SAYFALAR

22 Haziran 2020 Pazartesi

Esmâ bint-i Ebî Bekir (r.anha)


Sahabi hanımlar içinde bazı parlak şahsiyetler vardır. Bunlar Asr-ı Saadet’te her türlü zorluk ve sıkıntıya göğüs gererek İslam’ı öğrenmeye çalışmışlar, onunla hayatlarını şekillendirmişlerdi. Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ da (r.anha) bu hanımlar arasında yer alıyordu. Hz. Ebû Bekir, kızlarından Hz. Âişe’yi Re­sû­lul­lah’a eş olabilecek bir şekilde yetiştirirken, Esmâ’nın da aynı iman hizmetinde yer alma­sı için büyük gayret göstermişti.

Hz. Esmâ’nın babasından aldığı bu iman dersi ve İslam edebi, hayatı boyunca ona kılavuz olacak, seçkin bir mevkie getirecekti.

Hz. Esmâ’nın ilk hizmeti hicret esnasında göründü. Peygamberimizle babası­na elinden gelen yardımı yapmak için çırpındı.

Peygamberimiz kendisine hicret izni verilince, müşriklerin gözleri önünden geçerek Hz. Ebû Bekir’in evine gitmiş, hicret edeceğini söylemiş ve kendisinin de yanında olacağını müjdelemişti. Hz. Esmâ da oradaydı. Babasının hicret gibi mühim bir hadisede Peygamberimizle birlikte olacağını öğrenince çok sevindi.

Hemen harekete geçti. Peygamberimizle babasına yol azığı hazırlanmasına yardımcı oldu. Biraz sonra gerekli azık hazırlandı. Fakat azık torbasını ve su ka­bını bağlamak için bir ip bulunamamıştı. Hz. Esmâ daha fazla bekleyemedi. He­men belindeki çok sevdiği kuşağı çıkardı, ortadan iki parçaya ayırdı. Bir parça­sıyla yemek kabının, diğeriyle de su kabının ağzını bağladı. Peygamberimiz (a.s.m.), Esmâ’nın bu candan alaka ve samimi davranışını seyrediyordu. Çok se­vinmişti. Bir müjde verdi: “Ey Esmâ, sana cennette iki kuşak verilecek.” buyur­du. Bu taltif, Esmâ için dünyalara bedeldi. Gayretinin mükâfatını Peygamberi­mizden duymanın sürurunu yaşıyordu. Artık bundan sonra Hz. Esmâ, “Zâtü’n-Nitâkeyn,” yani, “İki Kuşak Sahibi” diye anılacak, meşhur olacaktı.

Biraz sonra Peygamberimiz ile Hz. Ebû Bekir evden ayrılacaklardı. Ebû Be­kir (r.a.) sıkıntı zamanında gerekli olur düşüncesiyle bütün parasını yanına aldı. Babası Ebû Kuhafe henüz Müslüman olmadığından oğlunun İslam davası uğ­runda yaptığı fedakârlığı anlayamıyor, buna bir mana veremiyordu. Hz. Ebû Bekir’in bütün servetini yanına almasını, ailesini yoksulluk içerisinde bırakma­sını istemiyor, kendi kendine söyleniyordu. Hz. Esmâ, dedesinin babası aley­hindeki sözlerini duyunca çok rahatsız oldu. Ona mâni olmasından korktu. De­desini susturmak için bir şeyler yapması gerektiğini düşündü. Gitti, bir miktar ufak taş topladı. Onları babasının paraları sakladığı yere koyup üzerini bir bezle örttü, sonra da dedesinin kolundan tutup oraya getirdi. Hz. Esmâ onun elini taş­ların üzerinde dolaştırdı. “Dedeciğim, babam bize bunları bıraktı.” dedi. Dedesi­nin gözleri görmüyordu. “Eğer size bunu bırakmışsa mesele yok.” dedi. Bir daha sesini çıkarmadı.

Bu iki muhacir biraz sonra Mekke’den ayrılarak Sevr Mağarası’na doğru yola koyuldular. Biraz sonra da oraya ulaştılar. Bir müddet orada kalacaklardı.

