26 Ocak 2019 Cumartesi

Mâlik bin Sinan (r.a.)


Hayat yükü, geçim sıkıntısı, çoluk çocuk derdi bütün ağırlığıyla omuzundaydı. Zaruri ihtiyaçlarını bile zor şartlar altında karşılıyordu. Dünyalık namına elinde ne varsa hepsini de kaybedince bütünüyle fakr u ihtiyaç içinde kaldı. Ailesine bir avuç hurma, çocuklarının açlığını bastıracak bir parça ekmek temi­ninde güçlük çekmek, bir baba için ne kadar dayanılmaz bir hâldi... Bir seferinde üç gün üst üste yiyecek bir şey bula­mamıştı.

Bu derece muztar bir durumda bulunduğu hâlde, derdini kimseye açamıyor, sıkıntısını bir başkasıyla paylaşamıyordu. O zamana kadar kimseden bir şey is­tememiş, kimseye el avuç açmamıştı. İstiğnasından, iffetinden taviz veremi­yordu. Görenler de gerçek durumunu tahmin edemiyor, kendisini zengin sanı­yorlardı.

Fakat bir bilen vardı: “Sadaka, kendilerini Allah yoluna vakfeden fakirler içindir. Bunlar rızık aramak için yeryüzünde dolaşamazlar. Durumlarını bilme­yen kimse, hayâ ve iffetlerinden dolayı onları zengin sanar. Sen, onları yüzlerin­den tanırsın. Onlar insanlardan yüzsüzlük edip bir şey istemezler...”[1]

Yüce Mevla, Kelam-ı Kadim’inde methettiği böylesi muztar müminleri Habibine bildiriyordu. Fakat o sıralar hemen hemen bütün Müslümanlar benzer bir durumdaydı. Mekkeli yüzlerce Muhacir, Medine’ye gelmiş, Ensar kardeşleri bütün varlıklarını yeni misafirleriyle paylaşmışlardı. Bunun için kısa zamanda bir çözüm getirmek de mümkün değildi.

O gün Mescid-i Nebevî’ye geldi. Dava arkadaşlarını görerek teselli bulacaktı. Bir köşeye sessiz sakin oturuvermişti. O sırada Allah Resûlü’nün gözüne çarptı. Bu mütevekkil sahabisini gören Peygamberimiz, Ashâbına onu şöyle takdim ediyordu:

“İçinizden iffet sahibi birisini görmek isteyen varsa, Mâlik bin Sinan’a bak­sın.”

Hz. Mâlik, hidayet Peygamberinin fedakâr ve müttaki bir sahabisiydi. Medi­ne’ye teşrif buyurduğunda kendisine kucak açan, aile efradıyla birlikte iman sa­fına katılan, barışta ve cihadta hep yanı başında yer alan bahtiyar bir insandı. Ha­nımı Enise, her yönden kendisine tam bir destekti. Onunla birlikte iman etmiş, hizmet ve cihad meydanlarından geri kalmaması için kendisine düşen imkânları hazırlamış, teşvik etmişti.

Uhud cihadı için yapılan istişare toplantısında karar verilmek üzereydi... Mâlik bin Sinan, cihad aşkını Bedir’de tatmıştı. Âdeta yerinde duramaz hâldey­di, Allah’ın nurunu söndürmek isteyenlerin tekrar karşısına çıkmak arzusun­daydı. Fikrini şöyle açıkladı:

“Biz iki hayırlı işin arasındayız. Ya Allah bizi mutlaka muzaffer kılar, onlar­dan ise ancak kaçmaya muvaffak olanlar kurtulur veya Allah bize şehitliği na­sip eder… Yâ Re­sû­lal­lah, Allah’a yemin ederim ki, benim için iki ihtimal de aynı­dır. Hangisi tahakkuk ederse etsin mutlaka hayır ondadır.”

