhye bin Halife’yi de (r.a.) Bizans İmparatoru Herakliyus’a göndermişti. İmparator mektubu okumuş, mektupta yazılanların doğruluğunu anlamış ve kabul etmişti. Ancak gerek saltanat endişesi ve gerekse başka mülahazalar, imanını açıklamasına mâni olmuştu.
O sıralarda, içlerinde Ebû Süfyân’ın da bulunduğu bir ticaret kervanı civarda bulunmaktaydı. Kral acele olarak kervanda bulunanlar içerisinden, Peygamberimize neseben en yakın olan Ebû Süfyân’ı huzuruna çağırttı. Herakliyus ile Ebû Süfyân arasında şöyle bir konuşma geçti:
“Memleketinde peygamberlik davasıyla ortaya çıkan kimdir, bana anlat.”
“Genç birisi.”
“Soyu nesebi nasıldır?”
“İçimizde onun nesebi kadar şerefli bir sülale yoktur.”
“Öyle ise bu, peygamberliğinin delilidir. Doğru birisi midir?”
“Yalan söylediği duyulmamıştır.”
“İşte, bir peygamberlik âlameti daha... Onun dinine girdikten sonra ayrılanlar oldu mu?”
“Hayır.”
“Bu da peygamberliğinin bir delilidir. Ona tabi olanlar halkın zenginleri mi, yoksa fakirleri mi?”
“Bilhassa fakirler…”
“Artıyorlar mı, eksiliyorlar mı?”
“Devamlı artıyorlar.”
“İşte, bir peygamberlik delili daha... cihadırken cepheyi terk ettiği oldu mu?”
“Hayır. cihadtan korkmaz. Bazen yener, bazen yenilir.”
“İşte, peygamberlik delillerinden biri daha... Sizi neye davet ediyor?”
“Bir olan Allah’a ibadet etmeye, putları terk etmeye ve iffetli olmaya...”
Bu sözler Herakliyus’un imanını bir kat daha takviye etmişti. Ebû Süfyân’a şöyle dedi:
“Senin bu söylediklerine bakılırsa, bu zat bir peygamberdir. Ben bu sıralarda bir peygamberin çıkacağını biliyordum, ama sizden olacağını zannetmiyordum. İnanıyorum ki, ayağımın bastığı yerler onun olacaktır. Eğer ona ulaşabileceğimi bilseydim, kendisiyle karşılaşmak için bütün güçlüklere katlanırdım. Eğer yanında olabilseydim, ayaklarına su dökerdim…”
Ebû Süfyân o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Fakat kayserin bütün sorularını doğru olarak cevaplandırmıştı. Kendisi bu hususta şöyle der:
“Vallahi onun hakkında bana sorulanlar hususunda söyleyeceğim yalanımın arkadaşlarımın orada burada anlatmalarından korkmasaydım muhakkak yalan söylerdim!”
