10 Şubat 2019 Pazar

Hüseyin (r.a.)


Hicret’in 4. yılıydı... Mübarek nesli devam ettirecek olan ikinci torun da dünyamızı teşrif buyurdu. Peygamberimiz, doğum müjdesini alır almaz sevgili kızının evine koştu. Torununu kucakladı, İsmini de “Hüseyin” koydu. Onun için de koç kurban edildi. Saçının ağırlığınca gümüş, sadaka olarak dağıtıldı. Ayrıca sünnet ettirildi.

Bundan sonra Hz. Fâtıma validemizin evi Peygamberimizin gözünde daha başka bir değer kazandı. Artık daha sık gidiyor, nur topu çocuklarını kucaklı­yor, öpüyor, seviyordu. “Hasan ve Hüseyin benim dünyada kokladığım iki reyhanımdır.” buyurarak onları kokluyordu.[1]

Peygamberimiz sevgili torunlarının herhangi bir sebeple ağlamasına razı ol­mazdı. Onların ağlatılmasını hoş karşılamazdı. Bir gün Hz. Hüseyin’i kucağına almıştı. Öptü, sevdi, sonra da kucağına oturttu. Bu esnada Hz. Hüseyin, dedesi­nin üzerine akıttı. Peygamberimiz (a.s.m.) onu Ümmü’l-Fadl’a uzattı. “Al oğlu­mu tut, üzerime akıttı!” buyur­du. Ümmü’l-Fadl (r.anha), Hüseyin’e kızdı, canını acıttı. Âlemlere rahmet olarak gönderi­len Yüce Peygamberimiz, torununun ağ­lamasına dayanamadı. Ümmü’l-Fadl’e, “Allah iyiliğini versin! Sen oğlumun ca­nını acıtmakla beni üzdün!” buyurdu. Ümmü’l-Fadl, Peygamberimizden özür di­ledi. Peygamberimiz başka bir gün de Hüseyin’in ağladığını işitti. Hz. Fâtıma’ya, “Onun ağlamasına üzüldüğümü bilmiyor musun?!” buyurdu.[2]

Re­sû­lul­lah (a.s.m.) her iki torununu da çok seviyordu. Aralarında bir ayırım gözetmiyordu. Her ikisi de bir şey istediğinde önce kim istediyse ona veriyordu. Bir gün yine torunlarını görmek, onları sevmek için gelmişti. Uyuyorlardı. O sı­rada Hz. Hasan uyandı, süt istedi. Evde bir koyun vardı, fakat sütü çok azdı. Pey­gamberimiz koyunun yanına gitti, onu sağdı. Koyun bol süt verdi. Sütü Hz. Ha­san’a vermek üzereyken Hz. Hüseyin de uyandı, süt istedi. Peygamberimiz elin­deki sütü Hasan’a (r.a.) verdi. Fâtıma validemiz, “Yâ Re­sû­lal­lah, her hâlde Hasan’ı daha çok seviyorsunuz!” diye sordu. Pey­gamberimiz, “İkisini de aynı dere­cede seviyorum; fakat Hasan önce istemişti!” buyur­du.[3]

Peygamberimizin sevgili torunları yürüyecek yaşa gelmişlerdi. Artık düşe kalka yürüyorlardı. Bu, onların sevimliliklerine sevimlilik katıyordu. Dedeleri­ni çok seviyorlar, her an onu görmek istiyorlardı. Sanki onun insanlara kurtarıcı olarak gönderildiğini, kâinatın onun hürmetine yaratıldığını hissetmişlerdi.

Yine bir gün onu arıyorlardı. Mescitte olduğunu öğrenince düşe kalka yürü­yerek mescide girdiler. Peygamberimiz o esnada Ashâbına bir şeyler anlatıyor­du. Hz. Hasan ile Hüseyin’in yanına gelirken düştüğünü görünce konuşmasını yarıda kesti ve onları kaldırdı. Sevdi, okşadı, kucağına oturttu. Sonra da şöyle buyurdu:

“Cenâb-ı Hak, ‘Mallarınız, evlatlarınız fitnedir, birer imtihan vesilesidir.’ diye ne doğru buyurmuştur! Bu iki çocuğa baktım; düşe kalka yürüyorlar. Sabrede­medim, konuşmamı kestim, kaldırıp buraya getirdim.”[4]

Peygamberimiz başka bir gün Ashâbıyla birlikte bir yere gidiyordu. Kızının evinin yakınından geçerken Hz. Hüseyin’in kapının önünde oynadığını gördü. Adımlarını hızlandırdı, yaklaştığında kollarını açtı, onu tutmak istedi. Fakat Hz. Hüseyin bir oraya bir buraya kaçıyor, aklı sıra yakalanmak istemiyordu. Peygamberimiz onun bu hareketine tebessüm ediyordu. Sonra onu yakaladı. Bir elini kafasına diğer elini çenesine koydu. Onu öptü sevdi, sonra da, “Hüse­yin bendendir, ben de Hüseyin’denim. Allah’ı seven Hüseyin’i sever. Hüseyin, torunlardan bir torundur.” buyurdu.[5]

Başka bir gün Peygamberimiz (a.s.m.) Ashâbıyla sohbet ederken Ümmü Eymen (r.anha) geldi. Heyecanlıydı, “Yâ Re­sû­lal­lah, Hasan ile Hüseyin kayboldu! Bütün aramamıza rağmen bulamadık!” dedi. Peygamberimiz, sahabilere, “Kal­kın, çocuklarımı arayın!” buyurdu. Onlardan her biri bir yöne gittiler. Peygambe­rimiz de Hz. Selmân ile gitti. Bir dağ tepesine vardıklarında Hz. Hasan ve Hüse­yin’i gördüler. Birbirlerine sarılmış vaziyette duruyorlardı. Bir yılan da hemen yanı başlarında duruyor, ağzından kıvılcımlar saçıyordu. Peygamberimiz he­men koştu. Yılan uzaklaştı, bir deliğe sağılıverdi. Peygamberimiz, sevgili torun­larının yanına gitti, onları okşadı ve “Anam babam size feda olsun! Bu size Al­lah’ın büyük bir lütfu.” buyurdu. Sonra da birini sağ omu­zu­na, birini de sol omuzuna aldı. Bunu gören Hz. Selmân, “Ne mutlu size! Bineğiniz ne güzel!” dedi. Peygamberimiz ise, “Binenler de güzel! Babası ise onlardan daha üstün.” muka­belesinde bulundu.[6]

Hz. Hasan ve Hüseyin artık iyice büyümüşlerdi. Birbirleriyle güreş tutabile­cek yaşa gelmişlerdi. Peygamberimiz onları güreştiriyor, sonra da tebessüm ediyordu. Bir gün yine güreşiyorlardı. Peygamberimiz, Hz. Hasan’ı gayrete geti­riyor, “Ha gayret Hasan! Göreyim seni, yakala Hüseyin’i!” buyuruyordu. Hz. Ali de oradaydı. “Yâ Re­sû­lal­lah, siz Hüseyin’i kayırmalı değil misiniz? Çünkü Ha­san daha büyük!” dedi. Peygamberimiz (a.s.m.), “Baksana, Cebrâil de Hüseyin’e ‘Ha gayret Hüseyin, göreyim seni!’ diyor!” buyurdu.[7]

Peygamberimiz (a.s.m.) hemen her gün torunlarını görüyordu. Bunun için bazen kendisi kızının evinin gidiyor, bazen de Hz. Fâtıma onları Peygamberi­mizin yanına getiriyordu. Çocuklarının ondan fazla feyizlenmesini istiyordu.

Bir gün Peygamberimiz hanımı Ümmü Seleme’nin (r.a.) yanında iken Hz. Fâtıma çocuklarının ellerinden tutup dedesinin yanına getirdi. Hz. Ali de oraday­dı. Hep birlikte yemek yediler. Bu sırada, “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden kiri, gü­nahı gidermek ve tertemiz yapmak ister.” Mealindeki, Ahzab Sûresi’nin 35. âyet-i kerimesi nazil oldu. Peygamberimiz kızı Fâtıma’yı, Hz. Ali’yi, Hz. Hasan ve Hüseyin’i (r.a.) elbisesinin altına aldı. Sonra da “Yâ Rab, bunlar benim Ehl-i Beyt’imdir, bunlardan günah kirini gider ve onları tertemiz yap!” diye duada bu­lundu.[8]

Peygamberimizin vefatından sonra, Hz. Ali gibi bir zatın terbiyesi altında bü­yüyen Hz. Hüseyin’in bütün hayatı bir sadelik içerisinde geçti. Bütün insanlığa örnek olabilecek bir hayat yaşadı. Birçok sözü bize kadar ulaştı. Bunlardan iki tanesi şöyledir:

“İnsanların size tevdi edilen işleri birer İlahî emanettir. O işleri kötüye kullan­mayınız; sonra azaba çevrilir!”

“Cömert efendi, cimri hor olur. Bir mümin kardeşinin iyiliğini kendinden ev­vel düşünen, ahirette daha iyisini bulur.”

Hz. Hüseyin, duası Allah indinde kabul edilen bir kuldu. Bir defasında kuyu­sunu temizleyen bir adamın yanından geçiyordu. Hz. Hüseyin’i görünce, “Kuyumu genişletiyorum, fakat ne yapıyorsam suyu bir türlü çoğalmıyor!” dedi. Hz. Hüseyin kuyunun suyundan biraz getirmesini istedi. O zat bir miktar su getirdi. Hüseyin (r.a.) o sudan bir miktar içti, ağzında çalkaladı ve kuyuya püskürttü. Bundan sonra kuyunun suyu hem çoğaldı, hem de tatlılaştı…

Kerbelâ Hadisesi’nde de Yezîd’in adamlarından biri, “Hüseyin aranızda mı­dır?” diye sordu. Sonra da Peygamberimizin, “Cennet gençlerinin efendisidir.” buyurduğu Hz. Hüseyin için, “Onu cehennemle müjdeliyorum!” diyerek edep­sizlik etti. Hz. Hüseyin, ellerini dergâh-ı İlahiyeye kaldırdı ve “Allah’ım, onu cehenneme gönder!” diye beddua etti. Duası biter bitmez adamın atı ürktü, ken­disi de yere yuvarlandı. Ayağı ise üzengide asılı kaldı. Paramparça olarak ce­hennemi boyladı…

Hz. Muâviye’nin vefatından sonra oğlu Yezîd’in halifeliğini kabul etmedi. Çünkü Yezîd zalim ve fasık birisiydi. Allah’ın emirlerine uygun hareket etmi­yordu. Hz. Hüseyin’in böyle birine biat etmesi ise düşünülemezdi. Onun Yezîd’e biat etmediğini gören Kûfeliler, Hz. Hüseyin’i davet ederek kendisine biat edeceklerini söylediler. Yezîd’in yaşayışından onlar da memnun değillerdi. Bu davet üzerine Hz. Hüseyin, Kûfe’ye gitmeye karar verdi. Sahabiler gitmemesini istedilerse de o ısrarlıydı. Yanına yakınlarını ve çocuklarını alarak Kûfe’ye ha­reket etti.

Yezîd, Hz. Hüseyin’in bu hareketine çok kızdı. Kûfe Valisi Ubeydullah bin Ziyad’a emir verdi. Ondan, bir ordu hazırlamasını ve Hz. Hüseyin’e mâni olma­sını istedi. İbni Ziyad da, Hürr bin Yezîd komutasında bir birlik hazırladı ve Hz. Hüseyin’in üzerine gönderdi. Hz. Hüseyin’i susuz, taşsız ve ağaçsız bir yerde konaklamak mecburiyetinde bırakmasını emretti. Hürr, emri yerine getirdi. Hz. Hüseyin’i Kerbelâ’da konaklamak mecburiyetinde bıraktı. Hz. Hüseyin istese yanındaki mücahitlerle Hürr bin Yezîd ve mahiyetindekileri haklayabilirdi; fakat o, boş yere Müslüman kanı dökülmesini istemiyordu. Anlaşma yolunu arı­yordu, fakat anlaşma temin edilemedi. Üstelik bir gün sonra Ömer bin Sa’d ku­mandasında 4 bin kişilik takviye kuvveti geldi. Bunlar Hz. Hüseyin ve mahiye­tindekileri kuşatma altına aldılar. Suyun başını tuttular. Hava bir hayli sıcaktı. Hz. Hüseyin ve beraberindekiler bir hayli susamışlardı. Su talebinde bulundularsa da bu istekleri reddedildi.

Hz. Hüseyin bunların kendisini öldürmeye iyice kararlı olduklarını anlamış­tı. Yanındakilerin ölmelerini istemiyordu. Onlara şu mealde bir konuşma yap­tı:

“Arkadaşlar, görüyorsunuz, dünya değişmiş. İyisi gitmiş, kötüsü kalmış. Ha­yatın bir tadı kalmamış. Ömrümüzün kalan kısmı, kabın dibinde kalan su artı­ğından, havası ağır ve sıkıcı bir otlak hayatından başka bir şey değildir. Artık hak ile amel edilmediğini, batıldan vazgeçilmediğini görmüyor musunuz? Böyle bir durumda kalan kişinin ölümü hayata tercih etmesi gerekir. Ben şahsen ölümü mutluluk, zalimlerin idaresinde yaşamayı ise alçaklık olarak görüyo­rum…”

Hz. Hüseyin bunları söyledikten sonra, yanındakilere, gece karanlığından is­tifade ederek etrafa dağılmaları ricasında bulundu. Fakat onlar bunu kabul et­mediler. “Allah bizi senden sonraya bırakmasın. Vallahi biz senden ayrılma­yız!” diyerek büyük bir sadakat örneği gösterdiler. Hz. Hüseyin onların bu dav­ranışından müteessir oldu.

Biraz sonra her iki taraf da savaş düzeni aldı. Birbirlerine iyice yaklaştılar. Hz. Hüseyin büyük bir faciaya engel olma ümidiyle son olarak çok dokunaklı bir konuşma yaptı. Kûfelilere şöyle hitap etti:

“Ey insanlar, Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: ‘Kim insanlara zulümle muamele eden, Allah’ın haram kıldıklarını pervasızca işle­yen, Re­sû­lul­lah’ın yolundan gitmeyen ve Allah’ın kulları arasında zulüm ve haksızlıkla iş gören bir idareciyi görür de ona göz yumar, eliyle veya diliyle karşı çıkmazsa, Cenâb-ı Hakk’ın o kimseyi müstahak olduğu yere göndermesi hak olur.’ Bu adamlar [Yezîd ile Ubey­dul­lah bin Ziyad] devamlı şeytana uymakta­dırlar. Allah’a ibadet etmeyi bırakıp devamlı bozgunculuk ve fesat çıkarmakta­dırlar. Allah’ın kanunlarını işlenemez hâle getirmiş bulunmakta, devletin hazi­nesini kendi aralarında paylaşmaktadırlar. Allah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını ise haram kılmaktadırlar. Bunu kabul etmeyip karşı çıkmak ise herkes­ten önce benim vazifemdir.

“Bunun böyle olduğu hususunda bana birçok mektup gönderdiniz. Bana biat edeceğinize ve yalnız bırakmayacağınıza dair haberciler yolladınız. Eğer bu sö­zünüzü tutar da bana biat ederseniz doğru bir harekette bulunmuş olursunuz; şayet bu sözünüzden vazgeçtiyseniz, gelişimden hoşlanmadıysanız bırakın ge­ri gideyim.

“Biraz düşününüz: Beni öldürmeniz size bir iyilik getirir mi? Benim kanım si­ze helal olur mu? Ben sizin Peygamberinizin kızının oğlu değil miyim? Ben si­zin Peygamberinizin amcasının oğlu Ali’nin oğlu değil miyim? Hamza, Abbas, Câfer benim amcalarım değil midir? Re­sû­lul­lah (a.s.m.) benim ve kardeşim hakkında ‘Bunlar cennetlik gençlerin efendisidir.’ buyurmamış mıdır?...”

Fakat gözü dönmüş güruh mutlaka Hz. Hüseyin’i şehit etmek istiyordu. Hiç­bir şey anlayacak hâlde değillerdi. Biraz sonra hep birlikte saldırıya geçtiler. Çok kalabalıktılar.

Hz. Hüseyin’in yanındakiler, şehit oluncaya kadar Re­sû­lul­lah’ın sevgili toru­nunu koruyacaklarına söz vermişlerdi. Kahramanca karşı durdular. Hz. Hüse­yin’in etrafında âdeta etten bir duvar oluşturdular. Biraz sonra da hepsi teker te­ker şehadet mertebesini kazandı.

Hz. Hüseyin’in etrafında sadece birkaç kişi kalmıştı. Onlar da birçok yerin­den yaralanmışlardı. Hz. Hüseyin de çeşitli yerlerden yara almıştı. Bir ara ya­nında bulunan son sudan birkaç yudum içmek için su kabını ağzına götürdü. Tam bu sırada gelen bir ok, mübarek ağzına isabet etti. Kab elinden düştü. Eliy­le ağzının kanını sildi. Bu arada bir ok da böğrüne saplandı. Derken çapulcular güruhu o mübarek insanın üzerine çullandılar. Elini kestiler. Çok geçmeden de Peygamberimizin “Reyhanım.” diye koklayıp sevdiği sevgili torununu şehit et­tiler. Bununla da yetinmeyerek mübarek başını kestiler ve Yezîd’e gönderdiler. Tarih Hicret’in 61. yılını gösteriyordu...

Bu feci hadiseden bir gün sonra Kerbelâ yakınlarındaki Gadiriye köyü halkı, katliam mahalline geldiler ve şehitleri def­nettiler. Hz. Hüseyin’in kabrini kaybetmek istedilerse de, Peygamberimizin to­runundan yayılan hoş koku onun kabrini belirledi.