Bu arada Re­sû­lul­lah ile Hz. Ebû Bekir’in hicretini öğrenen müşrikler çevreyi kuşatmışlar, yana yakıla onları aramaya koyulmuşlardı. Buldukları an canları­na kıyacaklardı. Hz. Ebû Bekir’in evine de gittiler. Onlara kapıyı Hz. Esmâ açtı. Birden karşısında gözü dönmüş müşrikleri gördü. Fakat hiç telaşlanmadı. Müş­rikler öfkeliydi. Sert bir şekilde, “Ey Ebû Bekir’in kızı, baban nerede?” diye sor­dular. Akılları sıra ondan öğreneceklerini zannediyorlardı. Fakat Hz. Esmâ bu uğurda her şeyi göze almıştı. Gerekirse ölecek, ama Re­sû­lul­lah ile babasının nereye gittiklerini söylemeyecekti. İmanından aldığı cesaretle, “Babamın nere­de olduğunu bilmiyorum.” dedi. Ebû Cehil de oradaydı. Onun bu cevabına çok kızdı. Suratına bir tokat attı. Tokadın şiddetinden Esmâ’nın kulağından küpesi fırladı. Hz. Esmâ, Allah ve Resûl’ü uğrunda bundan çok daha şiddetlisine de razıydı. Onların istediği şeyi yine söylemedi. Müşrikler daha fazla vakit kaybet­mek istemiyorlardı. Bir şey öğrenemeyeceklerini anlayınca oradan ayrıldılar.

Artık Hz. Esmâ korkulu dakikalar geçiriyor, gözü dönmüş müşriklerin onlara zarar vermemeleri için Cenâb-ı Hakk’a dua ediyordu. Bir ara iyice endişelendi. Gece vakti yanına azık ve su alarak Sevr Mağarası’nın yolunu tuttu. Bir hayli de haber toplamıştı. Duyduklarını hatırında tutabilmek için büyük gayret gösteri­yordu. Bu arada çapulcu güruha görünmemek için ihtiyatlı davranmayı da ih­mal etmiyordu. Bu heyecan ve telaş içerisinde Sevr Mağarası’na ulaştı. Canın­dan üstün tuttuğu Re­sû­lul­lah ile babasını sağ salim görünce sevinçten uçacak gibi oldu. Yiyecek ve içecekleri yanlarına bıraktı. Aklında tutabildiklerini de bir bir anlattı. Sonra da yine geldiği yoldan, müşriklere görünmeden Mekke’ye döndü.

Bir müddet sonra bu korkulu günler geride kaldı. Çünkü Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir, Medine’ye ulaşmıştı. Bu haber kendisine geldiğinde Hz. Esmâ çok sevindi. Bu nimetinden dolayı Cenâb-ı Hakk’a şükretti. Bir yandan da içini bir burukluk kaplamıştı. Mekke artık kendisi için bir gurbet diyarıydı. Allah’ın Resûl’ü neredeyse gerçek vatan orasıydı. Onun sohbetinden ayrı yaşamak en da­yanılmaz bir azaptı. Bir müddet sonra o da hicret etti. Uzun ve yorucu bir yolcu­luktan sonra nurlu Medine’ye vardı.

Peygamberimiz, Hz. Esmâ’nın hicret esnasında yaptığı hizmetini takdirle kar­şılamıştı. Bu fedakâr sahabiyi, “Her peygamberin bir havarisi var, benim hava­rim de Zübeyr’dir.” buyurarak methettiği Hz. Zübeyr ile evlendirdi.

Her ikisi de birbirine denkti. İkisi de İslam’a gönül vermiş, Peygamber’e talebe olmuş, ömürlerini Kur’ân hizmetine adamış bahtiyarlardı. Re­sû­lul­lah’ın tensip ettiği bu evlilik, bu beraberlik, hayat boyu mesut bir şekilde devam edecekti. Niye etmesindi ki? Hz. Zübeyr dünyadayken cennetle müjdelenmiş bir iman eriydi. Hz. Esmâ da dünyadayken “cennet kuşağı” giyebilme müjdesinin sahibi bir hanımefendiydi.