Henüz 11 yaşındaki küçük oğulları Ebû Sâid el-Hudrî’nin minik kalbindeki iman o kadar coşmuştu ki, Peygamberimizle birlikte bulunmak, onun nurlu soh­betini dinleyerek cennetten anlar yaşamak için gayret ediyordu. Ayrıca kendi gücüne kuvvetine bak­madan, Peygamberimizin işaret ettiği her hizmete koşmak için can atıyordu. Mes­cid-i Nebevî inşa edilirken mukaddes mabedin taşlarını o da omuzluyordu. Bedir cihadı’na katılmayı o kadar arzu etmesine rağmen, yaşı­nın küçüklüğünden dolayı kabul edilmemişti.

13 yaşındaki Ebû Sâid’in içine ateş düşmüştü. Epeyce cihadeğitimi yapmıştı. Kendi boyu kadar da olsa kılıç taşıyıp, müşriklerin karşısına dikilebileceğinden emindi. Ken­di­sine güveniyordu. Bedir’de kabul edilmemişti. Ama bu sefer ıs­rarlıydı. Re­sû­lul­lah’ın hu­zuruna geldi, yalvardı yakardı. cihad ordusunun en küçük ferdi olmayı rica etti. Kahra­man ruhuna Medine’de kalmayı yediremiyordu. Bu samimi ısrarı ve arzusunu Peygamberimiz kırmadı. Orduya kabul et­ti. Baba-oğul yan yana İslam ordusunda yer alacaktı.

Ordu Medine’den ayrıldı. Uhud Dağı eteğine kondu. Bir anda nurlu Peygam­ber, fedaileri ile şaşkın müşrik güruhu yüz yüze geldi. Fazla bir zaman geçmeden müşrikler büyük bir hezimete uğradı. Fakat Müslüman okçular kendilerine ve­rilen talimata uyma­dıklarından düşman ordusu yeniden toparlandı. Bir anda iş ciddileşti. Hedef Allah’ın Resûl’üydü. Bütün müşrik silahşörleri, Peygamberi­mizin bulunduğu çadıra doğru ilerliyordu. Bu arada Müslümanların bir kısmı da paniğe kapılmış, mevzilerini terk etmişlerdi. Fakat bir grup gözü pek fedai, Pey­gamberimizin etrafında halkalanmış, vücutlarını o mübarek vücudun önünde kale yapmışlardı.

Bu arada bir müşrik darbesiyle Peygamberimizin mübarek yüzü kanamıştı. Mâlik bin Sinan da orada hazırdı. Peygamberimizin yüzünü yaralı vaziyette gö­rünce, muazzez kanının yere düşmemesi için hemen yanına yaklaştı. Yüzünde­ki kanı yalayarak sildi. Zaten kendisi de yaralıydı, ancak son gücüne kadar da­yanmalıydı. Çünkü bir anlık ihmal Re­sû­lul­lah’ın hayatına mal olabilirdi. Fakat vücudu kan revan içindeydi. “Gurab bin Süfyân” adlı müşrikin kılıç darbesi, Hz. Mâlik’in cennete uçmasına kâfi gelmişti

Şehitler defnediliyordu. Sıra Hz. Mâlik’e gelmişti. Peygamberimiz de orada hazırdı. Kabre konmadan önce sahabilerine yöneldi, şöyle hitap etti:

“Kanım kanına karışan kişiye cehennem ateşi erişemez.”

Evet, Hz. Mâlik hem şehitlik mertebesine ulaşmış, hem de bu vesileyle cehennem ateşinden korunmuştu.[2]

Allah ondan razı olsun!


______________________________
[1]Bakara Sûresi, 273.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 281; el-İsâbe, 3: 345-346; Sîre, 3: 85.

25 Ocak 2019 Cuma

Meysere bin Mesrûk (r.a.)


Peygamberimiz (a.s.m.) nerede bir topluluk görse, hakkı tebliğ ediyor, ilan edi­yor­du: Ukkaz’da, işte Mecenne’de, işte Zülmecâz’da… Kabile kabile dolaşıyor, hakikat çekirdeklerini, iman tohumlarını atıyordu. Kovuluyor, hakaretlere ma­ruz kalıyor, ama yine yılmıyordu. Bu tohumlar belki yıllar sonra meyve vere­cekti. O, “hakkı tebliğ” vazifesini yerine getiriyordu.