Diğer taraftan, kendilerinin yalanladıkları, cihadtıkları birinin buralarda tasdik edilmesi onu düşündürdü. O, bununla ilgili olarak da şu itirafta bulunur:
“Dışarı çıkınca arkadaşlarıma, ‘Muhammed’in davası iyice büyümeye başladı. Baksanıza, Benî Asfarların hükümdarı bile ondan korkuyor!’ dedim. Allah kalbime İslamiyet’i sokuncaya kadar, onun davasının zafer ve başarıyla sonuçlanacağına kesin olarak inanmakta devam ettim.”[1]
Ebû Süfyân başka bir gün de şöyle bir itirafta bulunmaktan kendini alamaz:
“Müşrikliğin boş ve batıl olduğunu anladım. Ne var ki biz akılları başlarında olduğuna inandığımız bir toplulukla birlikte bulunuyorduk. Onların tutup gittikleri yolu tutuyorduk. Şerefli ve yaşlı kişiler, putlarından yardım dileyerek ayaklandıkları ve ataları yüzünden ona kızdıkları zaman onlara uyduk.”[2]
Bu hadiseden birkaç sene sonraydı... Mekkeliler, Peygamberimizin müttefiki olan Huzaalılara saldıran Benî Bekirlere destek oldular, onlardan birçoğunun öldürülmesine yardımda bulundular. Bu hareketleriyle Hudeybiye Sulhü’nü ihlal etmiş, tek taraflı olarak bozmuş oluyorlardı. Bu hadise Ebû Süfyân’dan habersiz olarak cereyan etmişti. O, sulhün bozulmasına değil, devam etmesine taraftardı. Çünkü Resûlullah’ın Mekke’yi fethetmesinden korkuyordu. Bu sebeple, Peygamberimizle görüşmek üzere Medine’ye gitti. Peygamberimizin huzuruna çıktı. Şöyle dedi:
“Yâ Muhammed, ben Hudeybiye Barışı’nda bulunamamıştım. Bu anlaşmayı yenile ve anlaşma müddetimizi uzat. Gel, aramızdaki anlaşmayı bir yazıyla yenileyelim.”
Peygamberimiz, “Biz aramızdaki ahit üzere duruyoruz. Yoksa siz bir hadise çıkarıp onu bozdunuz mu?” buyurdu.
Ebû Süfyân, Resûlullah’ın hadiseyi duymadığını zannediyordu. “Allah korusun, öyle bir şey olmamıştır. Biz ahdimizin ve barışımızın üzerinde duruyoruz. Ona ne aykırı bir davranışta bulunuruz, ne de onu değiştiririz.” dedi.
Resûlullah (a.s.m.), “Biz de o anlaşma üzerinde bulunuyoruz. Ne aykırı bir harekette bulunuruz, ne de değiştiririz.” buyurdu. Ebû Süfyân muahedeyi yenilemek hususundaki isteğini tekrarladı, fakat Peygamberimiz ona cevap vermedi.[3]
Bundan sonra Ebû Süfyân sırasıyla Hz. Ebû Bekir’e, Hz. Ömer’e, Hz. Osman’a ve Hz. Ali’ye müracaat etti. Onlardan vasıta olmaları ricasında bulundu. Fakat hepsinden de, “Ben bunu yapamam; bu, Allah ve Resûlüne ait bir iştir.” karşılığını aldı. Her birine de teker teker, “Öyle ise beni himayenize alır, bunu açıklar mısınız?” diye sordu. Hepsi de ayrı ayrı, “Benim himayemde olanlar, Resûlullah’ın himayesinde bulunanlardır.” dediler.
Ebû Süfyân daha birçok kimseye müracaat ettiyse de hepsinden birbirine yakın cevaplar aldı. Sonra da çaresizlik içerisinde Mekke’ye döndü. Olup biteni Mekkelilere anlattı. Müşrikler çok kızdılar: “Demek sen hiçbir şey yapamadan döndün ha! Demek bize hiçbir şey getirmedin. Vallahi biz senin gibi eli boş dönen bir elçi hiç görmedik! Bize ne cihadhaberi getirdin ki hazırlanalım, ne de barış haberi getirdin ki güvenlik içinde bulunalım…” Bu, müşriklerin çaresizliğinin, kendi vatanlarında da artık emniyet içinde olmayışlarının bir göstergesiydi.
Mekke’nin müşrik hâkimiyetinden, Kâbe’nin putlardan temizlenmesinin zamanı gelmişti. Peygamberimiz kısa zamanda büyük bir ordu hazırladı. Mekke’ye doğru yol aldı. Bu arada Ebû Süfyân bir yandan Müslümanlarla anlaşmanın yollarını araştırıyor, bir yandan da İslam’a teslim olmayı içinden geçiriyordu. Putların faydasızlığını artık iyice anlamıştı. “Ben kimlere arkadaş oluyorum, kimlerin yanında bulunuyorum? İslamiyet’in doğruluğu artık belli olmuştur.” diye derin derin düşünüyordu. Yine de müşrikler ondan ümitliydiler. Bir defa daha elçi olarak Resûlullah’a gitmesini istediler. Başka çıkış yolu olmadığı için, kabul etmek zorunda kaldı ve Ebû Süfyân vakit geçirmeden yola koyuldu. Yanına bir-iki kişi daha almıştı.