Kerbelâ katliamından sadece Hz. Hüseyin’in küçük oğlu Ömer ile hasta oğlu Aliy­yü’l-Asgar, kızı Zeyneb ve bazı kadınlar kurtuldu.[9]

Bu hadiseyle Peygamberimizin bir mucizesi daha ortaya çıktı. Çünkü Re­sû­lul­lah (a.s.m.) yıllar öncesinden Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edileceğini haber vermişti. Haber verdiği gibi çıktı. Bu haber verme hadisesi şöyle olmuştu:

Bir gün Cebrâil (a.s.), Peygamberimizin yanına geldi. Peygamberimiz o sırada Ümmü Seleme validemizin yanında bulunuyordu. Ümmü Seleme’ye (r.anha), “Kapıyı üzerimizden kapa, içeriye kimseyi alma.” buyurdu. Onlar içerdeyken Hz. Hüseyin geldi, içeriye girmek istedi. Hz. Ümmü Seleme onu içeriye koy­mak istemediyse de Hüseyin (r.a.) bir fırsatını bulup içeriye daldı ve Re­sû­lul­lah’ın kucağına oturdu. Peygamberimiz sevgili torununu öptü, sevdi. Cebrâil (a.s.), “Onu çok mu seviyorsun?” diye sordu. Peygamberimiz, “Evet, çok sevi­yorum!” buyurdu. Hz. Cebrâil, “İyi, ama ümmetin onu şehit edecek!” dedi. Peygamberimiz, “Demek onu müminler öldürecek?!” diye hayretini belirtti. Cebrâil (a.s.) “Evet.” dedi, “İstersen onun şehit edileceği yeri de sana haber vereyim.” Peygamberimiz bildirmesini isteyince Cebrâil (a.s.) kısa bir müddet için yanın­dan ayrıldı. Kerbelâ’dan getirdiği bir avuç kırmızı ve ıslak toprakla döndü. Bu­nun üzerine Peygamberimizin mübarek gözlerinden yaşlar aktı. Cebrâil’in ge­tirdiği toprağı da saklaması için Ümmü Seleme’ye (r.anha) verdi.[10]

Hz. Hüseyin’in şehit edildiği gün güneş tutuldu, gökyüzü kıpkırmızı kesildi. Halk kıyametin kopacağını zannetti. Diğer taraftan, onun şehadetine sadece in­sanlar değil, cinler de gözyaşı döktüler. Ümmü Seleme validemiz haber veri­yor: “Re­sû­lul­lah’ın vefatından sonra cinlerin ağladığını hiç duymamıştım. Bir gün yine onların ağlamasını duydum. Oğlum Hüseyin’in şehit edildiğini hissettim! Hizmetçimi göndererek, haber getirmesini istedim. Hizmetçi biraz sonra, Hz. Hüseyin’in şehit edildiği haberiyle geldi…”[11]

Bütün ömrünü İslamiyet’e hizmet yolunda geçiren Hz. Hüseyin, Peygamberi­mizden birkaç tane hadis rivayet etmiştir. Bu hadislerden bazıları şu mealde­dir:

“Malayaniyi [boş konuşmayı ve boş şeyle meşgul olmayı] terk etmek kişinin İslamiyet’inin güzelliğindendir.”[12]

“Asıl cimri, yanında ismim zikredildiği hâlde bana salavat getirmeyendir.”[13]

“Ey insanlar, ölüm bu dünyada sanki bizden başkaları için yazılmış, hakka uygun hareket etmek sanki bizden başkaları için vacip kılınmıştır. Uğurladığı­mız ölüler sanki pek yakında geri dönecek yolcularmış, biz de onlardan sonra dünyada ebediyen kalacakmışız gibi onların miraslarını yiyoruz. Bütün nasihatleri unutmuş bulunuyor, başımıza bir belanın gelmesinden korkmuyoruz. Kendi kusurlarıyla uğraştığı için başkalarının kusurlarını görmeyen kimseye ne mutlu! Kazancı helal, gizli hâli iyi, açık hâli faydalı ve yolu doğru olan kimseye ne mutlu! Kendini küçük düşürmemek şartıyla alçak gönüllülük eden, helal malından Allah yolunda harcayan, ilim ve hikmet sahibi kimselerle oturup kalkan, fakir ve muhtaçlara acıyan kimseye ne mutlu! Malın fazlasını harcadığı hâlde sözün fazlasını tutup fazla konuşmayan, sünnete uygun hareket edip bid’ata dönmeyen kimseye ne mutlu!”[14]

Son olarak Hz. Hasan ve Hüseyin’in faziletine işaret eden iki hadis nakledelim:

“Hasan ve Hüseyin, benim oğullarımdır. Onları seven beni sevmiş olur, beni seven Allah’ı sever, Allah kimi severse onu cennete koyar. Kim onları sevmez ve onlara düş­manlık ederse bana düşmanlık etmiş olur, bana düşmanlık edeni Allah sevmez, Allah kimi sevmezse onu cehenneme koyar!”[15]

(Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için) “Size harp açana ben de harp açarım, sizinle sulh içerisinde olanla ben de sulh içeri­sinde olurum.”[16]


_________________________________________
[1]Tirmizî, Menâkıb: 31.
[2]Hz. Muhammed ve İslamiyet, 4: 160.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 5: 523.
[4]Tirmizî, Menâkıb: 31.
[5]Müstedrek, 3: 177.
[6]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 493.
[7]el-İsâbe, 1: 332.
[8]Tirmizî, Menâkıb: 32.
[9]Hz. Muhammed ve İslamiyet, 4: 195-202.
[10]Müstedrek, 3: 777; Üsdü’l-Gàbe, 2: 22.
[11]İsâbe, 1: 135; Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 493.
[12]Müsned,1: 201.
[13]Müsned,1: 201.
[14]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 306.
[15]Müstedrek, 3: 166.
[16]İbni Ebî Şeybe, Musannaf, 12: 97.

2 Şubat 2019 Cumartesi

İkrime bin Ebî Cehil (r.a.)


İslam’a ve Hz. Peygamber’e (a.s.m.) düşmanlıkta babası Ebû Cehil’den aşağı değildi. Müşrikler arasında, ata biniciliğiyle şöhret bulmuş ve çevresinde müşriklerden bir fedai grubu kurmuş, cihadlarda en şiddetli hücumları yap­mıştı.

Bu, yıllar sonra, Müslüman olarak Yermuk cihadı’nda şehit olan İkrime bin Ebî Cehil’den başkası değildi.

Resûl-i Ekrem, ihtişamlı zaferiyle Mekke’ye girdiğinde, dört erkek ve iki kadının dışında herkesi affettiğini ilan etti. Bunlar, İslam’a düşmanlıkta ve zu­lümde en ileri gidenlerdi. Bu sebeple, yakalandıkları yerde öldürüleceklerdi. Bu dört kişiden birisi de İkrime’ydi. Çünkü fetih günü herkes mücadeleyi terk ettiği hâlde, o etrafına topladığı arkadaşlarıyla mücadeleye devam etmişti.

İkrime, bir yolunu bulup Mekke’den kaçmaya muvaffak oldu ve bir gemi­ye binerek Yemen’e doğru açıldı. Denizde dehşetli bir fırtına çıkarak gemiyi sarsmaya başladı. Gemi kaptanı halkı toplayarak, “Samimi olun ve Allah’tan kurtulmanızı isteyin.” dedi.

İkrime kaptana, “Hâlis ve samimi olmak için ne yapmam gerekiyor? Hem burada samimi olursam, bu samimiyetimi karada da devam ettirmem lazım.” dedi.

Kaptan ona, “Gerçekten samimi olmak istiyorsan Allah’tan başka ilah ol­madığını söyle.” dedi.

İkrime, “Ben zaten bunu söylememek için kaçıp buralara kadar geldim!” de­diyse de, kaptanın sözleri kendisine çok tesir etmiş ve sonra şöyle dua etmişti:

“Ey Allah’ını! Eğer beni bu fırtınadan kurtarırsan, Muhammed’e gidip elleri­ne sarılacağım ve onun keremine sığınarak affedilmemi isteyeceğim.”

Bu esnada İkrime’nin karısı, Hâris bin Hişâm’ın kızı Ümmü Hâkim, Müslüman olmuş ve Re­sû­lul­lah’a giderek İkrime’nin affedilmesini ve kendisine eman veril­mesini istemişti. O şefkatli, merhametli, Yüce Peygamber, İkrime’ye eman ver­mişti.

Ümmü Hâkim, derhâl kölesiyle birlikte yola çıkarak kocası İkrime’yi arama­ya koyul­du ve aylar süren yolculuktan sonra onu Tihame sahillerinde buldu. Hanımı İkri­me’ye Resûl-i Ekrem’in kendisine eman verdiğini defalarca söyle­diyse de bir türlü inan­dıramıyordu. İklime eski düşmanlıklarını hatırlıyor ve af­fedileceğine ihtimal vermiyordu. Ama o şanı yüce Peygamber’in şefkat ve mer­hameti sonsuzdu. İkrime’yi affetmişti. Neticede karısı onu Resûlulah’a dönmeye ikna etti.

Günler süren yolculuktan sonra İkrime ve Ümmü Hâkim, Medine’ye ulaştı. Mescidin bir köşesinde Re­sû­lul­lah’ı bekliyorlardı. İkrime, Re­sû­lul­lah’ın nasıl muamele edeceğini merak ediyor, heyecandan titriyordu. Bir müddet sonra Re­sû­lul­lah çıkageldi ve onları gördü. Peygamberimiz eski düşmanlıkları katiyen hatırlatmadan ve hissettirmeden, “Merhaba, ey süvari muhacir!” diyerek İkri­me’yi kucakladı.

İkrime, “Ey Allah’ın Resûl’ü! Beni neye davet ediyorsun?” dedi. Resûl-i Ek­rem, “Se­ni Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Allah’ın Resûl’ü olduğuma şehadet et­meye, namaz kılmaya, zekât vermeye davet ediyorum.” diyerek İslam’ın esaslarını anlattı.

İkrime’nin cevabı ise şuydu:

“Yemin ederim ki, sen sadece hakka, güzel ve iyi şeylere davet ediyorsun. Yemin ederim ki, sen peygamberlik gelmeden önce de, bizim içimizde en doğru konuşan idin. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim.”

İkrime, eski günahlarını hatırlıyor ve onlardan dolayı büyük mahcubiyet du­yuyordu. Onun bu durumunu hisseden Resûl-i Ekrem (a.s.m.), ona büyük müj­deyi verdi:

“İşte sana bugün hiç kimseye vermediğim şeyi vereceğim.”

İkrime bu müjdenin ne olabileceğini anlamıştı:

“Sana karşı yaptığım bütün düşmanlıklar, sana karşı attığım her adım, sana karşı gel­diğim her yer ve yüzüne karşı yahut gıyabında söylediğim her söz için mağfiret dile­meni istiyorum.”

Re­sû­lul­lah ellerini kaldırıp, İkrime için şöyle dua etti.

“Allah’ım! Bana yaptığı bütün kötülükleri, Senin nurunu söndürmek için attığı her adımı affet! Yüzüme karşı veya gıyabımda benim aleyhimde söylediği sözleri de affet!”

İkrime, Re­sû­lul­lah’ın bu duası karşısında fevkalade duygulanmıştı. Artık bundan sonra her şeyiyle Allah için çalışacaktı. Şöyle söz verdi:

“Ya Re­sû­lal­lah! Allah’a yemin ederim ki, insanları Allah yolundan çevirmek için sarf ettiğim malın iki mislini Allah yolunda harcayacağım, Allah yolundan çevirmek için yaptığım cihadların iki mislini Allah yolunda yapacağım…”

İkrime, Müslüman olduktan sonra bazıları onunla, “Bu ümmetin firavununun oğlu!” diye şakalaşmak istiyorlardı. Ancak İkrime bu sözlerle eski Cahiliye günlerini hatırladığı için rahatsızlık duyuyordu. Bir gün dayanamayarak Re­sû­lul­lah’a şikâyete bulundu. Bunun üzerine Resûulullah da Ashâbına şöyle dedi:

“Onu babasının ismiyle anmayın, ona böyle hitap etmeyin.”

Bu hadiseden sonra Resûllullah onun “İkrime bin Ebî Cehil” olan künyesini “İkrime Ebû Osman” olarak değiştirdi.

Peygamberimizin muhterem zevceleri Ümmü Seleme’nin rivayetine göre, bir gün Re­sû­lul­lah şöyle buyurmuştu:

“İkrime’nin de Müslüman olmasıyla, Ebû Cehil’in nesebi kesilmiştir.”

Gerçekten Ebû Cehil’in kızlarından da çocuğu olmamış ve nesebi kesilmiştir.

Yermuk’ta öylesine fedakârane cihadıyordu ki, göğsünde açılan yaradan kanlar fışkırıyor ve o yine at üzerinde cihada devam ediyordu. Yanında bulunanlar, “Ey İkrime, kendine acı, bu kadarı fazladır.” dediler. O, onlara şöyle cevap verdi.

“Ben Lât ve Uzza için yıllarca mücadele ettim. Şimdi bu kadar yara almışım, sıkıntılara katlanmışım, ne ehemmiyeti var?!”

Muharebenin sonunda İkrime şehadet şerbetini içti.[1]

Allah ondan razı olsun!


___________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 4-5; İsâbe, 2: 496-497.

İmrân bin Husayn (r.a.)


Hz. İmrân (r.a.), Peygamberimizin davetine ilk uyan sahabilerdendi. İslam davasına gönül vermiş, çile ve ıstırabı peşinen kabul etmişti. O, İslam’la müşer­ref olduğu sırada, babası Husayn henüz müşriklerin safındaydı. İmrân, babasın­dan yüz çevirmekle hiç tereddüt göstermedi. Fakat bir yandan babasının da Müslüman olmasını, putlara tapmaktan vazgeçerek, kâinatın sahibi Yüce Al­lah’a kul olmasını can u gönülden arzuluyordu.

Müslümanların sayısı henüz 40’ı bulmamıştı. Müşrikler akıl almaz işkence­lere başvu­ruyorlar, bazen de konuşarak onları ikna etme yolunu deniyorlardı. Bir gün Hu­sayn’a rastladılar. Husayn, Mekkelilerin büyüklerindendi. Hemen et­rafını sardılar ve Pey­gamberimizi ona şikâyet ettiler. Onunla birlikte Peygam­berimizin yanına kadar gitti­ler. Müşrikler kapıda beklerken Husayn, Peygam­berimizin huzuruna girdi. Re­sû­lul­lah sa­habilerine, “Şeyhe yer açın.” buyurdu. Sahabiler, Husayn’a karşı çok soğuk davrandı­lar. Husayn’ın oğlu İmrân da o sı­rada Peygamberimizin hemen yanı başındaydı. Baba­sının Peygamberimize karşı uygunsuz bir davranışta bulunacağını zannediyor, üzülü­yordu.

Peygamberimiz, Husayn’ı, putları bırakıp Allah’a iman etmeye çağırdı. Arala­rında geçen kısa bir konuşmadan sonra Husayn, Kelime-i Şehadet getirerek Müs­lüman oldu.

Babasının Peygamberimizi rahatsız edeceğini zannederek üzülen Hz. İmrân, onun Kelime-i Şehadet getirdiğini işitince çok sevindi. Hemen babasının yanına gitti, ellerini ve ayaklarını öpmeye başladı. Onun bu hareketi Peygamberimizi rikkate getirdi. Gözlerini yaşarttı. Sonra şöyle buyurdu:

“İmrân’ın hareketinden dolayı ağladım! Babası içeri girdiği zaman İmrân ne ayağa kalkmış, ne de yüzüne bakmıştı. Fakat Husayn, Müslüman olunca babalık hakkını ödedi.” buyurdu.[1]

Çünkü Hz. İmrân’ın babasına davranışı, Allah rızası içindi. Müşrik olduğu için onu sevmiyordu. Allah’a isyan edene hürmet edil­mezdi. Fakat ne zaman ki tevhid halkasına girdi, bütün sevgisi onun için coş­tu.

Hz. İmrân hayatı boyunca Peygamberimizin sohbetlerinden feyiz aldı. Âlim saha­bi­ler arasına girdi. Hz. Ömer onu Basralılara İslam hukukunu, fıkhı öğret­mek için gönderdi.[2]

İmrân kılık ve kıyafetine çok dikkat ederdi. Güzel ve temiz giyinirdi. Bunun sebebi­ni soranlara, Peygamberimizin, “Allah bir kuluna sevdiği bir nimet verdi­ği zaman o ni­metin eserini kulu üzerinde görmek ister.” buyurduğunu anlatırdı.[3]Çünkü Müslüman her hâliyle örnek olmalıydı. Her cihetiyle temiz olan dinini yaşarken, tertip ve düzene, temizliğe dikkat etmeliydi.

Hz. İmrân, kendisine bir vazife verildiğinde o vazifeyi yerine getirirken hep sünneti esas alır, ona göre hareket ederdi. Hizmetini yerine getirirken, Re­sû­lul­lah’tan duyduğu veya gördüğü şekilde davranırdı.

Basra Valisi Ziyad bin Ebih, onu zekât memuru olarak vazifelendirmişti. İmrân vazifeden döndüğünde yanında bir dirhem dahi para yoktu. Ziyad bundan hoşlanmadı. “Hani bir şey getirmedin mi? “ dedi. İmrân hiç çekinmeden şu ceva­bı verdi:

“Sen beni sana mal getireyim diye mi gönderdin?! Ben, Peygamberimizin za­ma­nında zekâtları nasıl tahsil ediyorsak öylece tahsil ettim ve onun zamanında kimlere veriyorsak onlara verip döndüm.”

Onun bu cevabı karşısında Ziyad söyleyecek bir şey bulamadı.

Hz. İmrân, zaman zaman Basra halkına vaaz verir, Re­sû­lul­lah’tan aldığı nurla onları aydınlatırdı. Bid’ata ve bid’atçilere taviz vermezdi. İslam’a uymayan fikir ve davranışlarla elinden geldiği kadar mücadele eder, sünnet-i seniyyeyi yaşa­maya ve yaşatmaya çalışırdı. “Kur’ân-ı Kerim nazil olmuş, Allah’ın Peygambe­ri de bize yol göstererek, ‘Arkamdan gelin. Yemin ederim ki, şayet bizi dinle­mezseniz şaşkınlık içinde helak olacaksınız.’ buyurmuştur.” derdi.

