14 Şubat 2019 Perşembe

Hubeyb bin Adiyy (r.a.)


Tevhid inancının inatçı düşmanları, gözlerini kamaştıran İslam nurunu gölgele­meye güçlere yetmeyince, çeşitli hilelere başvurmaktan geri durmadılar. Bil­hassa Bedir gibi Uhud’da da elebaşlarını kaybedince iyice azdılar ve intikam hıncıyla tutuştular.

Lihyanoğullarıyla anlaşan Adal ve Kare kabilesinden bir grup, Müslüman olduklarını söyleyerek Peygamberimize müracaatta bulundular: “Yâ Re­sû­lal­lah, İslamiyet kabilemiz arasında yayılmaya başladı. Sahabilerinden birkaçını bizimle gönder de bize Kur’ân öğretsinler, İslamiyet’i anlatsınlar.”

Bu masum ve makul isteği cevapsız bırakmayan Peygamberimiz, Hz. Mersed bin Ebî Mersed (r.a.) başkanlığında, Suffe Ashâbı’ndan 10 zatı bu işle vazife­lendirdi.

İrşat heyeti, Mekke’den gelenlerle yola çıktı. Uhud cihadı’ndan dört ay son­raydı. Hic­ret’in 4. senesi Sefer ayı başlarıydı… Kafile Recî Suyu’nun başına gelin­ce, âdi bir hı­yanetle yüz yüze geldiler. Lihyanoğullarından 100 kadar gözü dön­müş nasipsiz, bu masum ve müdafaasız kimselere saldırmaya yöneldiler. Duru­mun vahametini anlayan Hz. Mersed, arkadaşlarını yakınlarındaki dağa çekti. Etraflarını saran düşman, onları sıkıştırmaya başladı. Onlar da kılıçlarını çekip kendilerini savunmaya çalıştılar. Fakat çok geçmeden yedi sahabi şehit düştü. Geriye kalan Hubeyb bin Adiyy, Zeyd bin Desinne ve Abdullah bin Târık (r.a.), müşriklerin öldürmeyeceklerine dair söz vermeleri üzerine teslim oldular.

Çapulcular, bu üç sahabiyi sıkıca bağladılar. Mekke’nin yolunu tuttular. Esir olarak götürüp satacaklardı. Direnip gitmek istemeyen Hz. Abdullah bin Târık karşı koydu. Elini çözerek kılıcına sarıldı. Fakat müşrikler fırsat vermediler, bu yüce insanı taşlayarak şehit ettiler.

Ellerinde kalan Hz. Hubeyb ile Hz. Zeyd’i Mekke’ye götürdüler. Hz. Hubeyb, Hicret’ten önce Müslüman olmuştu, Ensar’ın ileri gelenlerindendi. Bedir cihadı’nda üstün kah­ramanlık göstermiş, müşriklerin büyüklerinden Hâris bin Âmir’i öldürmüştü. Uhud’da da büyük fedakârlıklar sergilemişti.

Lihyanoğulları, Hz. Hubeyb’i Hâris bin Âmir’in çocuklarına 100 deve karşılı­ğında sattılar. Hâris’in üvey kardeşi Huceyr de, Hz. Hubeyb’i, cariyesi Mâviye’nin evine hapsetti. Gayeleri, bir müddet işkence yapıp eziyet çektirdikten sonra öldürmekti.

Dünyayı kucaklayacak güçlü bir imana sahip olan Hz. Hubeyb, İlahî takdire boyun eğerek, derin bir sabır ve tam bir tevekkül içinde Rabb’ine kavuşacağı gü­nü bekliyordu. Çünkü o, Re­sû­lul­lah tarafından yüce bir gaye için vazifelendirilmişti. Yeni Müslüman olanlara Allah’ın kelamını öğretmek, İslam’ın güzellikle­rini anlatmak için yola çıkmıştı. Bu uğurda başına gelecek her şeyi tam bir rıza ile karşılaması gerekirdi. Hayatta kalıp vazifesini yapsa da kârdaydı, bir ihane­te kurban gitse de kazançlıydı. Çünkü şehadet mertebesini kazanacaktı.