İşte, Muharib bin Hafsaoğulları yurdunda 120 yaşında bir ihtiyara Rabb’inin emirlerini anlatıyor… İhtiyar adam, “Sana bir şey diyemem. Ama işte, görü­yorsun, Ebû Le­heb burada duruyor.” diye cevap veriyor.

Hz. Peygamber, mahzun ve mükedder. Kara karga Ebû Leheb, kara bir ruh gi­bi onu takip ediyor, onun âb-ı hayat takdim ettiği insanları tehdit edip kendi zehirini içiriyordu. Hâlbuki daha dün ona “el-Emîn” demişlerdi. Ama şimdi arka­sından “Yalancı!” diye bağırıyorlardı. İşte küfrün tezadı...

Hz. Peygamber, davasına öyle inanmıştı ki, o çileli ve ıstıraplı günlerde, kisraların yıkılışını, Bizans’ın fethini haber veriyordu. Haber verdiği gibi de ol­madı mı?

Yüce davasını tebliğe bıkmadan usanmadan devam ediyordu. İnanmışlığın, azmin ve sebatın kuvveti ile…

İşte yine Minâ’da, Abeseoğullarının konakladığı yerde… Bineğinin terkisinde, her zamanki gibi vefalı hizmetkârı Zeyd bin Hârise var. Orada veciz bir nutuk irat ederek Abeseoğullarını İslam’a davet ediyor.

İçlerinden Meysere bin Mesrûk’un kalbine iman ateşi düşmüştü. Kavmine şöyle dedi:

“Allah’a yemin ederim ki, eğer bu zatı tasdik edip onu aramıza alsak, çok güzel olur!”

Kavmi ona, “Bırak, gücümüzün yetmeyeceği şeyi bize tek­lif etme!” dedi.

Hz. Peygamber, Meysere ile konuşup Müslüman olmasını teklif etti. Meysere, “Senin sözlerin ne kadar güzel, ne kadar aydınlık! Bunu biliyorum. Fakat kavmim bana muhalefet ediyor. Eğer bir adama kavmi yardım etmezse hâli kö­tü olur!” cevabını verdi.

Allah’ın Resûl’ü oradan ayrılıp giderken, Meysere kalbinden bir şeylerin kop­tuğunu hissetti. Ardından uzun uzun baktı, tâ ufukta kayboluncaya kadar—has­retle, iştiyakla...

Meysere, kavmini Fedek Yahudilerinin yanına götürdü. Yahudiler, Allah Resûlü’nün vasıflarını Tevrat’tan okudular:

“Ümmi, Arap bir peygamber... Deveye biner, az bir ekmek parçasıyla iktifa eder. Ne uzun boyludur, ne de kısa boylu… Saçları ne kıvırcık ne de tamamen düzdür. Gözünde tatlı bir kırmızılık vardır.”

Yahudiler şöyle dediler:

“Eğer sizi davet eden bu zat ise, davetini kabul edin, dinine girin. Biz onu çekemiyoruz, bu sebeple ona uymayacağız. Onunla za­man zaman aramız açılacak! Ona tabi olmayan veya onunla cihadmayan hiçbir Arap kalmayacak. Eğer ona uyanlardan olursanız, siz kazanırsınız.”

Meysere’nin gözleri ışıl ısıldı:

“Ey kavmim! Durum açık. Gidip tabi olalım.” dedi. Kavmi ise, “Gelecek sene hac mevsiminde gider, onunla buluşuruz.” dedi. Fakat daha sonraki yıl kavmin ileri gelenleri, Re­sû­lul­lah’a gitmemekte direttiler. Allah’ın hidayeti onlara nasip olmayacaktı.

Yıllar yılları kovaladı. Meysere’yi Allah Resûlü’ne gitmekten alıkoyan “mezar-ı müteharrik bedbahtlar” ihtiyarladılar, toprak oldular.