Kaderin garip bir tecellisidir ki, baba Re­sû­lul­lah’ın en sevgili arkadaşı, kız Peygam­berimizin baldızı ve en yakın sahabisinin hanımı, fakat anne İslam safı­nın dışındaydı. Müslüman olmayı kabul etmediği için, Hz. Ebû Bekir ondan ay­rılmak zorunda kalmıştı. Bu sebeple Hz. Esmâ, annesine bütün kalbiyle ısınamıyordu. Her ne kadar dünyaya gelmesine vesile olmuşsa da, iman bağı bu sev­giye engel oluyordu.

Bir gün Hz. Esmâ’nın annesi Kuteyle, zorlukla taşıyabildiği hediyelerle kızını görmeye gelmişti. Esmâ, annesini içeriye almakta ve hediyelerini kabul etmekte tereddüt gösterdi. Re­sû­lul­lah’a sormadan onu içeri almayı uygun bulmadı. “Ba­ba bir kardeşi” Âişe’ye haber göndererek, bu hususta Re­sû­lul­lah’ın fikrini sordu. Peygamberimiz şöyle diyordu:

“Esmâ’ya söyleyin, annesini içeriye alsın, getirdiği hediyeleri de kabul etsin.”

Hz. Esmâ, Peygamberimizin emrine aynen uydu. Annesini içeri aldı. Müşrik de olsa ona hürmette kusur etmedi. Bu hadise üzerine şu mealdeki âyet-i kerime nazil oldu:

“Sizinle din hususunda savaşmamış ve sizi yurtlarından çıkarmamış olanlara iyilik ve adaletle davranmanızı Allah sizi yasaklamaz; çünkü Allah, adaletle ha­reket edenleri sever.” (Mümtehine Sûresi, 8-9.)[1]

Hz. Esmâ, zaman zaman Peygamberimizin sohbetinde bulunan ve ondan fe­yiz alan sayılı sahabi kadınlardan biriydi. Sık sık sohbetinde bulunurdu. Bunda Peygamberimizin “baldızı” olmasının büyük payı vardı. Bir defasında üzerinde ince bir elbiseyle Pey­gamberimizin huzuruna girmişti. Peygamberimiz eniştesi olduğu için böyle giyinmekte bir mahzurun olmayacağını düşünmüştü. Fakat Re­sû­lul­lah (a.s.m.) onu o hâlde görünce yüzünü çevirdi, sonra da şu ikazda bu­lundu:

“Ey Esmâ, bir kadın âdet görmeye başladığı zaman [mübarek eline ve yüzüne işaret ederek] şu ve şu uzvu dışında başka yerini göstermesi caiz değildir.”[2]

Hz. Esmâ bu ikazdan sonra artık Re­sû­lul­lah’ın tavsiyesine uygun giyindi. Ha­yatının sonuna kadar tesettürün en güzel şekline riayet etti. Bir defasında oğlu­nun aldığı çok pahalı, fakat ince bir elbiseyi “Tesettüre uygun değil.” diye red­detti.

Hz. Esmâ son derece hayâ sahibiydi. Zaten hayâ duygusu kadın için en güzel ziynetti. Bir defasında uzak bir yerden hurma taşırken Peygamberimizle karşı­laşmıştı. Re­sû­lul­lah’ın yanında sahabilerden birkaç kişi daha vardı. Devesini çöktürdü. Baldızını terkisine almak istedi. Fakat Hz. Esmâ, utancından deveye binmedi. Ağır yükü başında taşımaya razı oldu…

Esmâ (r.anha), eli açık, gönlü zengin, cömert bir insandı. Bilhassa Peygamberi­mizin kendisine hitaben, “Ya Esmâ, elini bağlama; aksi hâlde Cenâb-ı Hak da senin üzerine olan ihsanını göndermez!”[3]buyurmasından sonra, cömertlikte müstesna bir mevkie yükseldi. İhtiyaçtan fazla yanında bir şey bırakmaz, hep­sini fakir fukaraya dağıtırdı. Kendisi sade bir hayat yaşardı. Çocuklarına da cö­mert olmaları tavsiyesinde bulunur, “Malınızı Allah yolunda harcayın. Sadaka verin. Bir hayrı ihmal etmekle hiçbir şeyi fazlalaştırmış olmazsınız. Sadaka ver­mekle malınızın eksileceğini zannetmeyiniz.” derdi.