Bir gün birisi İmrân bin Husayn’a gelerek, “Bize yalnız Kur’ân’dan haber ver.” dedi. Bu sözler karşısında çok hiddetlenen Hz. İmrân, şöyle dedi:

“Allah’ın Kitabında öğle namazının dört rekât olduğu geçiyor mu? Öğle na­mazında sesli okunmaz. Namaz, zekât ve benzeri şeylerin hiçbirinin şekli Kur’ân’da açıklanma­mıştır. Allah’ın Kitabı kapalı geçmektedir. Onun açıklayı­cısı ise Peygamber sünnetidir.”[4]

Bu sözleriyle, her meseleyi illa da Kur’ân’da aramanın yersiz olduğunu, sünnetin de dinî bir kaynak ve esas olduğunu anlatı­yordu.

İmrân (r.a.), hakkın hatırının yüce olduğunu, hiçbir hatır için feda edilemeye­ceğini biliyordu. Bu sebeple Basra Valisi Ziyad bin Ebih’in teklif ettiği Horasan valiliğini kabul etmedi. Kendisine Horasan gibi bir vilayetin valiliğini niçin ka­bul etmediğini soranlara da şöyle dedi:

“Vallahi ben onun ateşinde yanarken Horasan halkının onun gölgeliğinde se­fa sürmesini istemiyorum. Memuriyetim sırasında Ziyad’dan bana mektup gel­mesinden korkarım! Emredeceği yanlış bir şeyi onun hatırı için yapacak olur­sam helak olurum!”

Bunun üzerine Ziyad, Horasan valiliğine Hakem bin Amr’ı tayin etti. Hz. İmrân valiliği kabul etmemişti, ama henüz vazifesi bitmemişti. Vakit geçirmeden Hz. Hakem’i aradı. Bulunca da ona şu hatırlatmalarda bulundu:

“Hatırlıyor musun? Sahabiden biri amirinin emri üzerine kendini ateşe atmak isterken, yanındakiler kolundan tutup buna mâni olmuşlardı. Peygamberimiz bunu haber alınca, ‘Şayet kendini ateşe atsaydı hem kendisi hem de amiri ce­henneme gireceklerdi. Zira Cenâb-ı Hakk’a isyan hususunda hiç kimseye itaat edilmez.’ buyurmuştu. İşte ben seni bu hadisi hatırlatmak için aradım…”[5]

Hz. İmrân bu sözleriyle Hz. Hakem’e, şayet Ziyad, Kur’ân ve sünnete uyma­yan bir şey emredecek olursa ona itaat etmemesi gerektiğini ifadeye çalışıyor­du.

İmrân bin Husayn, Basra’da çok büyük hizmetlerde bulundu. Basra imamla­rından ve Tâbiîn’in büyüklerinden Muhammed İbni Sîrin, “Basra’da Re­sû­lul­lah’ın Ashâbı arasında İmrân bin Husayn’dan üstünü az bulunur.” diyerek onu taltif ediyordu.[6]

Cenâb-ı Hak, kullarını tecrübe etmek için onlara birtakım musibetler verir. Bununla onların sabır derecelerini ölçmek ister. Hikmetine binaen İmrân bin Husayn’a da çok şiddetli bir hastalık verdi. Öyle ki, Hz. İmrân bu hastalığın tesi­riyle ne oturabiliyor, ne de kalkabiliyordu. Fakat o musibetin kendisine niçin verildiğinin şuurundaydı. Bu sebeple tam bir sabır gösterdi. Sabrın bu dünyada­ki mükâfatı olarak da meleklerin selamı­na mazhar oldu. Melekler onu gördükçe selam verirlerdi.[7]

“Vallahi eğer istesem aralıksız ve hiçbir tanesini tekrarlamadan iki gün Pey­gam­be­rimizden hadis nakledebilirim.” diyen Hz. İmrân, 120 hadis-i şerif rivayet etmiştir. Bunlar, Buhârî, Müsned ve diğer hadis kitaplarında mevcut­tur. O hadislerden birisi şu mealdedir:

“Cennete baktım, cennetliklerin çoğunun fakirler olduğunu gördüm. Cehen­neme baktım, cehennemliklerin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm.”[8]

Bir diğeri de şu mealdedir:

“Allah’ım, yanlışlıkla veya kasten, gizli veya açık, bilerek veya bilmeyerek işlediğim bütün günahlarımı affeyle!”[9]

İmrân bin Husayn, Hicrî 52 tarihinde Basra’da vefat etmiştir.

Allah ondan razı olsun!


__________________________________________
[1]el-İsâbe, 1: 337-338.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 137.
[3]Tabakât, 4: 291.
[4]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 183.
[5]age., 2: 32.
[6]Üsdü’l-Gàbe, 4: 137.
[7]Tabakât, 4: 288; Üsdü’l-Gàbe, 4: 138.
[8]Müsned, 4: 437.
[9]age., 4: 444.

31 Ocak 2019 Perşembe

İrbad bin Sâriye (r.a.)


Tebük Gazvesi, Müslümanların büyük sıkıntı ve eziyetlere maruz kaldıkları bir cihadtır. Bilhassa mali bakımdan bir hayli zorluk çektiklerini, bazı âyetlerden ve hadislerden anlamaktayız. Hz. Osman (r.a.) ordunun teçhizatı için bin dinar ve­rirken, Re­sû­lul­lah (a.s.m.) çok memnun olmuş ve onun hakkında, “Yâ Rabbi, ben ondan razıyım, sen de ondan razı ol!”[1]şeklinde dua etmişti. Müslümanların bir kısmı harbe katılmak için can attıkları hâlde giyecek, bine­cek ve sair teçhizat az olduğu için katılamamış ve üzüntüyle gözyaşı dökmüş­lerdi. Kur’ân’da bu sahabiler şöyle anılmaktadır:

“Kendilerini bindirip sevk etmek için sana geldiklerinde, ‘Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum.’ deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de sorumluluk yoktur.”[2]

Bu âyetin izahıyla ilgili olarak İbni İshak şöyle rivayet etmektedir:

“Bazı Müslümanlar, Re­sû­lul­lah’a geldi. Bunlar fakirdi. Re­sû­lul­lah’tan binek istediler. Re­sû­lul­lah’ın yanında onlara verecek binek yoktu. Gözleri yaşlı bir va­ziyette, Allah yolunda harcayacak bir şeyleri olmadığı için üzüntü içinde geri gördüler.”[3]

Bunların altısının Ensar’dan olduğunu kaydeden İbni İshak, arala­rında Suffe’nin en yaşlı sahabilerinden olan İrbad bin Sâriye’yi de (r.a.) kaydet­mektedir.

Suffe Medresesi’nde Re­sû­lul­lah’tan hakikat dersini alan bu kahraman sahabi, Tebük Seferi’ne katılamayan diğer sahabilerle birlikte Kur’ân’ın senasına mazhar olmuştur. Bunların, sefere iştirak edememiş olmakla beraber, Peygamberimizin beyanlarına göre, katılanların sevapları kadar sevaba nail olduklarını an­lıyoruz. Re­sû­lul­lah Efendimiz, onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz, Medine’de öyle bir cemaat var ki, yürüdüğünüz yol boyunca ve geçtiğiniz her derede sizlerle sevap bakımından beraber idiler.”

Bunun üzerine sahabiler, “Yâ Re­sû­lal­lah, onlar Medine’de oldukları hâlde mi?!” di­ye sordular. Re­sû­lul­lah şöyle buyurdu:

“Evet, Medine’de oldukları hâlde… Zira mazeretleri, onları cihadtan alıkoydu.”[4]

İrbad bin Sâriye, Re­sû­lul­lah’ın en yaşlı sahabilerinden biriydi. Cenâb-ı Hak kendisi­ne uzun ömür ihsan etmişti. Hattâ Allah’a kavuşmak için sık sık dua ederdi: “Ey Allah’ım, yaşım ilerledi, kemiklerim zayıfladı, beni huzuruna al!”[5]

İrbad bin Sâriye, Re­sû­lul­lah’ın sohbetlerine devamlı katılan ve onun sadık talebelerindendi. Zaman zaman Re­sû­lul­lah ile ilgili hatıralarını anlatan İrbad bin Sâriye, bir sabah namazından sonra Hz. Peygamber’in sahabilere dönerek tesirli bir vaaz yaptığını ve sahabilerin korkuyla ağladıklarını nakletmektedir.

Hz. İrbad şöyle devam etmektedir:

Sahabilerden biri, “Yâ Re­sû­lal­lah, bu ay­nen veda eden birinin vaazı gibi! O hâlde bize ne tavsiye edersiniz?” deyince, Re­sû­lul­lah ona cevaben şöyle buyurdu:

“Allah’tan korkmayı, Habeşli bir köle dahi olsa idarecinizi dinleyip itaat et­menizi tavsiye ederim. İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ihtilafa şahit olacaklardır. Siz, o zaman benim sünnetime ve Hulefâ-i Râşidîn’in yoluna sımsıkı sarılınız. Onlara tabi olmak için elinizden gelen gayreti gösteriniz. Bid’atlardan kaçınınız. Sonradan ortaya çıkan her şey bid’attır, her bid’at ise dalalettir.”[6]

Hicrî 75 tarihinde vefat eden bu büyük sahabi, hayatının bir bölümünü Şam’­da geçirmiş, bir bölümünü de Humus’ta tamamlamıştır. Yaşlılığına rağmen, di­nin yüce hakikat ve güzelliklerini son nefesine kadar yaymayı gaye bilmiş­tir.

Allah ondan razı olsun!


_____________________________
[1]Sîre, 4: 161.
[2]Tevbe Sûresi, 92.
[3]Sîre,4: 161.
[4]İbni Mâce, Cihad: 6.
[5]Hilye, 2: 14.
[6]Ebû Dâvud, Sünnet: 6; Üsdü’l-Gàbe, 3: 399.

30 Ocak 2019 Çarşamba

Kâ’b bin Mâlik (r.a.)


Hayat baştan sona imtihanlarla doludur. Bilhassa müminler bu neviden imti­hanların en şiddetlileriyle karşı karşıyadırlar. Bu itibarla, ömrünün büyük bir kısmını istikamet üzere ve İslami hizmetlerin ön safında geçiren bir müminin, bir gün gelip de nefsin hilelerine kapılmayacağı hususunda en küçük bir temi­natı mevcut değildir. Eski hayatına ve hizmetlerine bakıp da, hayat imtihanını muvaffakiyetle tamamladığını düşünmek büyük bir hata olur. Çünkü ömür bit­mediği müddetçe imtihan da bitmemiş demektir. Hayatının büyük bir kısmını en parlak hizmetlerde geçirmiş de olsa, bir mümin son nefesini de aynı şuur içinde vermedikçe, mesuliyetlerinin bittiğini düşünmemelidir. Peygamberler­den sonra insanların en mükemmelleri olan sahabiler bile bu hakikatin dışında değildir. Ama yapılan bir hatanın hemen tövbe ve istiğfar ederek temizlenmesi, şüphesiz, böyle bir tehlikeyi ortadan kaldırır. Bunun örneği, Ashâb’dan Hz. Kâ’b bin Mâlik’in hayatında görülmüştür.

Hz. Kâ’b, Ensar’dandı. İkinci Akabe Biatı’nda bulunmuş, Bedir cihadı dışında Pey­gamberimizle birlikte bütün harplere katılmış kahraman bir sahabiydi. Pey­gamberimiz onu Talha bin Ubeydullah (r.a.) ile kardeş yapmıştı. Kâ’b (r.a.), Uhud cihadı’nda çok büyük kahramanlıklar göstermiş, 11 yerinden yaralanmış­tı.

Hz. Kâ’b’ın hâli vakti yerindeydi. Tebük Gazvesi’ne gidilecekti. Daha önceki gazalarda gidilecek yeri hiç söylemeyen Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bu defa Müslümanları topladı ve Tebük’e sefer yapılacağını haber verdi. Mevsim sıcak­tı ve meyveler olgunlaşmıştı. Herkes hummalı bir şekilde sefere hazırlanırken Hz. Kâ’b, “Hazırlığı ne zaman olsa yapabilirim!” diyerek kendi işleriyle oyalan­dı. Öyle ki, Peygamber (a.s.m.) yola çıktığı zaman Kâ’b’ın hiçbir hazırlığı yok­tu. Hemen hazırlanmak üzere evinden çıktı, ama hiçbir şey yapamadan döndü. Kendisi bunu şöyle anlatır:

“Yola çıkıp arkalarından yetişmeyi düşündüm. Keşke yapmış olsaydım! Fa­kat bu da mümkün olmadı. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bu gazaya gittikten sonra insan­lar arasına çıktığımda kendime arkadaş olarak ancak münafıklık damgası vu­rulmuş kimseleri yahut Allah’ın mazur gördüğü âcizleri görmem beni keder­lendirdi…”

Tebük’e varıncaya kadar onun ismini anmayan Hz. Peygamber, orada Kâ’b’ın ne yaptığını sordu. Müslümanlardan biri, “Elbiselerine ve boyuna bakıp gurur­lanması onu cihad yolundan alıkoydu!” deyince, Ashâb’dan Muâz bin Cebel he­men müdahale ederek Kâ’b hakkında iyilikten başka bir şey bilmediklerini söy­ledi. Bu cevap üzerine Hz. Peygamber sükût etti.

Sefer sona erip de Müslümanlar Medine’ye doğru harekete geçince, Kâ’b’ı müthiş bir endişe ve telaş kapladı. Re­sû­lul­lah dönünce ona ne diyeceğini düşü­nüyordu. Bu arada aklına birçok mazeret geliyor, ama o Re­sû­lul­lah’a yalan söylemeyi nefsine yediremiyordu. Nitekim “Re­sû­lul­lah’ın Medine’ye geldiği” ha­beri ulaşınca Kâ’b doğruca Peygamberimizin huzuruna gidip ona hakikati oldu­ğu gibi söylemeye karar verdi. Yanına vardığında selam verdi. Re­sû­lul­lah dargın kimseler gibi acı bir tebessümle ona, niçin gazadan geri kaldığını sordu. Kâ’b şu cevabı verdi:

“Yâ Re­sû­lal­lah! Allah’a yemin ederim ki, sizden başkası, yani ehl-i dünyadan birisi­nin yanında bulunsaydım, özür beyan ederek onun gazabından kurtulabi­leceğimi zan­nederdim. Zira söz söylemesini bilirim. Vallahi biliyorum ki, bu­gün yalan söyleyip sizi memnun etsem de Allah sizi bana gücendirebilir! Eğer doğrusunu söylersem siz bana kızacaksınız; lakin ben doğruyu söylemekle Al­lah’tan hayırlı netice beklerim. Yemin ederim ki, gazadan geri kalmam için hiç­bir özrüm yoktu. Hiçbir zaman, sizden ayrılıp kaldığım zamandakinden daha kuvvetli ve zengin değildim.”

Hâlbuki Kâ’b’ın gözleri önünde 80 kadar kişi yalan mazeretlerle Pey­gamberimizin huzuruna çıkmışlar, Peygamberimiz de bunların bu mazeretleri­ni kabul ederek onlar hakkında istiğfar etmiş ve kalplerinde yatan niyeti Allah’a havale etmişti. Fakat Kâ’b, Allah ve Resûl’ü huzurunda doğruluktan ayrılma­dı.

 Bu cevaptan sonra Re­sû­lul­lah ona, Allah’ın hükmü vahyedilinceye kadar bek­le­me­sini söyledi. Onunla birlikte iki sahabiye daha aynı şey söylenmişti. Bu zatların hâlleri etrafa yayılınca, herkes onlara yabancı gibi davranmaya başladı. Diğer iki sahabi evlerine kapanmayı tercih ederken, Kâ’b cemaatle namazlara iştirak etti, çarşıları dolaştı. Ama hiç kimse onunla konuşmuyordu. Re­sû­lul­lah’a yakın yerlerde oturmaya dikkat ediyor ve bu esnada onun çehresine bakmaya çalışıyordu. Ama her defasında Peygamberimiz ondan yüzünü çeviriyordu. Bu hâlden iyice bunalan Kâ’b, amca oğlu Ebû Ka­tâde’ye gitti ve ona, “Ebû Katâde! Allah için soruyorum: Allah’ı ve Resûlünü ne kadar sevdiğimi biliyor musun?” diye sordu. Cevap alamadı. Birkaç defa daha sordu. Ebû Katâde kısa cevap ver­di: “Allah ve Resûl’ü daha iyi bilir.” Bunun üzerine Kâ’b mahzun bir şekilde, gözyaşları içinde oradan ayrıldı.

Günler geçti, haftalar birbirini kovaladı. Kimse kendisiyle bir tek kelime ko­nuş­muyor, Kâ’b işin nereye varacağını bilemiyordu. Bu arada, Kâ’b’ın imtihanı­nı daha da çetinleştiren bir hadise ortaya çıktı: Kâ’b 50 gün devam eden bu ıstırap verici bekleyiş devresinde Gassan’daki Kıptî liderlerinden bir mektup aldı. Mektupta şöyle deniyordu.

“Efendinizin size uygunsuz muamelede bulunduğunu duydum. Allah sizi, hu­kukun çiğnendiği ve kıymetin bilinmediği bir yerde bırakmasın. Yanımıza ge­lin, size ikramlarda bulunuruz.”

Bir tarafta haftalardır yüzüne bakmayan bir Peygamber ve kendisiyle konuş­mak tenezzülünde bile bulunmayan arkadaşları, diğer bir tarafta da izzet, ikram ve haşmet teklif eden bir davet vardı. Düşman, Kâ’b’ın bu zayıf ânını değerlen­dirmek istiyordu. Böyle sıkıntılı bir zamanda böyle cazip bir teklife kim hayır diyebilirdi? Fakat Kâ’b tereddütsüz, Re­sû­lul­lah’ı tercih etti. Ve Kıptî liderinin mektubunu yırtıp attı.