Ebû Süfyân, İslamiyet’e ve Müslümanlara yaptığı sayısız düşmanlıklar sebebiyle “yakalandığında öldürülecek olanlar”ın arasında bulunuyordu. Peygamberimiz, Mekke’ye yaklaştığında Ashâbına, “Göz kulak olunuz, muhakkak Ebû Süfyân’ı bulunuz!” buyurdu.
Öncü kuvvetler bir müddet sonra onu yolda yakaladılar. Öldürmek üzereyken Peygamberimizin amcası Hz. Abbas yetişti. Terkisine alarak Resûlullah’ın huzuruna getirdi. Peygamberimiz onları Müslüman olmaya davet etti. Ebû Süfyan’ın yanında bulunan iki kişi hemen Müslüman oldukları hâlde Ebû Süfyân biraz mühlet istedi. Resûlullah da kabul etti.
Ebû Süfyân o geceyi düşünerek geçirdi. Sabahleyin ezan sesiyle uyandı. Hz. Abbas’la birlikte Resûlullah’ın huzuruna çıktılar. Peygamberimiz abdest alıyordu. Sahabiler de abdest suyunu yüzlerine sürmek için yarışıyorlardı. Ebû Süfyân şaşırdı. Hz. Abbas’a döndü ve “Ey Fadl’ın babası! Ben şimdiye kadar ne kisrada, ne de Rumların hükümdarında, kardeşinin oğlu kadar büyük saltanatlısını görmedim.” demekten kendisini alamadı. Hz. Abbas ise şu cevabı verdi:
”Bu, saltanat değil, peygamberliktir. Zaten onun üzerine düşmelerinin sebebi budur. Yazıklar olsun sana! Ona iman et.” dedi.
Biraz sonra cemaatle namaz kılındı. Ebû Süfyân gördüklerinden bir hayli tesir altında kalmıştı. Namazdan sonra Hz. Abbas’a sordu:
“Ey Abbas, Muhammed onlara bir şey emretse onlar o emri hemen yerine getirirler mi?” Hz. Abbas cevap verdi:
“Evet. Vallahi onlara yemeyi içmeyi bırakmalarını da emretse bunu yaparlar!” dedi.
Biraz sonra da tekrar Resûlullah’ın huzuruna çıktılar. Peygamberimiz, “Yazıklar olsun sana ey Ebû Süfyân! Allah’tan başka ilah bulunmadığını kabul etme zamanın hâlâ gelmedi mi? Yazıklar olsun sana! Ben size dünya ve ahiret saadeti getirecek bir din getirdim. Müslüman olun da selamete erin.” buyurdu.
Ebû Süfyân’ın kalbi İslamiyet’e iyice ısınmıştı. “Babam anam sana feda olsun! Yumuşak huylulukta, şerefte, akrabalık haklarını gözetmekte senden daha üstünü yoktur. Sanırım ki Allah’tan başka ilah olmasa gerek; çünkü Allah’tan başka ilahlar olsaydı, elbette beni zararlardan korur ve bana faydası dokunurdu.” dedi. Biraz sonra da Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu. Bu durum başta Peygamberimiz olmak üzere bütün Müslümanları çok sevindirdi.