Veda Haccı yılında Meysere, Re­sû­lul­lah’a kavuştu. Koşarak gitti, gözyaşları arasında Allah Resûlü’nün ellerine kapandı:

“Ey Allah’ın Resûl’ü! Vallahi ilk karşılaştığımızda sana tabi olmuştum. Birta­kım hadiseler oldu. Demek ki, Allah benim sana kavuşmamı geciktirdi. Artık sana kavuştum, Allah’a hamd olsun!”[1]

Meysere’nin saadeti sonsuzdu artık; çünkü Allah Resûlü’nün yanındaydı... Bu bahtiyarlar kervanına tabi olup kadrini bilenlere ne mutlu!


__________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 4: 427; İsâbe, 1: 295.

24 Ocak 2019 Perşembe

Mikdad bin Esved (r.a.)


İslam’ın kurtarıcı elinin ulaştığı insanların sayısı gün geçtikçe artıyordu. Ancak Müslümanlar, müşriklerin hiçbir fayda ve zararı dokunmayan putları bırakarak Cenâb-ı Hakk’a iman etmeyi büyük bir suç olarak görmeleri sebebiyle, imanları­nı gizlemeye mecbur kalıyorlardı. İşte bu kritik zamanda hiç tereddüde düşme­den iman eden bahtiyarlardan birisi de Mikdad bin Esved idi (r.a.).

Hz. Mikdad’ın kabilesi düşman istilasına uğramış; yurtları, toprakları ve malları ellerinden alınarak yağma edilmişti. Bunun üzerine Mekke’ye gelen Mik­dad bin Esved, Abd-i Yegûs Hanedanı’na sığındı. Bu hanedan, çok sevdikleri için onu evlatlık edindiler. Hz. Mikdad, kimsesiz olduğu için daha ihtiyatlı dav­ranması gerektiği hâlde, imanını daha fazla gizleyemedi. İnancı uğrunda çile­nin her türlüsüne razıydı. Hiçbir müşrikten korkmuyordu. Kâinata meydan okuyabilecek hakiki bir imana sahip olduktan sonra kimden korkacaktı? İşte bu kararlılık içinde olduğu hâlde müşriklerin yüzlerine karşı imanını haykırdı.

Mikdad, o âna kadar Müslüman olduğunu açıklayanların yedincisiydi. On­dan önce Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ammar, Ümmü Sümeyye, Süheyb ve Bilâl (r.a.), imanlarını açığa vurmuşlardı. Cenâb-ı Hak bu yedi kişiden Peygamber Efendimizi amcası vasıtasıyla, Hz. Ebû Bekir’i de kavminin deste­ğiyle bir müddet korudu. Müşrikler bunlara bir şey yapamadılar. Fakat diğer sahabilerin, kendilerini müşriklere karşı koruyacak kimseleri yoktu. Bu sebep­le Hz. Mikdad’ı ve diğerlerini yakalıyor, elbiselerini soyarak demirden zırhlar giydiriyorlar, saatlerce, hattâ günlerce kızgın güneşin altında bekletiyorlardı.[1]Ancak bütün bu işkenceler, onların imanlarını daha da kuvvetlendiriyordu. Di­ğer taraftan müşrikler, bütün akıl almaz işkencelerine rağmen, Müslüman olan ve bunu açıklamaktan çekinmeyen sahabilerin sayısının artmasına mâni olamı­yorlardı. Çünkü inanç, baskı ve zulümle engellenemezdi.