Hz. Hubeyb’i aç susuz bir şekilde yalnızlığa terk etmişlerdi. Kaçmaması için de zin­cire vurmuşlardı. Fakat Hubeyb’i, Rahim olan Rabb’i aç bırakmadı. Ev sa­hibi Mâvi­ye bir gün Hz. Hubeyb’in yattığı hücrenin kapısını aralayınca şaşkına döndü. Hu­beyb’in elinde, dünyada benzeri görülmeyen koca bir üzüm salkımı vardı. Sakin bir şekilde tane tane yiyordu. Daha sonra Müslüman olan Mâviye, bu durumu şöyle anlatıyordu:

“Ben Hubeyb’den daha hayırlı bir esir görmedim... O mevsimde değil Mek­ke’de, dünyada dahi bir üzüm tanesi bulunmazdı. Kendisi zincire vurulmuş ol­duğu hâlde, elinde bir insan başı büyüklüğünde üzüm salkımı vardı. Herhâlde bunu ona rızık olarak Allah veriyordu…”

Mâviye bir defasında gelerek, gizliden Hz. Hubeyb’e ihtiyacı olup olmadığını sordu. Hubeyb asla nefsini düşünmüyordu. İmanına bir zarar gelebileceği endi­şesini taşıyordu: “Bana tatlı su içirip, putlar adına kesilmeyen hayvanların etin­den yedirmenden ve bir de, beni öldürecekleri günü önceden haber vermenden başka senden bir şey istemiyorum.”

Mâviye anlatıyor: “Hubeyb’in öldürüleceği gün kararlaştırılmıştı. Vallahi ölüm haberini du­yunca onun yüzünde zerre kadar bir üzüntü, durumunda en küçük bir endişe görmedim. Sadece ölmeden önce vücut temizliğini yapmak üzere benden ema­net olarak bir ustura istedi. İsteğini yerine getirdim.”

Bütün Mekke halkı toplanarak Hz. Hubeyb’i öldüreceklerdi. İntikamlarını vahşi bir şekilde bu masumdan alacaklardı.

Gün aydınlanmış, sabah olmuştu. Menfur emellerine kavuşmak isteyen bir grup Ku­reyş putperesti, Hz. Hubeyb’in zincire vurulduğu eve geldiler. İntikam ateşinden alev alev olmuş gözlerini Hz. Hubeyb’in üzerine diktiler. İman çağla­yanı büyük sahabi, bir melek masumiyeti içinde bekliyordu. Gayet rahat ve sa­kindi. Üzerinde en ufak bir te­laş eserini görmek mümkün değildi. Müşrikler bağlı olduğu prangadan çözerek onu hüc­resinden çıkardılar. Mekke’ye iki fer­sah uzaklıkta bulunan Ten’im mevkiine götürüp idam etmek üzere yola çıktı­lar.

Müşrikler, avını ele geçirmiş aç canavar hâletiyle menhus bir sevinçle ilerler­ken, Hz. Hubeyb de, mazlum bir eda, fakat metin ve vakur adımlarla Allah’a ka­vuşacağı mekâna gidiyordu. Yolda Hz. Zeyd bin Desinne ile karşılaşmış, birbir­lerini teselli etmişlerdi.

Ten’im âdeta bir panayıra dönüşmüş, çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek oraya dö­külmüştü. Bu iki mazlumun öldürülüşünü seyredecek, Bedir’in ve Uhud’un acısını din­direceklerdi güya…

Derince bir çukur kazdılar. Kurumuş koca bir ağaç bedenini getirerek dikti­ler. Bu bir idam sehpasıydı. Hz. Hubeyb’i idam sehpasının yanına götürdüler. Hz. Hubeyb bir müddet durdu. Müşriklerden hiçbir talepte bulunmamıştı. Fa­kat son olarak Rabb’inin huzuruna çıkmak istiyordu, “Müsaade ederseniz, bıra­kın da iki rekât namaz kılayım.” dedi. Müsaade edildi.

Hz. Hubeyb, âdap ve erkânına dikkat ederek huşu içinde iki rekât namaz kıldı. Selam verdikten sonra müşriklere dönerek, “Vallahi eğer ölümden korktu da namazı uzattı zannına kapılmayacak olsaydınız, namazı uzatır ve çoğaltırdım!” dedi. Bu hâldeyken bile imanla bağdaşmayan korkaklık eserini kabul etmiyor­du.

Böylece, İslam tarihinde idamdan önce iki rekât namaz kılma âdetini Hz. Hu­beyb başlatmış oldu…

Müşrikler, Hz. Hubeyb’i tutup darağacına bağladılar. Yönünü ise Medine’ye çevirdiler. Belki ölümden korkar da inancından vazgeçer düşüncesiyle son ola­rak şu teklifte bulundular:

“Muhammed’in dinini terk et, sana eman verip serbest bırakalım.”

Hz. Hubeyb, hiç böyle bir teklif beklemiyordu. Bunu kabul etmek, onun için ölümlerin en kötüsüydü. Vakur bir sesle gürledi: “Hayır, vallahi dinimden dön­mem, hattâ bütün dünyayı da bana verseniz vazgeçmem!”

Alay dolu bir teklif daha yaptılar: “Doğru söyle, şimdi senin yerine Muhammed’in öldürülmesini, senin de evinde çoluk çocuğunun arasında sağ salim ya­şamanı isterdin, değil mi?”