Ebû Süfyân şair birisiydi. Güzel şiir söylerdi. Bir defasında Resûlullah’ı kötüleme bahtsızlığında bulunmuştu. Şimdi hem onu hatırlıyor, hem de yıllardır Müslümanlara yaptığı düşmanlıkları düşünüyor, mahcubiyetinden başını kaldırıp Resûlullah’a bakamıyordu. Söylediği bir şiirle, geçmişte yaptığı hataların affedilmesini rica etti. Şimdiye kadar dalalet içerisinde olduğunu, ancak şimdi doğru yolu bulabildiğini itiraf etti.
Fakat İslamiyet, önceden yapılan bütün hataları affettirirdi. Peygamberimiz de kendisini affettiğini bildirdi. Ayrıca kendisine bir de imtiyaz verdi. “Karşı çıkmayıp kendisinin evine sığınanlara” dokunulmayacağını bildirdi. Ebû Süfyân (r.a.) bunu az buldu. Peygamberimiz, “Kim Kâbe’ye sığınırsa ona da eman verilmiştir.” buyurdu. Ebû Süfyân (r.a.), “Kâbe’nin ne genişliği var ki?!” dedi. Peygamberimiz, Mescid-i Haram’ı da dâhil etti. Hz. Ebû Süfyân bunu da az buldu. Bunun üzerine Peygamberimiz (a.s.m.), “Kim evine girer, kapısını kapatır oturursa, ona eman verilmiştir. Kim silahını elinden bırakırsa ona da eman verilmiştir.” buyurdu. Ebû Süfyân (r.a.), “İşte bu geniştir.” diyerek sevincini izhar etti. Bundan sonra da Peygamberimiz, Hz. Abbas’tan, Ebû Süfyân’a İslam ordusunun geçişini seyrettirmesini istedi.
Mekke’ye iyice yaklaşılmıştı. Peygamberimiz, Ebû Süfyân’ı önden göndererek Mekkelileri uyarmasını, kimlere eman verildiğini bildirmesini istedi.
Ebû Süfyân denileni yaptı. Hızla Mekke’ye girdi. Müşrikler telaş içindeydiler. Ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini bilemiyorlardı.
Ebû Süfyân’ın geldiğini görünce hemen etrafına toplandılar. Ebû Süfyân, kan dökülmesini istemiyordu. “Resûlullah (a.s.m.), sizin karşı koyamayacağınız ve dayanamayacağınız bir orduyla geliyor. Ben sizin görmediklerinizi ve hiç görmeyeceğiniz şeyleri gördüm. Sayısız erler, atlar ve silahlar gördüm. Onlara kimsenin gücü yetmez.” dedi. Sonra da kimlere eman verildiğini bildirdi. Ebû Süfyân’ın (r.a.) gayretleri sonunda Peygamberimiz (a.s.m.), Mekke’ye kan dökmeden girdi. Sadece Hz. Hâlid, karşı koydukları için birkaç kişiyi öldürmek zorunda kalmıştı.