Esmâ (r.anha), her insan gibi zaman zaman hasta olurdu. Fakat hiçbir zaman hâlini insanlara şikâyet etmezdi. Çünkü hastalığın Cenâb-ı Hakk’ın emriyle geldi­ğine ve günahlara keffaret olduğuna inancı sonsuzdu. Hem insan hiç hastalanmasa sıhhat nimetinin şükrünü nasıl eda edecekti? Diğer taraftan hastalıklar Cenâb-ı Hakk’a dua etmek için büyük bir vesileydi. Bu sebeple hastalıktan dolayı şikâyette bulunmak, kadere itiraz edercesine “ah, of” diye inlemek manasızdı.

İşte Hz. Esmâ bütün bunların şuurundaydı. Hastalığı sabır ve tevekkülle karşı­lardı. Bir defasında şiddetli bir baş ağrısına yakalanmıştı. Elini başının üzerine koydu ve teslimiyet içerisinde şöyle dua etti:

“Gerçi başım çok ağrıyor, fakat Allah’ın affetmesini temenni ettiğim günahlarım daha çoktur.”

Bu büyük İslam kadını, kanaatkârlığı ile de temayüz etmişti. Kısmetine razı olur, şükreder, daha fazlasını istemezdi. Kocası Hz. Zübeyr fakir bir insandı. Evlendiğinde bir atından başka hiçbir şeyi yoktu. Hz. Esmâ, ihtiyaçlarının temi­nini kolaylaştırmak için elinden gelen işleri yapmaktan geri durmazdı. Re­sû­lul­lah’ın ganimet mallarından verdiği uzak bir hurma ağacından, başının üzerinde hurma taşırdı. Ev işlerini yetiştirir, hurma çekirdeklerini öğüterek yem hâline getirir, uzak yerlerden su taşırdı. Hz. Ebû Bekir, kızının çok yorulduğunu gö­rünce ona bir hizmetçi göndermişti. Esmâ (r.anha) buna çok sevindi. “Babam hiz­metçi göndermekle beni, kölelikten hürriyetime kavuş­turmuş­casına memnun etti.” diyerek şükran hislerini ifade etti.

Hz. Esmâ azami ölçüde iktisada riayet eder, lüzumsuz yere masraflardan sakınırdı. Çünkü iktisat hem Allah’ın emriydi, hem de aile huzurunun temelini teşkil ediyordu.

Esmâ (r.anha) ile Hz. Zübeyr mesut bir aile hayatı yaşamakla birlikte, zaman zaman aralarında can sıkıntısı da olurdu. Fakat çok geçmeden bu hâl tatlıya bağlanırdı. Sanki aralarında hiçbir şey geçmemiş gibi davranırlardı. Bir gün yi­ne bir meselede anlaşamamışlar, aralarında tartışma çıkmıştı. Esmâ (r.anha) her na­sılsa babasına giderek beyinden şikâyette bulundu. Hz. Ebû Bekir, söylenilmesi gereken en güzel şeyi söyledi. Sevgili kızına şu müjdeyi verdi:

“Kızcağızım, sabret. Çünkü bir kadının iyi bir kocası bulunur, sonra vefat eder de o kadın başka biriyle evlenmezse, Allah her ikisini cennette bir araya getirir.”[4]

Esmâ (r.anha) iyi bir eş olduğu gibi, iyi bir anneydi de... Hz. Zübeyr ile olan evli­liklerinden 5’i erkek 8 çocukları dünyaya gelmişti. Bunların eğitimiyle yakından meşgul oldu. Sahabilerin büyüklerinden olan Abdullah bin Zübeyr (r.a.), Tâbiîn’den Urve bin Zübeyr gibi, Müslümanlara örnek olmuş şahsiyetler, Allah yolunda hiç çekinmeden kanlarını sebil edebilecek fedailer yetiştirdi.