Tam bu esnada, Kâ’b’ın durumunu daha da zorlaştıran bir emir daha geldi: Peygamberimizin gönderdiği bir elçi ona, zevcesinden uzak durmasının istendi­ğini haber veriyordu. Kâ’b hanımını boşamayacak, ama ondan ayrı yaşayacak­tı.

Çile biteceğine daha da şiddetleniyordu. Aynı emir diğer üç sahabeye de gönderilmişti. Fakat bu emir de Kâ’b ve arkadaşlarının Re­sû­lul­lah’a bağlılığı­nı sarsmadı. İşledikleri hatanın pişmanlığı içinde bütün ruhlarıyla Allah’a yal­varıp istiğfar ediyorlardı. Ama müminler cemaatinden ayrılmak, Allah ve Resülünü terk etmek akıllarından bile geçmiyordu. İmanları böyle bir davranışa müsaade etmiyordu. Bundan sonrasını Kâ’b Hazretleri şöyle anlatır:

“Ahalinin bizimle konuşmalarının yasaklandığı günden 50 gece sonrasında, gecenin sabahında sabah namazını kıldım. Ruhum çok sıkılmış ve bulunduğum yere sığamaz bir vaziyette oturuyordum. Âdeta yerle gök arasında sıkışmış ve gidecek hiçbir yeri kalmamış gibiydim. Tam bu esnada bir ses işittim: ‘Ey Mâlik’in oğlu Kâ’b, müjde, müjde!’ Kurtuluş günü gelmişti. Hemen secdeye ka­pandım.”

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) sabah namazından sonra, bu üç sahabinin tövbelerinin kabul edildiğini halka ilan etmişti. Bunun üzerine sahabiler müj­deyi kardeşlerine ilan etmek için yarışırcasına koştular ve Kâ’b’la birlikte diğer iki sahabiye müjdeciler gönderdiler. Haberi alan Kâ’b hemen Re­sû­lul­lah’ın ya­nına koştu. Bu esnada yolda karşılaştığı sahabiler sevinç içinde onu tebrik edi­yor, “Allah’ın affı sana mübarek olsun!” diyorlardı. Peygamber’in yanına varıp selam verdiğinde, Re­sû­lul­lah yüzü sevinçten pırıl pırıl parlayarak şöyle dedi:

“Annen seni doğurduğundan beri üzerinden geçen günlerin en hayırlısıyla se­ni müjdelerim!”

Daha sonra Hz. Kâ’b, mallarının meşguliyet sebebiyle seferden geri kaldığını söyle­ye­rek, tövbesini tamamlamak için malının tamamını sadaka olarak ver­mek istedi. Bunun üzerine Tevbe Sûresi’nin 103. âyeti nazil oldu. Âyette, onla­rın malından zekât alınması emrediliyor, bu suretle Hz. Kâ’b ile iki arkadaşının kendilerini temize çıkaracakları ve mallarına bereket verileceği belirtiliyordu. Böylece, sahabilerin tövbelerinin kabulünden dolayı sevinçten yüzü ay parçası gibi parlayan Peygamber Efendimiz, Hz. Kâ’b’a, malının bir kısmını kendisine ayırmasını tavsiye buyurdu. Bunun üzerine Hayber’deki arazisini elinde bıraka­cağını söyleyen Kâ’b şöyle dedi:

“Allah beni ancak doğruyu söylemem sayesin­de kurtardı. Hayatta kaldığım müddetçe doğruyu söylemek de tövbemin tama­mıdır.”

Görüldüğü gibi, insanların en mükemmellerinden biri, diğer bütün müminlerin cemaat hâlinde yekvücut olarak iştirak ettikleri bir gazaya ihmali yüzünden katılmayınca Allah’ı ve Resûlünü darıltma tehlikesiyle karşı karşıya geliver­miştir. Nitekim Re­sû­lul­lah iki aya yakın bir zaman içinde yüzüne hiç bakma­mış, müminler bu müddet zarfında onunla hiç konuşmamışlardır. Küçük bir ih­mali onu, “önceki gazalarda kazandığı sevap ve itibarın silinmesi” gibi müthiş bir neticenin eşiğine getirivermiştir. Eğer samimiyeti ve doğru sözlülüğü ile kalbinin derinliklerinde duyduğu pişmanlık hissi ve tövbesi olmasaydı, önceki hiz­metleri belki de işe yaramayacak, onu büyük bir hüsrana götürebilecekti.

Peygamberimizin şairlerinden olan Hz. Kâ’b, Hicret’in 50. yılında Muâviye’nin (r.a.) hilafeti zamanında 77 yaşındayken vefat etti.[1]

Allah ondan razı olsun!


_______________________________________________
[1]Sîre, 4: 175-181; Müsned, 3: 456-459; Üsdü’l-Gàbe, 4: 247-248; Müstedrek, 3: 441.

29 Ocak 2019 Salı

Kâ’b bin Ucre (r.a.)


Medineli olan Hz. Ka’b, Peygamberimize büyük bir muhabbetle bağlıydı. Re­sû­lul­lah’ı üzgün veya düşünceli görse sebebini sorar, yapabileceği bir şey varsa he­men hare­kete geçerdi. Bir defasında Re­sû­lul­lah’ı ziyaret etmişti. Mübarek sima­sının biraz solgun olduğunu gördü. “Anam babam size feda olsun, yâ Re­sû­lal­lah! Neyiniz var?” diye sordu. Peygamberimiz, “Üç gündür ağzıma bir şey koy­madım.” buyurdu. Hz. Ka’b artık duramazdı. Ne yapıp etmeli, bir şeyler bulup Re­sû­lul­lah’a getirmeliydi. Hemen harekete geçti. Develerini sulamakta olan bir Yahudi gördü. Kuyudan çektiği her kova başına bir hurma üzerine anlaştı. Epeyce hurma kazanmıştı. Hurmaları aldı, Re­sû­lul­lah’a getirdi. Peygamberi­miz, “Yâ Ka’b, bunları nereden aldın?” diye sordu. Hz. Ka’b hadiseyi ona naklet­ti. Re­sû­lul­lah, “Beni seviyor musun?” buyurdu. Ka’b (r.a.), “Elbette seviyorum!” cevabını verince Peygamberimizin (a.s.m.) iltifat ve takdirini kazandı.

Bu hadiseden birkaç gün sonraydı... Hz. Ka’b hastalandı. Peygamberi­miz onu göre­meyince, “Ka’b’a ne oldu?” diye sordu. Hasta olduğunu söylediler. Resûl-i Ekrem Efendimiz kalktı, sahabisini ziyarete gitti. Hâlini hatırını sordu. Sonra da onu Allah’ın mağfiret ve rahmetiyle müjdeledi.

Ka’b (r.a.), Peygamberimizle birlikte bazı cihadlara katıldı. Umre ve Tebük Seferlerinde bulundu. Peygamberimizden feyiz aldı. Hicret’in 52. se­nesinde 75 yaşındayken vefat etti. Rivayet ettiği hadislerden biri şöyledir:

“Benden sonra bazı idareciler gelecektir; kim onların yanına gider, yalanları­nı doğrular ve haksız işlerinde onlara yardımcı olursa benden değildir, ben de onlardan değilim. O kimse kıyamet günü benim havzımın başına yaklaşama­yacaktır. Kim onların yanına gitmez, haksızlıklarında onlara yardımcı olmaz ve yalanlarını tasdik etmezse o bendendir, ben de ondanım ve o havuz başında be­nimle buluşacaktır.”[1]


___________________________________
[1]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 196; İsâbe, 3: 297; Müstedrek, 3: 479; Tirmizî, Fiten: 72; Müsned, 4: 243.

Kâ’b bin Züheyr (r.a.)


Ka’b, şair bir sülaleden geliyordu. Babası Züheyr kuvvetli bir şairdi. Yahudi ve Hıristiyanların meclislerine devam ederdi. Bu sebeple yakında bir peygambe­rin çıkacağını biliyordu.

Züheyr bir gece rüyasında gökten bir ip uzatıldığını, elini uzattığı hâlde onu tutama­dığını gördü. Bunu, çıkacak peygambere kendisinin yetişemeyeceğine yordu. Çocuklarına, ona yetişirlerse iman etmelerini vasiyet etti.

Aradan yıllar geçti… Hicret’in 9. yılında Züheyr’in oğulları Büceyr ve Ka’b, Me­dine’ye giderlerken Eraku’l-Azzaf a geldiklerinde Büceyr kardeşine, “Sen bura­da dur da ben gidip Muhammed’le bir görüşeyim.” dedi ve Medine’ye gitti. Re­sû­lul­lah ile biraz sohbet ettikten sonra da Müslüman oldu. Kardeşi Ka’b’a haber salarak Müslüman olduğunu bildirdi. Ka’b çok kızdı. Gönderdiği şiirinde onu yerdi.

Onun bu hâline çok üzülen kardeşi Büceyr, Müslüman olmasını çok istiyor­du. Bir şiir yazıp gönderdi. Mektubu alan Ka’b ne yapacağını, nasıl hareket ede­ceğini uzun uzun düşündü. Bu arada hidayet nuru kalbini aydınlatmaya başla­mıştı. Medine’ye hare­ket etti. Gizlice şehre girdi. Daha önce tanıdığı birinin evi­ne misafir oldu. Sabahleyin Re­sû­lul­lah’ın huzuruna çıktı. Elini Peygamberimi­zin mübarek eli üzerine koydu. Sonra da, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ka’b bin Züheyir, yap­tıklarına pişman olarak ve İslamiyet’i kabul ederek gelmiş bulunuyor. Onu size getirsem, kendisini affeder, Müslümanlığını kabul buyurur musunuz?” dedi. Peygamberimiz, “Evet.” cevabını verince de hemen Kelime-i Şehadet getirdi. Peygamberimiz, “Sen kimsin?” diye sordu. Ka’b, “Ben Ka’b bin Zü­heyr’im.” de­di. Sonra da Müslüman olduğunu, tövbe ettiğini dile getiren ve “Bânet Süâd (Sevgili Uzaklaştı)” sözleriyle başlayan uzunca bir kaside okudu. Bittiğinde Peygamberimiz sırtından bürdesini (hırka) çıkarıp ona giydirdi. Bu kaside “Kasîde-i Bür­de” ismiyle, Ka’b da (r.a.) “Kasîde-i Bürde Sahibi” diye meşhur oldu.

Re­sû­lul­lah’ın Ka’b’a verdiği hırka Hicret’in 26. yılında vefat edinceye kadar yanında kaldı. Muâviye’nin (r.a.), “Re­sû­lul­lah’ın hırkasını bize sat.” teklifini Ka’b (r.a.), “Ben, Re­sû­lul­lah’ın hırkasını giymek hususunda hiç kimseyi kendi­me tercih etmem!” diyerek reddetti. Fakat vefatından sonra Ka’b’ın oğulları onu Muâviye’ye (r.a.) sattılar...

Bu mübarek hırka tevarüs yoluyla halifeden halifeye geçti. Nihayet Yavuz Sultan Selim, diğer emanetlerle birlikte onu da Mısır’dan İstanbul’a getirdi. Hır­ka hâlen Topkapı Sarayı (Müzesi) Hırka-i Saadet Dairesi’nde bulunmakta ve İki Ci­han Serveri’ni hatırlatan mukaddes bir emanet olarak herkes tarafından ziyaret edilmektedir.

Hz. Ka’b’ın “Kasîde-i Bürde”si Fransızca, İtalyanca ve diğer bazı dillere çevril­miştir. Ka’b’ın (r.a.) diğer kaside ve şiirleri “Şerh-i Divan-ı Ka’b ibni Züheyr” is­miyle şerhedilmiştir.[1]


_____________________________________
[1]Sîre, 4: 144-158; Müstedrek, 3: 578-586.

27 Ocak 2019 Pazar

Katâde bin Nûman (r.a.)


Sahabiler kendilerine muarız olan o çevrede, bütün dünyanın karşılarında oldu­ğu o zamanda, Peygamber Efendimize (a.s.m.) öylesine gönülden bağlanmış, ona öylesine gönül vermişlerdi ki, onun uğrunda anadan babadan, yârdan serden, mal­dan mülkten geçmişlerdi. Her şeylerini onun getirdiği hidayet güneşinin dün­yayı aydınlatması, önündeki engellerin bertaraf edilmesi yolunda feda etmiş­lerdi.

Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) olan sevgileri her şeyden daha üstündü. Çünkü imanları kemal mertebesindeydi. Onların dilinde şu ifadeler sadece bir edebiyat olsun di­ye dolaşmıyordu:

“Anam babam, malım, evladım ve nefsim sana feda olsun, yâ Re­sû­lal­lah!”

Onlar yüksek fedakârlık ifadesi olan bu sözü bütün kalplerine ve benliklerine sindirmişlerdi. Re­sû­lul­lah’ı sevinçli görseler yüzleri güler, onu üzgün bulsalar dünyaları kararırdı. Çünkü bu fâni âlemde, fena toprağında yok olup gitmekten onların kurtulmasına, önlerine ebedî saadet ufuklarının açılmasına vesile olan, o zat idi.

Uhud Harbi’nin en dehşetli anları yaşanıyordu... Bir ara müşriklerin bozguna uğradığını zanneden okçular, Re­sû­lul­lah’ın talimatını unutarak zafer havasına kapıldılar ve bulundukları tepeyi terk ettiler. Bu fırsatı gözleyen ve daha sonra Müslümanlar safına geçip “Allah’ın Kılıcı” unvanına mazhar olacak olan Hâlid bin Velid derhâl bundan istifadeyle İslam ordusunu arkadan kuşatıverdi. İki ateş arasında kalan Müslümanlar böylece çok zor durumda kalmışlardı. Hattâ müşrikler, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) yanına kadar yaklaşabilmişler ve bulundu­ğu tarafa doğru ok yağdırmaya başlamışlardı. Bütün maksatları, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) vücudunu ortadan kaldırmaktı. Ancak fedakâr sahabiler vücutları­nı, canlarından çok sevdikleri Peygamberleri önünde siper etmişlerdi. Âdeta onu etten bir kale içine almışlardı. Bütün bu fedakârane gayretlere rağmen bir ok Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) çenesine isabet etmiş ve mübarek dişleri kırmıştı. O ka­dar ki, yüzü kanlar içinde, yan üzeri bir çukura düşmüştü. Düştüğü yerden kal­kan Re­sû­lul­lah (a.s.m.), “Kendilerini Rab’lerine imana davet eden Peygamber­lerini kana bulayan bir kavim, nasıl kurtulabilir?!” diye üzüntüsünü ifade etti. Ancak onun bu serzenişi üzerine şu mealdeki âyetler nazil oldu:

“Ey Resûlüm! Kulların yaptıkları işlerin hiçbirinden sen mesul değilsin. Al­lah ya onlara rahmetiyle tövbeyi nasip eder yahut zalim olduklarından dolayı onları azaba çarptırır. Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah’ındır. Dilediğini mağfiret eder, dilediğine azap verir. Allah Gafûr ve Rahim’dir.”[1]

İşte o çileli günde müşrik oklarına göğsünü siper eden, hattâ Re­sû­lul­lah’ı (a.s.m.) adım adım takip ederek ve nereye dönerse derhâl onun önüne ve hizası­na gelerek mübarek simasının önünde siperlik yapan kahraman ve cefakâr biri vardı. Kendisine isabet eden okların acısına aldırmıyordu bile... Bir taraftan göğ­süne saplanan okları çekip çıkarıyor, diğer taraftan da yayına ok takarak düş­mana atıyordu. Bu zat, Allah ve Resûl’üne (a.s.m.) canını feda eden sahabe Katâde bin Numan’dı. Göğsü ok yaralarından delik deşik olmuş, kanlar içinde kalmıştı. Ama onda öyle bir Re­sû­lul­lah aşkı vardı ki, bunlara aldırmıyor, asla Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) siperliğinden ayrılmıyordu. Yüzünü onun yüzüne siper ediyordu. Tam o sırada bir ok gelip gözüne isabet etti. Göz bebeği, yüzünün üstü­ne doğru düşüvermişti. Mutlaka Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) isabet edecek bir oka mâni olurken gözünden olmuştu. Dengesini kaybeder gibi oldu. Onun bu durumunu gören Re­sû­lul­lah dayanamadı ve gözyaşları içinde şöyle duada bulundu:

“Ey Yüce Rabb’im, Katâde yüzüyle ve gözüyle Peygamberini korudu. Sen ona daha güzel ve keskin gören bir göz nasip eyle.”

Sonra da hastalara şifa, dertlilere deva olan mucize dolu eliyle Katâde’nin göz bebeğini göz çukuruna yerleştirdi. Onun duası ve mucize sunan eli sayesin­de Katâde’nin gözü eskisinden daha güzel ve sağlam olmuştu. Hattâ Uhud Harbi’nden sonra, bu mucizeyi hatırlatan gözüyle anılır olmuştur. Katâde’nin bir torunu, yıllar sonra İslam halifesi Ömer bin Abdülaziz’in (r.a.) yanına vardığında kendisini Katâde ile tanıtmış ve şöyle demiştir:

“Ben öyle bir zatın torunuyum ki, Resûl-i Ekrem (a.s.m.) onun çıkmış gözünü yerine koyup o anda şifa bulmuş ve gözlerin en güzeli olmuştur.”[2]

Katâde bin Numan, sahabilerin ileri gelenlerinden olup böylesine fedakâr ve yiğit bir kimseydi. Birinci Akabe Biatı’nda Müslüman olanlardandı. Başta Be­dir, Uhud ve Hendek olmak üzere Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ve İslam davasına bü­yük faydalar sağlamıştı.