Birkaç gün sonrasıydı… Ebû Süfyân (r.a.), Mescid-i Haram’da oturuyordu. Peygamberimizin önde yürüdüğünü, Müslümanların onu takip ettiğini görünce içinden, “Yeniden asker toplayıp şununla çarpışsam mı, ne yapsam?!” diye geçirdi. Peygamberimiz gelip baş ucuna dikildi ve omuzuna vurarak, “O zaman Allah seni yine hor ve hakir ederdi!” buyurdu. Ebû Süfyân (r.a.) başını kaldırdı. Resûlullah’ı (a.s.m.) görünce, “Şehadet ederim ki sen Resûlullah’sın. İçimden geçirdiklerim hakkında tövbe istiğfar ediyor, af diliyorum!” dedi.3
Ebû Süfyân (r.a.) bundan sonra artık İslam’ın kahraman bir mücahidi oldu. “Allah’ın ve Resûlünün arslanı” olarak isimlendirildi. Onun Müslüman olarak katıldığı ilk cihadHuneyn oldu. Bu cihadta, daha önceki hatalarını affettirmek için canla başla mücadele etti. Bir ara Müslümanların Resûlullah’ın etrafından dağıldığını gördü. Etrafında onu koruyan birkaç kişi kalmıştı. Bunlardan birisi de Ebû Süfyân’dı (r.a.). Atından inmiş, kılıcının kınını kırmış, düşmana kılıç sallıyordu. Bunun manası, “ölünceye kadar Resûlullah’ı korumak” demekti. Sonrasını kendisi şöyle anlatır:
“Allah biliyor ki, o gün ben Resûlullah’ın önünde ölmek istiyordum! O sırada Abbas, Resûlullah’ın bindiği hayvanın gemini tutuyordu. Yüzümde miğfer olduğu için Resûlullah beni tanımamıştı. ‘Kim bu?’ diye sordu. Miğferimi kaldırdım. Hz. Abbas, ‘Yâ Resûlallah, kardeşin ve amcanın oğlu Ebû Süfyân’dır. Ondan razı ol.’ dedi. Resûlullah (a.s.m.), ‘Ondan razıyım. Allah onun bütün düşmanlıklarını bağışlasın.’ buyurdu. Ben hemen gittim, üzengideki ayağını öptüm. Bana döndü, ‘Evet, kardeşimdir.’ buyurdu.”[4]
Başlangıçta dağılma alameti görüldüyse de sahabiler sonradan tekrar toparlandılar ve düşmanı bozguna uğrattılar. Böylece Huneyn cihadı da Müslümanların zaferiyle neticelendi.
Ebû Süfyân (r.a.), Peygamberimizle birlikte Tâif Seferi’ne de katıldı. Resûlullah (a.s.m.), Mugîre bin Şu’be ile kendisini barış için Tâiflilere gönderdi. Fakat onlar barışa yanaşmadılar. Bunun üzerine bir müddet cihadoldu. Bu arada Ebû Süfyân (r.a.) gözünden vuruldu. Hemen Resûlullah’a gitti ve “Yâ Resûlallah, bu gözümü Allah yolunda kaybettim!” dedi. Peygamberimiz (a.s.m.), “İstersen dua edeyim, Cenâb-ı Hak gözünü sana iade etsin. İstersen karşılığında cenneti versin.” buyurdu. Ebû Süfyân (r.a.) böyle bir fırsatı yakalamışken değerlendirmek istiyordu. “Cenneti isterim, yâ Resûlallah!” dedi.
Ebû Süfyân (r.a.), Müslüman olduktan sonra Resûlullah’ın sevgisini ve rızasını kazanmıştı. Resûlullah onun önceki yaptıklarının tamamını affetmiş, birkaç defa kendisine duada bulunmuştu.
Bir gün de Hz. Ali’yi çağırarak, Allah ve Resûlünün Ebû Süfyân’dan razı olduğunu Müslümanlara bildirmesini emretti.
Hz. Ebû Süfyân, çok olmamakla beraber zaman zaman Resûlullah’a sual sorardı. Bir defasında “İhlas nedir, yâ Resûlallah?” diye sordu. Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Rabb’im Allah’tır, dedikten sonra, emrolunduğun gibi dosdoğru olmandır.”
Ebû Süfyân (r.a.), Hicret’in 20. yılında hastalandı. Vefat edeceğini anlamıştı. Aile efradına, “Benim için ağlamayın. Çünkü ben Müslüman olduktan sonra günah işlediğimi hatırlamıyorum.” diye vasiyette bulundu. Onun cenaze namazını Hz. Ömer kıldırdı.
Allah onlardan razı olsun!
________________________________
[1]Müsned, 1: 262-263.
[2]İnsânü’l-Uyûn, 3: 7.
[3]Sîre, 4: 38-39, 42-47; İnsânü’l-Uyûn, 3: 7-23.
[4]Hz. Muhammed (a.s.m.) ve İslamiyet, 8: 419.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yaptığınız için teşekkürler