Bir anne için en dayanılmaz ıstırap, şüphesiz, yavrusunun ölümünü görmekti. Hele bu yavru gençlik çağına ermişse, bu acı kat kat artardı. Hayat artık çekil­mez olurdu. Fakat bu, Allah’a ve kadere inanmayan veya imanı zayıf olan bir anne için geçerliydi. Kadere hakiki manada iman eden, Allah’tan gelen hayır ve şer her şeye teslim olan bir anne böyle miydi? Böyle olmadığının en güzel misa­lini Hz. Esmâ’nın hayatında görüyoruz. O, en sevdiği ciğerparesi Hz. Abdullah gibi, Re­sû­lul­lah’ı görmüş, sohbetinde bulunmuş bir yavruyu Allah yolunda öl­meye teşvik ediyor, onun feci bir şekilde şehit edildiği haberini alınca da bunu büyük bir sabır ve teslimiyet ile karşılıyordu. Onun bu hareketinde ve teslimiye­tinde, günümüz annelerine büyük bir ibret ve güzel bir örnek vardı. Hadise şöyle cereyan etmişti:

Hz. Abdullah, Yezîd’in vefatından sonra Müslümanların pek çoğunun kendi­sine biat etmesiyle Mekke’de halife seçilmişti. Hicaz, Yemen, Irak, Mısır ve Horasan Müslümanları kendisini bu vazifeye layık görmüşler, biat etmişlerdi. Hz. Abdullah birkaç yıl Mekke’de adaletle hüküm sürdü. Bu müddet zarfında annesinin çok büyük yardımını gördü. Fakat Emevi hükûmetini eline geçiren Abdülmelik bin Mervan, tarihe “Zalim” ismiyle geçen Haccac’ı Hicret’in 72. yı­lında Abdullah’ın üzerine gönderdi. Haccac, Ebû Kubeys Dağı’na mancınık ku­rarak Kâbe’yi taşa tuttu. Onun adalet ve merhametle telifi mümkün olmayan bu hareketi karşısında Hz. Abdullah kahramanca Kâbe’yi müdafaa etti. Fakat adamlarından birçoğu Haccac’ın vaatlerine kanarak onun safına geçtiler. Bu durum karşısında Hz. Abdullah, o sırada 99 yaşında bulunan annesinin tavsiye­lerine başvurdu. “Anneciğim, elimde çok az bir kuvvet kaldı. Artık mukavemet etmem çok güç. Düşman, istediğim kadar mal vermeyi vaat ediyor. Ne dersin?” dedi.

Hz. Esmâ, oğlunun davasında haklılığına; maksadının dünya saltanatı elde etmek olmadığına inanıyordu. Bu sebeple, ucunda ölüm de olsa, hak davasın­dan vazgeçmemesini istedi. Ona şu tarihî nasihatte bulundu:

“Ey oğlum, eğer yürüdüğün yol hak ise ve buna inanıyorsan, yolunda devam et. Çünkü arkadaşların bu yolda öldürüldü. Sen şehit düşen arkadaşlarını dü­şün. Ümey­ye­oğullarının oyuncağı olma! Eğer maksadın dünyayı kazanmaksa sen çok fena birisisin demektir! Bu takdirde hem kendini hem de seninle bera­ber olanları helakete sürüklemiş olacaksın. ‘Ben hak yoldaydım. Arkadaşlarım gevşedi, ben de gevşedim.’ diyorsan, bu, mert kimselere yakışmaz. Dünyada daha ne kadar kalacaksın?

“Ey oğlum, senin için örtülerin en güzeli ölümdür. Allah’a yemin ederim ki, şeref ve haysiyet içinde alınan bir kılıç darbesi, benim nazarımda, hakaret ve zil­let içerisinde yaşamaktan ve kırbaçlanmaktan daha iyidir! Sakın ölümden korkarak zilleti kabul etme! Ben senin hakkında sabırlı olacağımı ümit ediyo­rum.”

Hz. Abdullah da aynı kanaati taşıyordu. Fakat annesinin fikrini de almak iste­mişti. Onun bu sözleri yüreğine su serpti. Annesinin elini öptü. Hz. Esmâ da onu alnından öperek uğurladı. Sonra elini dergâh-ı İlahiyeye açtı, “Ey Allah’ım, bu necip kuluna merhamet et. Onu Mekke ve Medine köşele­rinde susuz bırakma. Annesine yaptığı iyiliklere karşılık ondan nimetini esirge­me. Allah’ım, oğlumu senin emrine teslim ettim. Senin kaderine razı oldum. Ona gelecek musibetten dolayı beni sabredenlerin ve şükre­denlerin mertebesine eriştir!” diye dua etti. Artık metanetle neticeyi beklemekten başka yapacak bir şey yok­tu.