İslam güneşinin Arap Yarımadası’nı iyice hâkimiyeti altına aldığı ve Mek­ke’nin fethedildiği gün, bu mücadelelerde büyük payı olan biri olarak Peygam­ber Efendimiz (a.s.m.), yaşlanan Katâde’ye bir değnek vermişti ki, bu değneğin vasfı hiçbir benzerinde yoktu. Tıpkı bir projektör gibi, Katâde’nin çevresindeki 10 arşınlık bir daireyi aydınlatıyordu.[3]

Hicret’in 23. yılında 65 yaşında vefat eden bu sahabinin bıraktığı fedakârlık anlayışının bizlere örnek olmasını diliyor, bizleri de şefaatlerine nail etmesini niyaz ediyoruz.


___________________________________
[1]Âli İmrân Sûresi, 12-129.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 195; Mektûbât, s. 143.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 196.

26 Ocak 2019 Cumartesi

Mâlik bin Sinan (r.a.)


Hayat yükü, geçim sıkıntısı, çoluk çocuk derdi bütün ağırlığıyla omuzundaydı. Zaruri ihtiyaçlarını bile zor şartlar altında karşılıyordu. Dünyalık namına elinde ne varsa hepsini de kaybedince bütünüyle fakr u ihtiyaç içinde kaldı. Ailesine bir avuç hurma, çocuklarının açlığını bastıracak bir parça ekmek temi­ninde güçlük çekmek, bir baba için ne kadar dayanılmaz bir hâldi... Bir seferinde üç gün üst üste yiyecek bir şey bula­mamıştı.

Bu derece muztar bir durumda bulunduğu hâlde, derdini kimseye açamıyor, sıkıntısını bir başkasıyla paylaşamıyordu. O zamana kadar kimseden bir şey is­tememiş, kimseye el avuç açmamıştı. İstiğnasından, iffetinden taviz veremi­yordu. Görenler de gerçek durumunu tahmin edemiyor, kendisini zengin sanı­yorlardı.

Fakat bir bilen vardı: “Sadaka, kendilerini Allah yoluna vakfeden fakirler içindir. Bunlar rızık aramak için yeryüzünde dolaşamazlar. Durumlarını bilme­yen kimse, hayâ ve iffetlerinden dolayı onları zengin sanar. Sen, onları yüzlerin­den tanırsın. Onlar insanlardan yüzsüzlük edip bir şey istemezler...”[1]

Yüce Mevla, Kelam-ı Kadim’inde methettiği böylesi muztar müminleri Habibine bildiriyordu. Fakat o sıralar hemen hemen bütün Müslümanlar benzer bir durumdaydı. Mekkeli yüzlerce Muhacir, Medine’ye gelmiş, Ensar kardeşleri bütün varlıklarını yeni misafirleriyle paylaşmışlardı. Bunun için kısa zamanda bir çözüm getirmek de mümkün değildi.

O gün Mescid-i Nebevî’ye geldi. Dava arkadaşlarını görerek teselli bulacaktı. Bir köşeye sessiz sakin oturuvermişti. O sırada Allah Resûlü’nün gözüne çarptı. Bu mütevekkil sahabisini gören Peygamberimiz, Ashâbına onu şöyle takdim ediyordu:

“İçinizden iffet sahibi birisini görmek isteyen varsa, Mâlik bin Sinan’a bak­sın.”

Hz. Mâlik, hidayet Peygamberinin fedakâr ve müttaki bir sahabisiydi. Medi­ne’ye teşrif buyurduğunda kendisine kucak açan, aile efradıyla birlikte iman sa­fına katılan, barışta ve cihadta hep yanı başında yer alan bahtiyar bir insandı. Ha­nımı Enise, her yönden kendisine tam bir destekti. Onunla birlikte iman etmiş, hizmet ve cihad meydanlarından geri kalmaması için kendisine düşen imkânları hazırlamış, teşvik etmişti.

Uhud cihadı için yapılan istişare toplantısında karar verilmek üzereydi... Mâlik bin Sinan, cihad aşkını Bedir’de tatmıştı. Âdeta yerinde duramaz hâldey­di, Allah’ın nurunu söndürmek isteyenlerin tekrar karşısına çıkmak arzusun­daydı. Fikrini şöyle açıkladı:

“Biz iki hayırlı işin arasındayız. Ya Allah bizi mutlaka muzaffer kılar, onlar­dan ise ancak kaçmaya muvaffak olanlar kurtulur veya Allah bize şehitliği na­sip eder… Yâ Re­sû­lal­lah, Allah’a yemin ederim ki, benim için iki ihtimal de aynı­dır. Hangisi tahakkuk ederse etsin mutlaka hayır ondadır.”

Henüz 11 yaşındaki küçük oğulları Ebû Sâid el-Hudrî’nin minik kalbindeki iman o kadar coşmuştu ki, Peygamberimizle birlikte bulunmak, onun nurlu soh­betini dinleyerek cennetten anlar yaşamak için gayret ediyordu. Ayrıca kendi gücüne kuvvetine bak­madan, Peygamberimizin işaret ettiği her hizmete koşmak için can atıyordu. Mes­cid-i Nebevî inşa edilirken mukaddes mabedin taşlarını o da omuzluyordu. Bedir cihadı’na katılmayı o kadar arzu etmesine rağmen, yaşı­nın küçüklüğünden dolayı kabul edilmemişti.

13 yaşındaki Ebû Sâid’in içine ateş düşmüştü. Epeyce cihadeğitimi yapmıştı. Kendi boyu kadar da olsa kılıç taşıyıp, müşriklerin karşısına dikilebileceğinden emindi. Ken­di­sine güveniyordu. Bedir’de kabul edilmemişti. Ama bu sefer ıs­rarlıydı. Re­sû­lul­lah’ın hu­zuruna geldi, yalvardı yakardı. cihad ordusunun en küçük ferdi olmayı rica etti. Kahra­man ruhuna Medine’de kalmayı yediremiyordu. Bu samimi ısrarı ve arzusunu Peygamberimiz kırmadı. Orduya kabul et­ti. Baba-oğul yan yana İslam ordusunda yer alacaktı.

Ordu Medine’den ayrıldı. Uhud Dağı eteğine kondu. Bir anda nurlu Peygam­ber, fedaileri ile şaşkın müşrik güruhu yüz yüze geldi. Fazla bir zaman geçmeden müşrikler büyük bir hezimete uğradı. Fakat Müslüman okçular kendilerine ve­rilen talimata uyma­dıklarından düşman ordusu yeniden toparlandı. Bir anda iş ciddileşti. Hedef Allah’ın Resûl’üydü. Bütün müşrik silahşörleri, Peygamberi­mizin bulunduğu çadıra doğru ilerliyordu. Bu arada Müslümanların bir kısmı da paniğe kapılmış, mevzilerini terk etmişlerdi. Fakat bir grup gözü pek fedai, Pey­gamberimizin etrafında halkalanmış, vücutlarını o mübarek vücudun önünde kale yapmışlardı.

Bu arada bir müşrik darbesiyle Peygamberimizin mübarek yüzü kanamıştı. Mâlik bin Sinan da orada hazırdı. Peygamberimizin yüzünü yaralı vaziyette gö­rünce, muazzez kanının yere düşmemesi için hemen yanına yaklaştı. Yüzünde­ki kanı yalayarak sildi. Zaten kendisi de yaralıydı, ancak son gücüne kadar da­yanmalıydı. Çünkü bir anlık ihmal Re­sû­lul­lah’ın hayatına mal olabilirdi. Fakat vücudu kan revan içindeydi. “Gurab bin Süfyân” adlı müşrikin kılıç darbesi, Hz. Mâlik’in cennete uçmasına kâfi gelmişti

Şehitler defnediliyordu. Sıra Hz. Mâlik’e gelmişti. Peygamberimiz de orada hazırdı. Kabre konmadan önce sahabilerine yöneldi, şöyle hitap etti:

“Kanım kanına karışan kişiye cehennem ateşi erişemez.”

Evet, Hz. Mâlik hem şehitlik mertebesine ulaşmış, hem de bu vesileyle cehennem ateşinden korunmuştu.[2]

Allah ondan razı olsun!


______________________________
[1]Bakara Sûresi, 273.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 281; el-İsâbe, 3: 345-346; Sîre, 3: 85.

25 Ocak 2019 Cuma

Meysere bin Mesrûk (r.a.)


Peygamberimiz (a.s.m.) nerede bir topluluk görse, hakkı tebliğ ediyor, ilan edi­yor­du: Ukkaz’da, işte Mecenne’de, işte Zülmecâz’da… Kabile kabile dolaşıyor, hakikat çekirdeklerini, iman tohumlarını atıyordu. Kovuluyor, hakaretlere ma­ruz kalıyor, ama yine yılmıyordu. Bu tohumlar belki yıllar sonra meyve vere­cekti. O, “hakkı tebliğ” vazifesini yerine getiriyordu.

İşte, Muharib bin Hafsaoğulları yurdunda 120 yaşında bir ihtiyara Rabb’inin emirlerini anlatıyor… İhtiyar adam, “Sana bir şey diyemem. Ama işte, görü­yorsun, Ebû Le­heb burada duruyor.” diye cevap veriyor.

Hz. Peygamber, mahzun ve mükedder. Kara karga Ebû Leheb, kara bir ruh gi­bi onu takip ediyor, onun âb-ı hayat takdim ettiği insanları tehdit edip kendi zehirini içiriyordu. Hâlbuki daha dün ona “el-Emîn” demişlerdi. Ama şimdi arka­sından “Yalancı!” diye bağırıyorlardı. İşte küfrün tezadı...

Hz. Peygamber, davasına öyle inanmıştı ki, o çileli ve ıstıraplı günlerde, kisraların yıkılışını, Bizans’ın fethini haber veriyordu. Haber verdiği gibi de ol­madı mı?

Yüce davasını tebliğe bıkmadan usanmadan devam ediyordu. İnanmışlığın, azmin ve sebatın kuvveti ile…

İşte yine Minâ’da, Abeseoğullarının konakladığı yerde… Bineğinin terkisinde, her zamanki gibi vefalı hizmetkârı Zeyd bin Hârise var. Orada veciz bir nutuk irat ederek Abeseoğullarını İslam’a davet ediyor.

İçlerinden Meysere bin Mesrûk’un kalbine iman ateşi düşmüştü. Kavmine şöyle dedi:

“Allah’a yemin ederim ki, eğer bu zatı tasdik edip onu aramıza alsak, çok güzel olur!”

Kavmi ona, “Bırak, gücümüzün yetmeyeceği şeyi bize tek­lif etme!” dedi.

Hz. Peygamber, Meysere ile konuşup Müslüman olmasını teklif etti. Meysere, “Senin sözlerin ne kadar güzel, ne kadar aydınlık! Bunu biliyorum. Fakat kavmim bana muhalefet ediyor. Eğer bir adama kavmi yardım etmezse hâli kö­tü olur!” cevabını verdi.

Allah’ın Resûl’ü oradan ayrılıp giderken, Meysere kalbinden bir şeylerin kop­tuğunu hissetti. Ardından uzun uzun baktı, tâ ufukta kayboluncaya kadar—has­retle, iştiyakla...

Meysere, kavmini Fedek Yahudilerinin yanına götürdü. Yahudiler, Allah Resûlü’nün vasıflarını Tevrat’tan okudular:

“Ümmi, Arap bir peygamber... Deveye biner, az bir ekmek parçasıyla iktifa eder. Ne uzun boyludur, ne de kısa boylu… Saçları ne kıvırcık ne de tamamen düzdür. Gözünde tatlı bir kırmızılık vardır.”

Yahudiler şöyle dediler:

“Eğer sizi davet eden bu zat ise, davetini kabul edin, dinine girin. Biz onu çekemiyoruz, bu sebeple ona uymayacağız. Onunla za­man zaman aramız açılacak! Ona tabi olmayan veya onunla cihadmayan hiçbir Arap kalmayacak. Eğer ona uyanlardan olursanız, siz kazanırsınız.”

Meysere’nin gözleri ışıl ısıldı:

“Ey kavmim! Durum açık. Gidip tabi olalım.” dedi. Kavmi ise, “Gelecek sene hac mevsiminde gider, onunla buluşuruz.” dedi. Fakat daha sonraki yıl kavmin ileri gelenleri, Re­sû­lul­lah’a gitmemekte direttiler. Allah’ın hidayeti onlara nasip olmayacaktı.

Yıllar yılları kovaladı. Meysere’yi Allah Resûlü’ne gitmekten alıkoyan “mezar-ı müteharrik bedbahtlar” ihtiyarladılar, toprak oldular.

Veda Haccı yılında Meysere, Re­sû­lul­lah’a kavuştu. Koşarak gitti, gözyaşları arasında Allah Resûlü’nün ellerine kapandı:

“Ey Allah’ın Resûl’ü! Vallahi ilk karşılaştığımızda sana tabi olmuştum. Birta­kım hadiseler oldu. Demek ki, Allah benim sana kavuşmamı geciktirdi. Artık sana kavuştum, Allah’a hamd olsun!”[1]

Meysere’nin saadeti sonsuzdu artık; çünkü Allah Resûlü’nün yanındaydı... Bu bahtiyarlar kervanına tabi olup kadrini bilenlere ne mutlu!


__________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 4: 427; İsâbe, 1: 295.

24 Ocak 2019 Perşembe

Mikdad bin Esved (r.a.)


İslam’ın kurtarıcı elinin ulaştığı insanların sayısı gün geçtikçe artıyordu. Ancak Müslümanlar, müşriklerin hiçbir fayda ve zararı dokunmayan putları bırakarak Cenâb-ı Hakk’a iman etmeyi büyük bir suç olarak görmeleri sebebiyle, imanları­nı gizlemeye mecbur kalıyorlardı. İşte bu kritik zamanda hiç tereddüde düşme­den iman eden bahtiyarlardan birisi de Mikdad bin Esved idi (r.a.).

Hz. Mikdad’ın kabilesi düşman istilasına uğramış; yurtları, toprakları ve malları ellerinden alınarak yağma edilmişti. Bunun üzerine Mekke’ye gelen Mik­dad bin Esved, Abd-i Yegûs Hanedanı’na sığındı. Bu hanedan, çok sevdikleri için onu evlatlık edindiler. Hz. Mikdad, kimsesiz olduğu için daha ihtiyatlı dav­ranması gerektiği hâlde, imanını daha fazla gizleyemedi. İnancı uğrunda çile­nin her türlüsüne razıydı. Hiçbir müşrikten korkmuyordu. Kâinata meydan okuyabilecek hakiki bir imana sahip olduktan sonra kimden korkacaktı? İşte bu kararlılık içinde olduğu hâlde müşriklerin yüzlerine karşı imanını haykırdı.

Mikdad, o âna kadar Müslüman olduğunu açıklayanların yedincisiydi. On­dan önce Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ammar, Ümmü Sümeyye, Süheyb ve Bilâl (r.a.), imanlarını açığa vurmuşlardı. Cenâb-ı Hak bu yedi kişiden Peygamber Efendimizi amcası vasıtasıyla, Hz. Ebû Bekir’i de kavminin deste­ğiyle bir müddet korudu. Müşrikler bunlara bir şey yapamadılar. Fakat diğer sahabilerin, kendilerini müşriklere karşı koruyacak kimseleri yoktu. Bu sebep­le Hz. Mikdad’ı ve diğerlerini yakalıyor, elbiselerini soyarak demirden zırhlar giydiriyorlar, saatlerce, hattâ günlerce kızgın güneşin altında bekletiyorlardı.[1]Ancak bütün bu işkenceler, onların imanlarını daha da kuvvetlendiriyordu. Di­ğer taraftan müşrikler, bütün akıl almaz işkencelerine rağmen, Müslüman olan ve bunu açıklamaktan çekinmeyen sahabilerin sayısının artmasına mâni olamı­yorlardı. Çünkü inanç, baskı ve zulümle engellenemezdi.

Nihayet işkenceler dayanılmaz bir hâl alınca, Peygamberimiz, Müslümanla­rın meşakkatlerini hafifletmek için Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye bu­yurdu. Bunun üzerine Müslümanlar hicret ettiler. Bunların içinde Hz. Mikdad da bulunuyordu. Habeşistan’da bir müddet kaldıktan sonra, Peygamberimizin Medine’ye hicret ettiğini haber aldı. Peygamber hasretine daha fazla dayanama­dı ve vakit geçirmeden Habeşistan’dan Medine’ye hicret etti. Dönüşünde, Pey­gamber Efendimiz onu mühim bir vazifeyle Mekke’ye gönderdi. Mekkelilerin Müslümanlar hakkındaki düşüncelerini öğrenecekti. Vazifesi son derece tehlike­liydi, çünkü müşrikler kendisini tanıyordu, yakalayıp öldürebilirlerdi. Hz. Mikdad bunları bilmiyor değildi. Fakat onun bütün istediği, canını Allah yo­lunda feda etmek değil miydi? Hiç tereddüt etmeden Mekke’ye hareket etti. İs­tenilen bilgileri toplayarak kısa zamanda Peygamberimize getirdi.[2]

Hz. Mikdad, Re­sû­lul­lah’ı çok seviyor, onun yanından ayrılmak istemiyordu. Ce­nâb-ı Hak, onun bu hâlis niyetinin mükâfatını verdi. Peygamberimiz, Muha­cirlerle En­sar’ı 10’ar kişilik gruplara ayırarak aralarında kardeşlik akdi yapmıştı. Mikdad, Peygamberimizin bulunduğu grubun içinde kaldı.[3]

Mikdad’ın Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Çok severdi. Sevgi­sinin tezahürü olarak, amcası Zübeyr’in kızı Dıbaa’yı ona nikâhladı. Peygamber Efendimiz bir hadislerinde de ona olan sevgisini şöyle beyan buyurur:

“Allah bana Ashâbımdan hususi olarak dört kişiyi sevdiğini bildirip, benim de onları sevmemi emretti. Bunlar Ali, Mikdad, Selmân ve Ebû Zer’dir.”[4]

Hz. Mikdad’ın en bariz vasıflarından biri, haksızlığa uğrayan bir kimse gör­düğünde ona yardım etmekti. Haksızlığa hiç tahammül edemezdi. Bir gaza esn­asında birlik kumandanı, askerlere, “Kimse hayvanlarını otlağa çıkarmasın.” şeklinde bir emir vermişti. Askerlerden birisi her nasılsa bu emri duymamıştı. Hayvanını otlağa saldı. Bunu öğrenen kumandan hiddetlendi ve askeri dövme­ye başladı. Bu durumdan haberdar olan Hz. Mikdad kumandana gitti ve “Ne hakla adamcağıza dayak attın?! Vallahi sen ona ne kadar vurduysan, onun da o kadar sana vurması lazımdır!” dedi. Kumandanın bu büyük sahabiye saygısı sonsuzdu. Bu sebeple teklifine rıza gösterdi. Fakat asker, kumandanını affetti. Bunun üzerine Mikdad şöyle dedi:

“Allah’tan ümidim, İslam’ın aziz kalmasıdır. Ben öleyim; ama İslam’ın zillete düştüğünü görmeyeyim!”[5]

Müslümanlar, Medine’ye hicret etmekle müşriklerin işkencelerinden kurtul­muş­lar­dı. Ancak müşrik tehlikesi hâlâ bir tehlike olarak devam etmekteydi. İslam’ın gelişmesine mâni olmak için her an Medine’ye saldırabilirlerdi. Nitekim Hicret’in 2. yılında bütün imkânlarını kullanarak, sayıca ve silahça mücahitler­den çok üstün olan kalabalık bir ordu hazırladılar.