Kalbi Peygamber sevgisiyle dolup taşan Hz. Hubeyb’in verdiği cevap, canile­ri ürküttü: “Vallahi Peygamberimin ayağına bir diken batmaktansa, canımdan olmaya razıyım!” Daha sonra şöyle devam etti:

“Allah yolunda olunca, hayatımın hiçbir ehem­miyeti yoktur. Vallahi ben imanımdan dolayı öldürülecek olduktan sonra, vu­rulup hangi yanım üzerine düşersem düşeyim, gam yemem. Çünkü bunların hepsi Allah uğrunadır. O dilerse, parça parça olan vücudumu feyze eriştirir.”

Müşrik topluluğu fedakârlığın ne olduğunu bilemiyorlardı. Ortalığı bir ölüm sessizliği kaplamıştı. Bu sözlere sadece istihza ile gülüp geçiyorlardı. Şirkin bü­tün çirkinliği suratlarına aksetmişti.

Haksız yere canına kıydıkları için Hz. Hubeyb, onlara içten gelen bir beddua etti: “Allah’ım, Kureyş müşriklerini mahvet! Topluluklarını darmadağın et! Bi­rer birer canlarını al, hiçbirisini sağ bırakma!” Bu beddua Ten’im mevkiinde yankılanınca müşriklerin kimisi kulağını tıkadı, kimisi yere kapaklandı. Daha sonra günlerce müşrikler arasında bu beddua çalkalandı durdu.

Hz. Hubeyb’in imanındaki sebatını ve kararlılığını gören müşrikler, Uhud’da babaları öldürülen eli mızraklı 40 gence hücum emrini verdiler. Dört bir yan­dan fırlatılan mızraklar Hz. Hubeyb’in vücuduna batıyordu. Bağlandığı ağaç kı­mıldayınca yüzü Kâbe’ye döndü. Hz. Hubeyb’in bu duruma sevindiği hissedil­mişti. Hâlâ dua ediyordu: “Allah’ım, eğer ben Senin katında hayırlı bir kul isem, yüzümü kıbleden başka tarafa çevirme!” diyordu. Artık kimse ondan sonra yü­zünü çeviremedi.

Ruhunu teslim edeceğini anlayan Hz. Hubeyb, son olarak Re­sû­lul­lah’a selam göndermek istedi. Fakat orada selamını ulaştıracak kimsecikler yoktu. “Allah’ım, Sen bize Resûlünün peygamberliğini tebliğ ettirdin. Bize reva gö­rüleni de sabahleyin o Resûlüne eriştir. Allah’ım, selamımı Resûlüne ulaştıra­cak kimseyi bulamadım. N’olur, selamımı Sen ulaştır!” diye niyazda bulun­du.

Peygamberimiz o sabah sahabileriyle sohbet ediyordu. Birden üzerinde va­hiy hâli belirdi, “Ve aleyhisselâm” dedi. Sahabiler, “Kimin selamını aldın, yâ Re­sû­lal­lah?” diye sorunca, Peygamberimiz, “Kardeşiniz Hubeyb’in selamını… Müşrikler onu şehit etti!” buyurdu. Selamı tebliğ eden, Cebrâil’di (a.s.).

Bütün müşrik gençleri, ellerindeki mızrakları atıp bitirdiler. En sonunda Hâris bin Âmir’in oğlu Ukbe gidip mızrağını Hz. Hubeyd’in göğsüne sapladı, mızra­ğın ucu arkasından çıktı. Hz. Hubeyb, Şehadet Kelimesi getirerek cennete uç­tu.

Müşrikler, gelen geçen görsün, her tarafa yaysın diye, Hz. Hubeyb’in cesedini darağacından indirmediler. Bu vaziyeti haber alan Peygamberimiz, Hubeyb’in cesedini indir­mek için Hz. Amr bin Umeyye’yi (r.a.) vazifelendirdi ve kendisine cenneti müjdeledi.

Cesedin yanında bekçiler vardı. Bir gece gizlice yaklaşan Hz. Amr, cesedi çözdü, indirdi, sırtına alarak uzaklaşmak istedi. Durumu fark eden bekçiler, Hz. Amr’ın peşine düştüler. Hz. Amr, Hz. Hubeyb’in cesedini yere bıraktı. Ceset ye­re düşünce, ne bekçiler gördü, ne Hz. Amr… Cenâb-ı Hak, tekrar müşriklerin eli­ne geçmemesi için, büyük şehidin cesedini gizlemişti!

Hz. Hubeyb’i “şehitlerin ulusu” olarak vasıflandıran Peygamberimiz, “O be­nim cennette komşumdur.” buyurmuştu.

Allah ondan razı olsun![1]


________________________________________
[1]Sîre, 3: 178-179; Üsdü’l-Gàbe, 2: 103-105; Tabakât, 2: 55-56; 4: 249; 8: 301-302; İstiâb, 1: 432; Buhârî, Megâzî: 30.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yaptığınız için teşekkürler