Büyük bir cesaretle savaşan Hz. Abdullah sonunda şehit oldu. Bu haber ken­disine ulaştığında Hz. Esmâ, Re­sû­lul­lah’tan kalan bir hatırayı aramakla meşgul­dü. Haberi metanetle karşıladı. Biraz sonra aradığı hatırayı bulması, kendisine büyük bir teselli verdi.

Esmâ’nın (r.anha) sabrı bu kadarla da kalmadı. Çünkü Zalim Haccac, büyük sa­habi Hz. Abdullah’ı şehit etmekle hıncını alamamış, onu astırmıştı. Sonra da karşısına geçip o yüce şehide hakaret etmiş, başını keserek Şam’a göndermişti. Cesedini de “Annesi ricada bulunmadıkça indirmeyeceğiz.” diye yemin etmiş­lerdi. Bir anne için yavrusunun cesedini sehpada asılı görmek çok zor bir şeydi. Hz. Esmâ buna da sabretti, zalim insanlara gidip istedikleri ricayı yapmayı uy­gun bulmadı.

Bir gün oğlunun cesedinin yanından geçerken, “Bu hatip hâlâ kürsüden inme­yecek mi?” demişti. Bunu kâfi buldular ve Hz. Abdullah’ı direkten indirerek defnettiler.

Haccac, adam gönderip defalarca Hz. Esmâ’yı yanına çağırtmıştı. Fakat Hz. Esmâ tenezzül edip yanına gitmeyince kendisi onun yanına geldi. Hz. Abdul­lah’ı kastederek alaylı bir eda ile, “Allah düşmanına yaptığımı nasıl buldun?!” di­ye sordu. Hz. Esmâ, Hz. Ebû Bekir gibi bir babanın kızıydı, Hz. Zübeyr’in hanı­mıydı. Bu zalimin karşısında susamazdı. Cesaretle şu cevabı verdi:

“Sen oğlu­mun dünyasını yıktın, o ise senin ahiretini perişan etti!”

Haccac bu defa da “Bırak şu münafıkı!” demek küstahlığında bulundu. Hz. Esmâ yine susmadı, “Allah’a yemin ederim ki, o münafık değildi. Çok oruç tu­tan, geceleri çok namaz kılan, kulluk vazifelerini yerine getiren ve akrabasını ziyarette kusur etmeyen biriydi.” dedi. Haccac çok kızdı, “Defol git!” dedi. Hz. Esmâ imanından aldığı cesaretle yine kükredi: “Re­sû­lul­lah, ‘Sakîf kabilesinden bir yalancı, bir mühlik çıkacak!’ buyurmuştu. Yalancının Muhtar es-Sekafî oldu­ğunu gördük. Mühlik de senden başkası olamaz!”dedi.

Son olarak, onun rivayet ettiği bir hadisi nakledelim: “Cennet bana o kadar yaklaştı ki, cüret etseydim size onun salkımlarından bir tanesini getirirdim. Cehennem ateşi de bana o kadar yaklaştı ki, ‘Ey Rabb’im, ben de bunlar arasındayım.’ demeye başladım. Cehennemde bir kedinin tırmalayıp durduğu bir ka­dın gördüm, ‘Buna ne oluyor?’ diye sordum. ‘Bu kadın, kediyi ölünceye kadar hapsetti. Ne ona yiyecek verdi, ne de haşarat yemesi için salıverdi.’ dediler.”[5]

Oğlunun feci bir şekilde şehit edilmesinden sonra Hz. Esmâ iyice çöktü. Bu hadiseden bir sene sonra Hicret’in 73. yılında 100 yaşındayken vefat etti.

Allah ondan razı olsun!


_____________________________
[1]Tabakât, 8: 252.
[2]Ebû Dâvûd, Libas: 32.
[3]Müsned, 60: 352.
[4]Tabakât, 8: 251.
[5]İbni Mâce, İkâmetü’s-Salât: 152.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yaptığınız için teşekkürler