Peygamber Efendimiz bunu haber alınca sahabilerle istişare etti. Zaten hak­kında vahiy nazil olmayan hususlarda Ashâbıyla istişare etmek, Re­sû­lul­lah’ın âdetlerindendi. Kendi düşüncesine uymasa da istişareden çıkan kararı tatbik ederlerdi. Bu istişarede Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, müşriklerle cihadmak husu­sunda güzel bir konuşma yaptılar. Hz. Mikdad da oradaydı. Söz aldı ve mücahit­leri coşturan ve aynı zamanda da imrendiren şu konuşmayı yaptı:

“Yâ Re­sû­lal­lah! Allah sana ne emrettiyse onu yerine getir. Biz seninle berabe­riz ve senin yanındayız. Biz İsrâiloğullarının Mûsâ’ya (a.s.) dediği gibi, ‘Git, sen ve Rabb’in onlarla çarpışınız da, biz burada oturalım!’ demeyiz. Fakat biz şöyle deriz: ‘Git, sen ve Rabb’in onlarla cihadınız. Biz de sizin yanınızda, sizinle bir­likte çarpışırız. Seni Hak din ve kitap ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen bizi Mekke’nin arkasında ve Yemen taraflarında, beş gecelik mesafede bulunan Berku’l-Gımad’a kadar yürütecek olsan oraya kadar yürür; senin sağında so­lunda, önünde arkanda çarpışırız!”

Hz. Mikdad’ın bu konuşması Peygamberimizin çok hoşuna gitti. Ona hayır duada bulundu.[6]Daha sonra da bu cesur sahabisini sol cenah kumandanlığına tayin etti. Müşriklerle yapılan bu ilk cihadta Hz. Mikdad büyük fedakârlıklar gösterdi. Neticede İslam ordusu kesin bir zafer kazandı.

Peygamberimizle birlikte gazalara iştirak eden Mikdad, fakir bir sahabiydi. Aç kaldığı günler çok olurdu. Fakat hiçbir zaman hâlinden şikâyetçi olmaz, içinde bulunduğu duruma şükrederdi. Allah’tan ümidini hiçbir zaman kesmez­di. Bazen bunun peşin mükâfatını alırdı.

Medine’de kıtlığın hüküm sürdüğü ve halkın, açlıktan karınlarına taş bağla­mak zorunda kaldıkları bir günde Mikdad evden çıktı. Birkaç gündür yemek yememişti. Bâkiü’l-Kargad Kabristanı’nda “Hacebe” denen yere kadar gitti. Bir harabeye girdi ve oturdu. Biraz sonra orada bulunan bir delikte bir dinar gördü. Akabinde delikten 17 tane dinar çıkardı. Kıtlık zamanında 17 dinar çok paraydı. Fakat acaba bu parayı alıp harcaması doğru olur muydu? Sünnet­ten ayrılmayan ve bir müşkili olduğunda hemen Re­sû­lul­lah’a gelen Hz. Mikdad yine öyle yaptı. Peygamberimize gelerek hadiseyi nakletti. Peygamber Efendimiz bu parayı harcamasında bir mahzurun bulunmadığını haber verdi.[7]Çünkü o para, hâlis niyetine karışılık, Allah’ın bir ikramıydı.

Hz. Mikdad’ın hususiyetlerinden birisi de, bir insan hakkında konuşurken ih­tiyatlı davranmasıydı. Bir insanın gerçek yüzünü, fikir ve mahiyetini öğrenme­den hüküm vermezdi. Bu hususta şöyle derdi:

“Ben bir insanın sonunu görmeden onun hakkında iyi veya fena bir şey söyle­mem. Çünkü bu hususta Re­sû­lul­lah’a sorulmuştu da, o şu cevabı vermişti: ‘İnsa­nın kalbi kadar değişen bir şey yoktur.’”[8]

Allah ve Resûl’ü uğrunda her şeyini te­reddütsüz feda eden ve hayatının her ânını İslamiyet’in yücelmesi için harcayan Hz. Mikdad, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanında da büyük hizmetlerde bu­lundu. Hz. Ömer onun cesaretini takdir eder ve onu bin kişilik orduya denk tu­tardı.

İslam fütuhatının hızla yayıldığı yıllarda mücahitler Mısır hudutlarına da­yan­mış­lardı. İslam ordularının kumandanı Amr bin Âs (r.a.), Mısır’ın fethi için Hz. Ömer’den yardım göndermesini talep etti. Hz. Ömer şöyle bir mektup yaz­dı:

“Sana dört bin kişi gönderdim. Her binin başında bin kişiye bedel bir kuman­dan bulunmaktadır. Bunlar Zübeyr bin Avvam, Mikdad bin Esved, Ubâde bin Sâmit ve Mes­le­me bin Muhallad’dır.”[9]

Şehit olmayı çok arzulayan ve bu arzusuna kavuşmak için ömrünün son anla­rına ka­dar cihat ordularına katılmaktan geri durmayan Hz. Mikdad, Hicret’in 33. yılında Hz. Osman’ın hilafeti zamanında vefat etti.[10]

Allah ondan razı olsun!


____________________________________
[1]Hilye, 1: 172.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 409.
[3]Müsned, 6: 4.
[4]Hilye, 1: 172; Üsdü’l-Gàbe, 4: 410; Fethü’r-Rabbânî, 22: 359.
[5]Hilye, 1: 176.
[6]Sîre, 2: 266; Tabakât, 3: 162.
[7]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 478.
[8]Müsned, 6: 4; Hilye, 1: 175.
[9]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 505.
[10]Üsdü’l-Gàbe, 4: 411; Tabakât, 3: 163.

23 Ocak 2019 Çarşamba

Muammer bin Abdullah (r.a.)


Hz. Muammer, İslamiyet’in ilk yıllarında Müslüman oldu. İkinci kafileyle Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet sonra Mekke’ye tekrar döndü. Medine’ye hicret etmekte bi­raz gecikti, bu sebeple cihadlara iştirak edemedi.

Veda Haccı’na katıldı. Peygamberimizin hizmetinde bulundu. Re­sû­lul­lah’ın devesi üzerinde bulunan “mahmil”i düzenlemekle vazifelendirilmişti. Bir defasında iyice bağla­madığı için “mahmil” yolda sallanmaya başladı. Peygamberimiz, “Muammer, bu mah­milin bağları gevşek gibi geliyor bana!” buyurdu. Muammer (r.a.), “Yâ Re­sû­lal­lah, ben her zamanki gibi onu sımsıkı bağlamıştım. Benim hizmetinizde bulunma şerefime gıpta eden biri gevşetmiştir!” dedi. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) tebessüm ederek, “Muammer, senin gönlün rahat olsun, ben senin yerine kimseyi tayin etmem!” buyurdu.

Bu bahtiyar sahabi, Re­sû­lul­lah’ın mübarek saçlarını kesme şerefine de nail oldu. Usturayı hazırladığında latife olarak, “Muammer! Re­sû­lul­lah, kulağının memesini sana tes­lim etmiştir.” buyurmuştu.

Muammer (r.a.) sevinçliydi, “Yâ Re­sû­lal­lah, bu, Allah’ın ne kadar büyük bir nimeti ve ihsanıdır ki, sizin saçınızı kesmek şerefine nail oldum!” diye cevap vermişti.[1]


_______________________________
[1]Tabakât, 4: 139; Müsned, 4: 242.

22 Ocak 2019 Salı

HZ. MÛAZ B. CEBEL (r.anh)




Ensârın ileri gelenlerinden bir sahabi. Adı, Muaz b. Cebel b. Amr b. Evs el-Ensâri el-Hazrecî'dir. Künyesi, s"Ebu Abdurrahman"dır. On sekiz yaşında müslüman olmuştur. Peygamber Efendimiz'le birlikte bütün cihadlara katılmıştır. Rasûlüllah (s.a.s) onu Muhâcirînden Abdullah b. Mes'ud ile kardeş yapmıştı. Muhammed b. Sa'd: "Muaz, uzun boylu, beyaz tenli, güzel dişli, iri gözlü, çatık kaşlı ve kıvırcık saçlıydı" diye tanımlamıştır.

Hz. Peygamber kendisini çok seviyor ve zaman zaman: "Ey Muaz seni seviyorum" demek suretiyle bu sevgisini açığa vururdu. Ashab arasında da, yüz güzelliğinin yanında, yumuşak huyluluğu, hayâsı, cömertliği ile tanınıyordu. Onu Hz. Ömer de çok seviyordu. Muaz hakkında şöyle dediği rivayet edilir: "Analar bir daha Muâz gibisini doğuramaz. Eğer Muâz olmasaydı Ömer helak olurdu, şayet Muaz benim hilafetim zamanında yaşamış olsaydı onu kendimden sonra halife tayin ederdim ve Rabbim bana onu niçin halife tayin ettiğimi sorduğunda da: "Ya Rabbi, senin Rasûlün'ü, Âlimler kıyamet gününde bir araya geldiklerinde Muâz, bir ok atımı (veya bir taş atımı) onların önünde olacak" derken işittim, diye cevap verirdim" demiştir (İbn Sa'd, Tabakât, III, 583-590).

Hz. Muâz, sünnete de son derece bağlıydı. Bir gün peygamber (s.a.s) mescidin kıble duvarında tükrük görmüş ve bunun üzerine: "Her biriniz namazına durduğu vakit şüphesiz Rabbi ile münâcât eder (söyleşir). Rabbi, kendisi ile kıblesi arasındadır. O halde hiç biriniz kıblesine karşı tükürmesin. Mutlaka tükürmesi gerekirse, ya sol tarafına veya sol ayağının altına tükürsün... " buyurmuştur. Bunun üzerine Muâz (r.a): "İslâmiyet'i kabul ettiğim günden beri sağ tarafıma tükürmüş değilim (çünkü sağ tarafta insanın sevaplarını yazan melek vardır)" demiş ve bu hareketiyle Rasûlüllah'a ne kadar bağlı olduğunu göstermiştir (Sahih-i Buharî, Tevridi Sarih Tercemesi, II, 353-354).

Muâz b. Cebel'in diğer bir özelliği de Kur'ân'ı ezbere bilmiş olması ve onu güzel okumasıdır. Bunun için Sevgili Peygamberimiz: "Kur'an'ı dört kişiden öğrenin: Abdullah b. Mes'ûd, Ubey b. Kâ'b, Muâz b. Cebel ve Ebu Hûzeyfe'nin âzadlısı Sâlim" buyurmuştur. Aynı zamanda Hz. Peygamber zamanında Kur'ân'ın toplanmasında emeği geçenlerdendir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 190; Tecrid Terc., IX, 401; X, 22).

Muâz (r.a), yaşayışında zühd ve takvaya da büyük önem verirdi. Geceleri teheccüd namazı kılar ve namaz sonunda: "Allahım! şu anda gözler uykuda ve gökte yıldızlar parlamış durumda. Sen ise, diri, her an yaratıklarını gözetip duransın... Rabbim bana dünya ve âhirette hidâyet nasib et! şüphesiz Sen va'dinden dönmezsin" diye duâ ederdi (İbnü'l-Esir, Üsdül-Gâbe, V, 194-197).

İbn Mes'ûd, Muâz (r.a) hakkında: "Şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen bir kimse idi; Allah'a şirk koşanlardan olmadı" demiştir. Bunun üzerine ona, bu sizin söyledikleriniz Kur'an-ı Kerim'de Hz. İbrahim hakkında söylenmiştir (en-Nahl, 16/120) denildiğinde: "Muaz da böyleydi; hayrı biliyor, ona uyuyor, Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ediyordu" cevabını vermiş ve onu İbrahim (a.s)'e benzetmiştir (Üsdü'l-Gâbe, V, 197).

Muaz (r.a), Sahabe'den Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer vs.'den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden hadis rivayet edenler arasında Enes b. Malik, Mesruk, Ebu't-Tufeyl, Esved b: Hilâl, Ebu Müslim el-Havlânî, Abdullah b. Kays ve Abdullah b. Ganem gibi zevât gelmektedir. Rivayet ettiği hadislerin toplamı ise sâdece yüz elli yedidir (ez-Zehebî, Tezkiratü'l-Huffâz, I,19-22; Nevzat Âşık, Sahabe ve Hadis Rivayeti, s. 117).

Hz. Muâz, aynı zamanda sahabenin fakihlerinden olup dinde vukuf (ince anlayış) sahibiydi. Daha Rasülullah'ın sağlığında fetva vermeye başlamıştı. Hz. Peygamber onun hakkında: "Ümmetim içerisinde helâl ve haramı en iyi bilen Muâz b. Cebel'dir" demiştir (Tecrid Tercemesi, I, 84). Peygamber Efendimiz onu, islâmı anlatıp öğretmek ve Kur'an-ı Kerim'i ezberletmek üzere, Hicretin dokuzuncu yılında Yemen'e göndermişti. Yolculuk öncesi Hz. Peygamber'le aralarında geçen konusmayı Muâz (r.a) şöyle anlatır: "Allah Rasûlü beni Yemen'e gönderirken şöyle dedi: "Sana bir mesele sorulduğunda ne ile hükmedeceksin?" Ben: "Allah'ın kitabındakilerle" diye cevap verdim. "Eğer Allah'ın kitabında bulamazsan ne ile hükmedeceksin?" dedi." "Allah Rasûlü'nün hükmettiği ile, dedim. Eğer onda da bulamazsan?" dediğinde: "Kendi reyimle içtihad ederim, diye cevap verdim. "Bunun üzerine Allah Rasûlü: "Nebisini, râzı olduğu şeyde başarılı kılan Allah'a hamdolsun" dedi. Ve Yemenlilere, size ashâbımdan ilmi ve dini en iyi bilen hayırlı bir kimseyi gönderiyorum diye bir de mektup yazdı (İbn Sâ'd, a.g.e., III, 583-590). Ona şu tavsiyelerde bulundu: "Ey Muâz! Ehl-i kitap olan bir topluma gidiyorsun. Cennet'in anahtarı nedir? diye sorarlarsa: "Lâ ilâhe illallah'tır" de. Yâ Muâz, dâima alçak gönüllü ol, hilimle (yumuşaklıkla, akla uygun olarak) hükmet. Cenab-ı Hak, sende samimiyet görürse yardımını ihsan eder, muvaffakiyet verir. Eğer içtihâddan âciz kalırsan meseleyi tahkik edinceye kadar hüküm verebilmek için bekle, yahut meseleyi bana bildir. Nefsinin arzularına uymaktan çekin. Nefsin arzuları insanı Cehennem'e götürür. Halka merhamet ve şefkatle muamele et. "Yâ Muâz! Onları Allah'tan başka İlah olmadığına ve benim Allah'ın Rasulü olduğuma şehadete çağır. Eğer bunu kabul ederlerse, Allah'ın kendilerine bir günde beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu da kabul ederlerse, zenginlerden alınıp fakirlere verilmek üzere, kendilerine zekâtın farz kılındığını bildir" (Buhari, Zekât,1). Ve şu mübarek sözleriyle vedâlaştı: Ey Muâz! Belki bu son görüşmemiz olabilir. Allah seni dinde başarılı kılsın ve sana hidâyet nasib etsin; önünden, arkandan, sağından, solundan, yukarıdan veya aşağı tarafından gelebilecek her türlü belâ ve musibetlerden korusun. Senden, insanların ve cinlerin kötülüklerini uzaklaştırsın. Ey Muâz, belki mescidimi ve kabrimi ziyaret edersin" Bunun üzerine Muâz (r.a), üzüntüsünden ağlayarak ayrıldı. Netice Allah Rasülü'nün tahmin ettiği gibi oldu. Muâz, Hz. Ebu Bekr'in halifeliği döneminde Yemen'den döndü. Kalan ömrünü Şam'da geçirdi ve Ürdün'de Tâûn hastalığından, henüz genç sayılabilecek bir yaşta otuz sekiz yaşında vefat etti (Mahmud Esad, İslam Tarihi, Trc. A. Lütfi Kazancı-Osman Kazancı, İstanbul 1983, s. 833), (Ayrıca bk. İbn Hacer, el-isâbe, III, 426-427; Suphi es-Sâlih, Hadis ilimleri ve Hadis İstilahları, Trc. M. Yaşar Kandemir, s. 322).

21 Ocak 2019 Pazartesi

Mugîre bin Şû’be (r.a.)


Akıl ve zekâları, muhakeme ve üstün kabiliyetleri dolayısıyla Araplar tarafın­dan “dâhi” denilen dört zatın birisi de Mugîre bin Şu’be’dir.[1]Hz. Mugîre, büyük meseleleri halletmekte son derece mahirdi. Bir dava ne kadar müşkil olursa ol­sun, onu çözmek için mutlaka bir çıkar yol bulurdu. En dehşetli hadiseler karşı­sında dahi şaşkınlığa kapılmaz, soğukkanlı olarak bir hâl çaresi bulurdu. Bilhassa devletler arası münasebetlerde vakar ve sükûnet içinde hareket ederdi. Zaten onun dehası bu meziyetinden ileri geliyordu.

Mugîre bin Şu’be, pehlivan yapılı, heybetli bir zattı. Hicret’in 5. yılında Müslüman oldu ve Medine’ye hicret etti.

Hicret’in 6. yılında, Peygamberimizle birlikte umre yapmak için hareket eden 1400 kişilik sahabi kafilesinde Hz. Mugîre de vardı.

Müşrikler, Peygamberimizin kalabalık bir sahabe topluluğuyla Kâbe’ye gelmekte ol­­duğunu öğrendiklerinde, “Muhammed ve beraberindekiler Mekke içine sokul­ma­ya­caktır!” diye kesin karar aldılar. Onların bu kararlarını haber alan Peygam­berimiz, Mekke’ye haber salarak, niyetinin sadece Kâbe’yi ziyaret etmek oldu­ğunu bildirdi. Müşrikler, Urve bin Mes’ud’u Peygamberimizle görüşmek üzere elçi olarak gönderdiler. Mugîre bin Şu’be o sırada Re­sû­lul­lah’ın başında nöbet tutuyordu. Peygamberimizin huzuruna çıkan Urve bin Mes’ud hem konuşuyor, hem de eliyle Re­sû­lul­lah’ın sakalını okşuyordu. Hz. Mugîre, müşrik birinin Pey­gamberimizin sakalına dokunmasına tahammül edemedi. Gerçi Urve bin Mes’ud, Hz. Mugîre’nin amcasıydı, fakat babası bile olsa henüz müşrikti. Akrabalık bağına ehemmiyet vermedi, Re­sû­lul­lah’ın sakalını okşayan amcasına şöy­le dedi:

“Elin kesilip kolundan ayrılmadan, onu Re­sû­lul­lah’ın sakalından çek! Bir müşrik eli ona dokunamaz.”

Yeğeninden gelen bu ikaz üzerine çarpılmışa dönen Urve, âniden elini çekiverdi.[2]

Mugîre bin Şu’be, Hudeybiye Anlaşması’ndan sonra, Mekke’nin Fethine, Tebük Sa­vaşı’na ve diğer cihadlara iştirak etti. O, müşriklerin korkulu rüyasıydı. Karşısında direnen çıkmazdı. Allah için kalkan kılıcının karşısında, müşrik dar­besinin akim kalması kaçınılmazdı.

Hz. Mugîre, şirke ve putlara o kadar düşmandı ki, ondaki dağlar heybetindeki iman, putların varlığına tahammül edemiyordu. Allah’tan başka zavallı varlık­lara tapılmasına hiç mi hiç mana veremiyordu. Resûl-i Ekrem, gözde sahabisi Mugîre’nin bu celadetini bildiği için, Benî Sakîf kabilesinin putlarını yerle bir etmek üzere Ebû Süfyân bin Harb (r.a.) ile birlikte onu da gönderdi.[3]

Diğer taraftan, kaderin tecellisine bakın, daha önce müşrik ordularının ku­mandanı olan Hz. Ebû Süfyân, iman cennetine girdikten sonra küfre meydan okuyordu.

Hz. Mugîre, Peygamberimizin vefatına kadar hep onunla beraberdi. Re­sû­lul­lah’ın beka âlemine irtihâl ettiğini öğrendiğinde iyice sarsılmıştı. Fakat o da in­sandı, ölümsüz değildi. Onun teçhiz ve tekfin işleriyle ilgilenmeyi çok arzu ediyordu. Ancak bu işleri görme vazifesi Peygamberimizin yakınlarına veril­mişti. Bu itibarla, bu hizmeti Hz. Ali, Hz. Abbas ve Fadl bin Abbas (r.a.) yaptı. Peygamberimizin mübarek naaşı kabre indirilirken, Mugîre bin Şu’be de kabrin başında bekliyordu. Fakat bir fırsatını bulup, Peygamberimizin vücuduna do­kunmak istiyordu. Bu meselede dehası kendisine yardımcı oldu: Fark ettirme­den yüzüğünü kabre attı, arkasından Hz. Ali’ye yüzüğünü düşürdüğünü söyle­di! Hz. Ali de inip almasına izin verdi. Kabre inen Mugîre yüzüğünü alırken, eliyle Peygamberimizin mübarek ayaklarını meshetti. Böylece Re­sû­lul­lah’ın mübarek cesedine son olarak elini süren sahabi oldu.[4]

Hz. Ebû Bekir’in halifeliği sırasında irtidat eden Yemâme halkının yola geti­rilmesi için hazırlanan orduda Hz. Mugîre de vardı. Bu orduda büyük başarılar gösterdi.

Hz. Ömer zamanında fetihler bir hayli çoğaldı. İran’ın fethi için Sa’d bin Ebî Vak­kas (r.a.) komutasında bir orduya kaydoldu. İslam ordusu Kadisiye tarafla­rına yüklen­diğinde, İran başkumandanı Rüstem, Hz. Sa’d’dan, görüşüp konuşmak için kendisine bir elçi göndermesini istedi. Hz. Sa’d da Hz. Mugîre başkan­lığında bir heyet gönderdi.

İranlıların ordugâh çadırında tam bir tantana vardı. Yerlere halı döşemişler, çevreyi süslemişler, herkese ipekli-süslü elbiseler giydirmişlerdi. Neleri var neleri yoksa ortaya dökmüşlerdi. Güya bununla Müslüman heyetinin cesaretini kıracaklardı... Mugîre bin Şu’be, İranlıların bu debdebesine aldırış etmeden ilerliyordu. Sırtındaki elbise gayet sade ve basitti. O kadar şatafatı görmezden geli­yor, hiç aldırmıyordu. Hattâ ilerlerken de onlara gözdağı vermek için, geçtiği yerin halılarını elindeki mızrakla delerek geçiyordu. Nihayet Rüstem’in yanına kadar vararak bitişiğine oturdu. Saray mensupları buna çok kızdılar: Bir elçi, bir ordu kumandanının yanına nasıl olur da oturabilirdi?! Oradan kaldırmak istedi­lerse de Rüstem mâni oldu. Yanından kaldırmadı. İranlılar, Rüs­tem’e taparcası­na hürmetkâr davranıyorlardı. Bunun üzerine Mugîre bin Şu’be şöyle dedi:

“Sizin akıllı bir millet olduğunuzu duyardık, hâlbuki sizden daha akılsız bir millet gör­­medim! Biz Müslümanlar birbirimize kulluk yapmıyoruz. Aramızda hiçbir fark yok­­tur. Hepimiz eşit haklara sahibiz. Ben, sizin de birbirinizin kulu olmadığınızı zanne­­­diyordum. Bugün artık anladım ki, sizin mülkünüz devam etmeyecek ve sonunda mağ­­lup düşeceksiniz! Çünkü böyle adaletsiz bir temele dayanan bir millet yaşayamaz.”[5]

Hz. Mugîre’nin bu konuşması üzerine Rüstem, “Siz bize komşusunuz. Şimdi­ye kadar size iyilik ediyor, herhangi bir zulüm ve haksızlık yapmıyorduk. Mem­leketinize dö­nün, size kapılarımız her zaman açıktır. İstediğiniz anda yurdumu­za gelip ticaret yapabilirsiniz.” dedi.

Hz. Mugîre, onun bu teklifi karşısında, dünya için gelmediklerini, Cenâb-ı Hakk’ın ismini yaymak için yola çıktıklarını söyledi. Bu dinde sebat ettikleri müddetçe Cenâb-ı Hakk’ın kendilerini galip kılacağını, düşmanlarını ise zillete düşüreceğini güzel bir şekilde izah etti. Rüstem’in İslamiyet hakkında bilgi iste­mesi üzerine ona, İslamiyet’i şu cümlelerle anlattı:

“Bu dinin baş direği, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın Resûl’ü olup, getirdiği bütün haberlerin gerçek ve doğru oldu­ğuna şehadet getirmektir. Bu dinin bir gayesi de, insanları insanlara ibadet et­mekten Allah’a ibadet etmeye çevirmektir. Bu dine göre insanların hepsi kar­deştir.”[6]

Mugîre bin Şu’be ile Rüstem arasında cereyan eden bu konuşmadan bir netice elde edilemedi. Mugîre tekrar ordugâha döndü. Hz. Sa’d ertesi gün Ribî bin Âmr’ı (r.a.) gönderdi. Üçüncü gün İranlılar, başka bir elçinin gönderilmesini is­tediler. Hz. Sa’d yine Mugîre’yi vazifelendirdi. Rüstem, Hz. Mugîre’ye, Arapla­rın çok kötü bir kavim olduğunu, birbirleriyle dahi geçinemediklerini, bundan önce kendileriyle uğraşmaya tenezzül bile etmediklerini söyledi, “Şayet açlık sebebiyle buraya geldiyseniz bol miktarda yiyecek verelim, size birçok ikram­da bulunalım!” hezeyanında bulundu.

Hz. Mugîre, Rüstem’in bu sözlerini büyük bir sukûnetle dinledi. O sözünü ta­mam­la­yınca da konuşmasına şöyle başladı:

“Biz İslamiyet’ten önce öyle bir hâlde idik ki, bizim durumumuzdan daha kö­tüsü yoktu. Aç bir topluluktuk. Dinimiz ise, birbirimizi öldürmek, birbirimize haksızlık ve zulüm yapmaktı. Hattâ kimimiz, ciğerparesi olan kızını, sofrada kendisine ortak olmaması için diri diri ve kendi eliyle toprağa gömüyordu! Fakat Cenâb-ı Hak, soyu sopu bizce bilinen, aramızda doğup büyüyen ve içimizde en asil bir aileye mensup olan birini peygamber olarak gönderdi. Bu zat, pey­gamberlikten önce de iyi bir ahlak örneğiydi. Peygamber bizi bir dine davet etti. O bize doğruyu söyledi, biz onu yalanladık; o kuvvetlendi, biz azaldık! Bize ne­yi haber verdiyse doğru çıktı. Neticede Cenâb-ı Hak bizim kalbimizi yumuşattı da, onu doğruladık ve ona tabi olduk. Biz yiyecek için gelmiş değiliz. Biz dini­mize düşmanlık yapanlarla cihadmaya geldik!”[7]

Hz. Mugîre bunları söyledikten sonra Rüstem’in önüne üç şart sürdü: “Ya Müslüman olursunuz, ya boyun eğerek cizye verirsiniz ya da kılıca sarı­lırsınız!”

Bu teklif karşısında Rüstem, öfkesinden yerinde duramayacak hâle geldi, kıpkırmızı kesildi. İnci ve yakut ile süslenmiş tahtından doğrularak, “Güneşe yemin ederim ki, daha güneş doğmadan sizin ordularınızı imha edece­ğim!” dedi. Onun bu derece hiddetlenmesine karşılık hiç sukûnetini bozmayan Hz. Mugîre şu karşılığı verdi:

“O zaman bizden ölen birisi cennete gider, sizden öldürdüklerimiz ise ce­henneme girer! Bizden sağ kalanlar da sizin topraklarınızı fetheder...”[8]

İslam ordugâhına dönen Hz. Mugîre’yi ordu kumandanı Sa’d bin Ebî Vakkas, ordunun sol kanadına kumandan tayin etti. Bu cihad İran saltanatının çöküşüyle neticelendi.

İran’ın fethinden sonra Hz. Ömer, Mugîre bin Şu’be’yi Basra valiliğine tayin etti. Mugîre idarecilik hizmetini de çok güzel bir şekilde ifa etti.

Hz. Mugîre, hadis sahasında da önde gelen sahabilerdendi. Peygamberimiz­den 133 hadis rivayet etmiştir. Rivayet ettiği hadisler Buhârî, Müsned ve di­ğer hadis kitaplarında yer alır. Bu hadislerden birisi şu mealdedir:

“Peygamber Efendimiz, ayakları şişinceye kadar namazda dururdu. Kendisi­ne, ‘Yâ Re­sû­lal­lah! Cenâb-ı Hak, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışla­mamış mıdır?’ de­nildi. Resûl-i Ekrem şu cevabı verdi: ‘Allah’a şükredici bir kul da mı olmayayım?...’”[9]

Bir diğer hadis de şu mealdedir:

“Cenâb-ı Hak kadar kullarını seven hiç kimse yoktur; bunun içindir ki, insanları uyaran ve müjdeleyen peygamberler göndermiştir. Cenâb-ı Hak kadar kul­larını öven kimse de yoktur; bunun içindir ki onlara cenneti vaat buyurmuş­tur.”[10]

Mugîre bin Şû’be, Hz. Muâviye’nin halifeliği zamanında Kûfe valisiyken vefat etmiştir.

Allah ondan razı olsun!


_________________________________
[1]Tabakât, 2: 351.
[2]Sîre, 3: 327, Fethü’r-Rabbânî, 21: 98.
[3]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 224.
[4]Tabakât, 2: 300-301.
[5]Taberî, 2: 108-109; Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 507-509.
[6]Hayâtü’s-Sahâbe, 1: 155.
[7]age., 1; 280.
[8]Taberî, 2: 110.
[9]Müsned, 4: 251.
[10]age., 248.

20 Ocak 2019 Pazar

HZ. MUS'AB İBNİ UMEYR (r.anh)



Ashab-ı kirâm'ın ileri gelenlerinden Künyesi Ebâ Muhammed'tir. Mekke'nin zengin ailelerinden olup, yakışıklı ve güzel giyinen bir gençti. Anne ve babası onun üzerine titrerdi. Özellikle, Mekke'nin en zenginlerinden sayılan annesi, oğluna güzel elbiseler giydirir ve güzel kokular sürerdi. Mekkeliler de onu hayranlıkla seyrederlerdi. Bir defasında Hz. Peygamber de onun hakkında şöyle buyurmuştu: "Mekke'de Mus'ab b. Umeyr'den daha güzel giyinen, daha yakışıklı ve nimetler içinde yüzen başka bir genç görmedim" (İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, Beyrut 1960, III, 116).

Mus'ab, Mekke'de o günün şartlarına göre zenginlik ve ihtişam içinde yaşarken, Hz. Peygamber(s.a.s)'in insanları islâm'a davet ettiğini öğrendi. Fazla vakit kaybetmeden Hz. Peygamber'e giderek iman edip müslüman oldu. O sırada Mekkeliler, müslümanlara yoğun bir baskı uyguladığından, Hz. Mus'ab müslüman olduğunu ailesinden gizlemek zorunda kalmıştı. Ama o, Peygamberimizi gizlice ziyaret etmeyi de ihmal etmezdi. Ne var ki Osman b. Talha, Mus'ab'ın namaz kıldığını görüp durumu annesi ile akrabalarına bildirmişti. Bunun üzerine akrabaları yakalayıp hapsettiler. Mekke'nin bu nazlı ve zengin genci için artık çile dolu zor günler başlamıştı.

Habeşistan'a hicret eden ilk kafileye katılıncaya kadar hapiste tutulan Hz. Mus'ab, hicret imkanı çıkınca, dinini daha rahat bir şekilde yaşayabilmek için Habeşistan'a hicret etti. Habeşistan dönüsünde Hz. Mus'ab'ın durumu tamamen değişmiş ve bu nazlı delikanlının yerini, kalbi islam ve imanla dopdolu iradesi güçlü kuvvetli, metin bir genç almıştı. Annesi ondaki bu kararlılık ve metaneti görünce, üzerindeki baskısını biraz hafifletmek zorunda kaldı.

Bu sırada Birinci Akabe Beyati olmuş ve Medinelilerden bir grup islâm'ı kabullenmişti. Kendilerine islâm'ı anlatmak ve diğerlerine de tebliğ yapmak için Rasulullah'tan bir öğretici istediler. Hz. Peygamber de bu önemli görev için Hz. Mus'ab b. Umeyr'i görevlendirdi. Hz. Mus'ab onlara hem namaz kıldıracak, hem Kur'an öğretecek, hem de diğer insanlara islâm'ı anlatacaktı ve yeni kimseleri islâm'a davet edecekti.

Böylece Medine'ye ilk hicret eden sahabi Mus'ab b. Umeyr oluyordu. Medine'de ilk cuma namazını da Mus'ab b. Umeyr kıldırdığı kaynaklarda ifade edilir (İbn Sa'd, a.g.e., III, 118).

Bir yıl sonra Mekke'ye, hac mevsiminde yanında yetmiş kişi ile gelen Mus'ab b. Umeyr, Hz. Peygamber (s.a.s)'e islâm'ın Medine'deki hızlı yayılışının müjdesini verirken şöyle demişti: "İslâm'ın girmediği ve konuşulmadığı ev kalmadı." Başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün müslümanlar bu habere çok sevindiler. Oğlunun Mekke'ye döndüğünü haber alan annesi onu tekrar hapsetmek istedi. Ancak Mus'ab bütün bunlara karşı olgun bir müslüman tavrını takınarak imanında direndi ve annesini bundan vazgeçirdi. Onun annesini islâm'a daveti bir sonuç vermediği gibi annesi de Mus'ab'ı yolundan döndürememişti.

Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında iki ay kadar kalan Mus'ab b. Umeyr, Hicretten on iki gün önce Medine'ye vardı. Hz. Peygamber (s.a.s) onu Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a) ve Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a) ile kardeş ilan etmişti (İbn Sa'd a.g.e., III, 120).

Bedir cihadında muhacirlerin sancağı onun elindeydi. "Rasûlullah'ın bayraktarı" olarak ün yapmıştı. Uhud cihadında da sancak yine onun elindeydi. cihadesnasında müslümanların gerilediğini gören Mus'ab b. Umeyr, atını sağa sola doğru sürüyor ve yüksek sesle şu ayeti okuyordu: "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce birçok peygamberler gelip geçmiştir" (Ali imrân, 3/144). Bu ayetin Uhud gününe kadar nazil olmadığı ve o gün giderildiği rivayeti, Hz. Mus'ab'ın Allah katındaki değerini ifade eder (İbn Sa'd, a.g.e., III,120,121). Uhud Gazvesinde islâm ordusunun sancağını taşıyan Mus'ab b. Umeyr'in önce sağ kolu kesildi. Hemen sancağı sol eline alarak cihada devam etti. Fakat ardından sol eli de kesildi. Bu defa vücuduyla sancağa sımsıkı sarıldı ve yukarıdaki ayeti okumaya devam etti. Sonunda müşriklerin bir mızrak darbesiyle şehid oldu. Sancağı hemen Suveybit b. Sa'd ve Ebû'r-Rûm b. Umeyr adlı sahabiler aldılar.

Hz. Mus'ab şehid olarak yerde yatarken, günün sonlarına doğru, Hz. Peygamber (s.a.s) Mus'ab'ı elinde sancakla gördü ve "ileriye git ey Mus'ab!" diye emretti. Fakat o kişi geri dönerek "Ben Mus'ab değilim" deyince Hz. Peygamber onun Mus'ab kılığında cihadan Allah'ın meleklerinden biri olduğunu anladı (İbn Sa'd, a.g.e., II, 121).

Uhud cihadında Ashab-ı kiram'ın ileri gelenlerinden birçok kimse şehid oldu. Hz. Mus'ab b. Umeyr de şehidler arasındaydı. Hz. Peygamber (s.a.s)'in ne kadar üzüntülü olduğu yüzünden okunuyordu. Mus'ab'ın mübarek na'şının başucunda oturarak, Uhud şehidleri hakkında nazil olduğu bildirilen şu ayeti okudu: "Mü'minlerden öyle er kişiler vardır ki, Allah'a verdikleri sözde sadakat ettiler. Kimi adağını ödedi şehid oldu. Kimi de (şehid olmayı) bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler" (el-Ahzab 33/23). Sonra Hz. Peygamber diğer sahabilere, şehidlere yaklaşıp selam vermelerini söyledi ve verilen selamların şehidler tarafından alınacağını ifade etti (İbn Sa'd, a.g.e., III, 121).

Hz. Mus'ab şehid edildiğinde kırk yaşlarında idi. Bir zamanlar zenginlik ve refah içinde yaşayan bu değerli insanı kefenleyecek bir örtü dahi bulunamamıştı. Hz. Peygamber, yanına geldiğinde Mus'ab b. Umeyr eski bir hırkanın içinde saçları dağılmış, vücudu ise kılıç ve mızrak darbeleriyle parçalanmış bir durumda yatıyordu. Hz. Peygamber üzüntülü bir halde şunları söyledi: "Seni Mekke'de gördüğümde, senden daha güzel giyinen, senden daha yakışıklı kimse yoktu. Şimdi ise, kefen olarak sarılmış hırkadan başın dışarıda kalıyor." Sonra onun için de bir kabir açtılar ve o mübarek sahabiyi de Uhud şehidleri arasına defnettiler.

Allah yolunda canını feda eden bu aziz şehid sahabı için Ashab-ı Kiram'dan Habbab (r.a) şunları anlatıyor: "Biz Hz. Peygamberle birlikte Medine'ye yalnız Allah rızası için hicret ettik. Artık mükâfatını Allah'tan bekleriz. Arkadaşlarımız arasında bu nimetlerden tatmadan âhirete gidenler vardır ki Mus'ab b. Umeyr bunlardan biridir. O Uhud günü şehid olmuştu da, kendisini saracak bir kefen dahi bulamamıştık. Yalnız şehidin bir kaftanını bulmuş ve bu aziz şehidi ona sarmaya çalışmıştık. Ancak başını örterken ayakları açılıyor, ayaklarını kapatırken de başı açığa çıkıyordu. Bu yoksulluk karşısında Hz. Peygamber bize şehidin başını örtmemizi ve ayaklarının üstüne de ızhîr denilen kokulu ottan koymamızı emretti" (Buharî, Cenâiz 27; İbn Sa'd, a.g.e., III, 121).

HZ. NUAYM İBNİ MES'ÛD (r.anh)



Nuaym İbni Mes'ûd radıyallahu anh uyanık, zeki bir genç... Olaylar karşısında güçlük çekmeyen, harbin hile olduğunu bilen bir kahraman... Hâdiseleri kavrayışta ve çözümlemede becerikli bir yiğit...

O , Hendek harbi esnasında islâm'la şereflendi. İsmi Nuaym olup Gatafan kabilesindendir. Müslüman olmadan önce para ve eğlenceye düşkün bir kimseydi. Arzu ve isteklerini tatmin için Necid çöllerinden kalkar Yesrib'e gelirdi. Benî Kureyza yahudileriyle sıkı ilişki içindeydi. Mekke vâdileri islâm nuruyla aydınlandığı sıralarda o, gününü gün ediyordu. Zevk ve eğlencelerine engel olmasından korktuğu için yeni din islâm'dan şiddetle uzak durmağa çalışıyordu. Fakat Allah Tealâ onun gönlünü Ahzab günü islâm'ın nuruna hazırladı.

O , Hendek gazvesinde kendine yeni bir sayfa açtı. "Harb hiledir" düstûrunun şaheser bir hikâye kahramanı oldu. İslâm'a girişi şöyle gerçekleşti:

Hicretin beşinci senesiydi. Medine'li müslümanları, dışardan Kureyş ve Gatafan kabileleri, içerden Benî Nâdir ve Benî Kureyza yahudileri kuşatıp yeni dinin kökünü kazımak istediler. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz de o günlerde Medine'de Benî Kureyzâ yahudileriyle bir barış antlaşması imzalamıştı. Benî Nadir'in ileri gelenleri Benî Kureyza'yı kışkırtmaya başladılar. Bu defa felâketin Müslümanların başına geleceğini söylediler. Yaptıkları anlaşmayı bozmalarını israr ettiler. Onlar da Mekke ve Necidden iki ordunun geldiğini görünce antlaşmayı bozdular.

Bu haber Müslümanların arasına yıldırım gibi düştü. Kureyş ile Gatafan kabileleri Medine'yi kuşatmış halka gelen erzak yolunu kesmişlerdi. Benî Kureyza da içerden Müslümanların arkasında hazırlık yapıyordu. Fitne ortalığı kaplamıştı. Münâfıklar boş durmuyordu. İçlerinde gizlediklerini açığa vurup şöyle diyorlardi: "Muhammed bize, Kisrâ ve Kayser'in hazinelerine sahip olacağımızı vadediyor. İşte bugünkü durumumuz. Bizler ihtiyaç için tuvalete gitmekten bile korkar hale geldik... "

Kalplerinde hastalık olanlar ortalığı bu şekilde fitneye verdiler. Beni Kureyzâ'nın yapacağı baskında kadınlarına, çocuklarına ve evlerine zarar geleceğini düşünerek guruplar halinde ayrılmaya başladılar. Bu kuşatma yirmi gün kadar sürdü. Her iki tarafta da açlık, sefalet başgösterdi. Atları, develeri ölmeye başladı. Soğuktan askerler dahi kırılmaya yüz tuttu.

Rasûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz devamlı Rabbine sığınarak:"Allah'ım! Senden bana vadettiğin yardımı istiyorum!... Allah'ım! Senden bana vadettiğin yardımı istiyorum..."diye duâ ediyordu.

Bu duâyı gece gündüz tekrar edip duruyorken bir gece yarısı Gatafan kabilesinden Nuaym'ın gönlüne bir kıvılcım düştü. Sabaha kadar onu uyku tutmadı. İçinden bir ses ona : " Yazıklar olsun sana Nuaym !.. Seni Necid gibi uzak yerden getiren sebep nedir? Senin gibi akıllı birisine sebepsiz yere harb etmek yakışır mı? Sen onunla ne gasbedilmiş bir hakkı geri almak için ne de tecavüze uğramış bir ırzı korumak için cihadıyorsun. Sen bilinmeyen bir sebeble onunla harb etmeye geldin!..." diyerek sesleniyordu. Kendi kendine bir iç muhasebesi yapan Nuaym gece karanlığında kalkıp Rasûlullah (s.a.) efendimizin yanına gitti. Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz ona: " Nuaym İbni Mes'ud sen misin?" dedi. O da: "Evet benim." dedi. "Bu saatte gelmene sebeb nedir ? " dedi. Bunun üzerine Nuaym, Kelime-i Şehadet getirdi ve şunları söyledi: "Ya Rasûlallah ! Ben Müslüman oldum. Yalnız kavmimin bundan haberi yok. Şimdi bana dilediğini emret !..." dedi. İki Cihan Güneşi Efendimiz de ona: "Kavmine git ve düşmanımızın gayret ve gücünü zayıflat. Çünkü harp hiledir." buyurdu.

Nuaym İbni Mesûd (r.a.) Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimizi memnun edebilmek için kabileler arası diplomasi trafiğine başladı. Her kabilenin kabul edeceği tarzda fikirler üretti. Önce Benî Kureyza'ya gitti ve onlara : " Burası sizin memleketiniz. Mallarınız, çoluk çocuğunuz ve kadınlarınız var. Başka bir yere gidecek haliniz yok. Ama Kureyş ve Gatafan öyle değil. Harbi kazanırsa ganimet bilirler. Kazanamazlarsa güven içinde memleketlerine dönerler..." diyerek onları vazgeçirmege çalıştı. Hatta onların eşrafından bazı adamları yanlarına alarak rehin tutmalarını teklif etti. Oradan çıktı Kureyş ve Gatafan'a geldi. Onlara da: " Beni Kureyza'nın Muhammed'le anlaştığını ve Kureyş ile Gatafan eşrafından bir çok adamlar alıp ona teslim,edeceğini" söyledi.

Benî Kureyza'yı denemek için Ebû Cehil'in oğlu İkrime gönderildi. İkrime onlara vardığında: " Burda eğlenip durmamız uzadı. Artık bizde usandık. Yarın çarpışmağa karar verdik." dedi. Onlar: " Yarın Cumartesidir. Biz o gün hiçbir iş tutmayız. Sonra yanımızda rehin kalmaları için sizden ve Gatafan eşrafından yetmiş kişiyi bize vermedikçe sizinle birlikte harb etmeyiz. " cevabını verdiler. İkrime kavmine döndü ve duyduklarını anlattı. Onlar da hep bir ağızdan: "Vay aşağılık maymunlar!.. Vallahi bizden rehine olarak bir koyun bile isteseler yine vermeyiz." dediler.

Nuaym (r.a.) bu şekilde düşmanları birbirine düşürdü. Aralarındaki anlaşmaları bozmada başarılı oldu. Gece yarısı bir de şiddetli rüzgâr çıktı. Fırtına çadırlarını başlarına yıktı. Kazanlarını devirdi. Ateşlerini söndürdü. Perişan bir vaziyette karanlıkta çekip gitmek zorunda kaldılar.

Sabah olunca, müslümanlar, düşmanların kaçıp gittiğini gördü ve: " Kuluna yardım eden Allah'a... Askerini aziz kılan... Kabileleri tek başına yenen Allah'a hamd olsun..." dediler.

O günden sonra Nuaym İbni Mesûd (r.a.) Resûl-i Ekrem (s.a.)'in güven kaynağı oldu. O'nun verdiği hiçbir vazifeyi aksatmadı. Onunla birlikte harblere katıldı. Onun önünde sancak taşıdı.

Mekke fethi günü Ebû Süfyan İbni Harb, müslüman askerleri'ni seyretmek üzere durduğunda, Gatafan'ın sancağını taşıyan bir adamı gördü ve yanındakilere: " Bu kim? " diye sordu. Onlar da: "Nuaym İbni Mesûd..." dediler. Bunun üzerine Ebû Süfyan şunları söyledi: " Hendek cihadında bize yaptığı neydi!... O, Muhammed'in en büyük düşmanıyken şimdi onun önünde kavminin sancağını taşıyor..."

Allah her zaman mü'minlerin yardımcısıdır... Yeter ki gönlümüzü O'na tam verelim. Dinde muhlisler olarak yaşayalım. Göz yaşlarıyla samimi duâlara devam edelim. Allahu Teala bu dualar hürmetine nice Nuaym'ler çıkarır... Cemel vakasında vefat ettiği rivayet edilen Nuaym İbn Mesûd (r.a.)'un şefaatlerini niyaz ederiz.

18 Ocak 2019 Cuma

Nûman bin Mukarrin (r.a.)


Hicret’in 5. yılıydı... Medine sokakları, Müslüman olmak için âdeta yarış edercesine akın eden kavim ve kabilelerle şenleniyordu. Müzenî kabilesinden de 10 kişilik bir heyet geldi. Heyette bulunanlar bir müddet Peygamberimizin sohbetinde bulunduktan sonra Müslüman oldular. Bu 10 kişiden birisi de Nûman bin Mukarrin’di (r.a.).

Hz. Nûman, cesaretiyle meşhurdu. Bu cesaretini İslamiyet’in yayılması yo­lunda kul­landı. cihad ordularına iştirak etti. Bu cihadlarda Peygamberimizin çok yakınında bulundu. Mekke’nin fethinde sancaktarlık yaptı.

Peygamberimizin vefatına kadar İslamiyet’in yayılması hususunda gayret sarf eden Hz. Nûman, Hz. Ebû Bekir’in hilafeti zamanında da çeşitli hizmetler­de bulundu.

Hz. Ömer halife olduktan sonra, İran topraklarına bir cihad ordusu çıkarıyor­du. “Ordunun başına kimin getirilmesinin daha uygun olacağı” hususunda sahabilerle istişare etti. İstişare neticesinde, İran’a sevk edilecek İslam ordusunun başına Nûman bin Mukarrin’in getirilmesine karar verildi.

Hz. Ömer tarafından böyle bir vazife kendisine tebliğ edildiğinde Hz. Nûman bunu memnuniyetle kabul etti. İslam ordusuyla İran’a hareket etti. Emri altında Huzeyfe bin Yemân, Mugîre bin Şu’be, Hz. Zübeyr ve Abdullah bin Ömer (r.a.) gibi meşhur sa­ha­biler de vardı.

İslam ordusu düşmanla karşılaşmadan önce, Peygamberimizin emri üzere düşman, Müslüman olmaya davet edilirdi. Kabul etmezlerse cizye vermeleri teklif edilir, buna da yanaşmazlarsa, artık üçüncü şık olan cihadı kabul etmiş sa­yılırlardı. Hz. Nûman da bu esasa uyarak İranlıları İslamiyet’e davet etti. İranlı­lar bunu kabul etmedikleri gibi cizye vermeye de yanaşmadılar. Mugîre bin Şu’be kumandana hitaben, “İranlılar bize çok yaklaştılar, süratli ve iyi ok atarlar. Bu sebeple hemen hücum etmelisin!” dedi.

Hz. Nûman, Peygamberimizle birlikte birçok cihadta bulunmuştu. cihadtecrübesi daha fazlaydı. Re­sû­lul­lah öğle sıcaklığında düşmana saldırmazdı. Oysa vakit tam öğle idi. Bu sebeple Hz. Mugîre’nin teklifine yanaşmadı ve ona şöyle dedi:

“Vallahi sen gerçekten tecrübeli ve ileri görüşlü bir sahabisin. Fa­kat Peygamberimizle bulunduğum bütün cihadlarda, o, eğer gündüzün ilk saatlerinde cihadmazsa, güneşin tesiri kayboluncaya ve rüzgâr çıkıncaya kadar cihadı geciktirirdi.”

Hz. Nûman daha sonra mücahitlerin arasında dolaştı. Onları harbe teşvik edi­ci konuşmalar yaptı. Sonra da nasıl hareket edecekleri hususunda talimat ver­di: “Ben sancağı üç defa sallayacağım. Birinci sallayışımda herkes ihtiyacını görsün ve abdest alsın. İkinci sallayışımda ayakkabılarını bağlasın ve silahını tekrar kontrol etsin. Üçüncüde ise hücuma geçsin. Ben bile olsam, şehit düşen biriyle meşgul olup oyalanmayın...”

Nihayet beklenen vakit geldi. Hz. Nûman, Cenâb-ı Hakk’a, “Allah’ım, bugün Müslümanların zafer kazanması yolunda bana şehitlik ihsan eyle! Müslüman­ları muzaffer kıl!” diye münacatta bulundu ve sonra da mücahitlerin beklediği işareti verdi. Sancağı üç defa salladı. İranlılar, Müslümanlardan birkaç misli da­ha kalabalıktı. Fakat şehitlik arzusuyla yola çıkan mücahitler, kumandanları Numan bin Mukarrin’in (r.a.) arkasında hücuma geçtiler. İlk yere düşen Hz. Nûman oldu. Mücahitler onun yaralandığını gördüler; fakat sözünü hatırlaya­rak yanına yaklaşmadılar. Hz. Makil bin Yesar bunu şöyle anlatır:

“Nûman yere yıkılınca yanına geldim; fakat onun ‘Eğer şehit düşersem kimse benim­le meşgul olmasın.’ sözünü hatırladım. Üzerine bir örtü örttüm ve gittim. Nihayet İranlılara galip geldik. Yanıma biraz su alarak kumandanımızın yanına geldim. Yüzünde­ki toprakları yıkadım. Bana, ‘Sen kimsin?’ diye sordu. Kendi­mi tanıttım. ‘Müslüman­lar ne yaptılar? dedi. ‘Allah onları muzaffer kıldı.’ de­dim. Buna çok sevindi. Bütün ya­ralarını, acılarını unuttu. ‘Allah’a çok şükür! Bunu Ömer’e yazın.’ dedi ve şehadet mertebesine erdi.”[1]

Hz. Ömer bu kahraman sahabinin şehadetini duyunca başını elleri arasına alarak hıçkıra hıçkıra ağladı…

Allah onlardan razı olsun!


________________________________
[1]el-İstiâb, 3: 545.