Nihayet işkenceler dayanılmaz bir hâl alınca, Peygamberimiz, Müslümanla­rın meşakkatlerini hafifletmek için Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye bu­yurdu. Bunun üzerine Müslümanlar hicret ettiler. Bunların içinde Hz. Mikdad da bulunuyordu. Habeşistan’da bir müddet kaldıktan sonra, Peygamberimizin Medine’ye hicret ettiğini haber aldı. Peygamber hasretine daha fazla dayanama­dı ve vakit geçirmeden Habeşistan’dan Medine’ye hicret etti. Dönüşünde, Pey­gamber Efendimiz onu mühim bir vazifeyle Mekke’ye gönderdi. Mekkelilerin Müslümanlar hakkındaki düşüncelerini öğrenecekti. Vazifesi son derece tehlike­liydi, çünkü müşrikler kendisini tanıyordu, yakalayıp öldürebilirlerdi. Hz. Mikdad bunları bilmiyor değildi. Fakat onun bütün istediği, canını Allah yo­lunda feda etmek değil miydi? Hiç tereddüt etmeden Mekke’ye hareket etti. İs­tenilen bilgileri toplayarak kısa zamanda Peygamberimize getirdi.[2]

Hz. Mikdad, Re­sû­lul­lah’ı çok seviyor, onun yanından ayrılmak istemiyordu. Ce­nâb-ı Hak, onun bu hâlis niyetinin mükâfatını verdi. Peygamberimiz, Muha­cirlerle En­sar’ı 10’ar kişilik gruplara ayırarak aralarında kardeşlik akdi yapmıştı. Mikdad, Peygamberimizin bulunduğu grubun içinde kaldı.[3]

Mikdad’ın Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Çok severdi. Sevgi­sinin tezahürü olarak, amcası Zübeyr’in kızı Dıbaa’yı ona nikâhladı. Peygamber Efendimiz bir hadislerinde de ona olan sevgisini şöyle beyan buyurur:

“Allah bana Ashâbımdan hususi olarak dört kişiyi sevdiğini bildirip, benim de onları sevmemi emretti. Bunlar Ali, Mikdad, Selmân ve Ebû Zer’dir.”[4]

Hz. Mikdad’ın en bariz vasıflarından biri, haksızlığa uğrayan bir kimse gör­düğünde ona yardım etmekti. Haksızlığa hiç tahammül edemezdi. Bir gaza esn­asında birlik kumandanı, askerlere, “Kimse hayvanlarını otlağa çıkarmasın.” şeklinde bir emir vermişti. Askerlerden birisi her nasılsa bu emri duymamıştı. Hayvanını otlağa saldı. Bunu öğrenen kumandan hiddetlendi ve askeri dövme­ye başladı. Bu durumdan haberdar olan Hz. Mikdad kumandana gitti ve “Ne hakla adamcağıza dayak attın?! Vallahi sen ona ne kadar vurduysan, onun da o kadar sana vurması lazımdır!” dedi. Kumandanın bu büyük sahabiye saygısı sonsuzdu. Bu sebeple teklifine rıza gösterdi. Fakat asker, kumandanını affetti. Bunun üzerine Mikdad şöyle dedi:

“Allah’tan ümidim, İslam’ın aziz kalmasıdır. Ben öleyim; ama İslam’ın zillete düştüğünü görmeyeyim!”[5]

Müslümanlar, Medine’ye hicret etmekle müşriklerin işkencelerinden kurtul­muş­lar­dı. Ancak müşrik tehlikesi hâlâ bir tehlike olarak devam etmekteydi. İslam’ın gelişmesine mâni olmak için her an Medine’ye saldırabilirlerdi. Nitekim Hicret’in 2. yılında bütün imkânlarını kullanarak, sayıca ve silahça mücahitler­den çok üstün olan kalabalık bir ordu hazırladılar.

Peygamber Efendimiz bunu haber alınca sahabilerle istişare etti. Zaten hak­kında vahiy nazil olmayan hususlarda Ashâbıyla istişare etmek, Re­sû­lul­lah’ın âdetlerindendi. Kendi düşüncesine uymasa da istişareden çıkan kararı tatbik ederlerdi. Bu istişarede Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, müşriklerle cihadmak husu­sunda güzel bir konuşma yaptılar. Hz. Mikdad da oradaydı. Söz aldı ve mücahit­leri coşturan ve aynı zamanda da imrendiren şu konuşmayı yaptı:

“Yâ Re­sû­lal­lah! Allah sana ne emrettiyse onu yerine getir. Biz seninle berabe­riz ve senin yanındayız. Biz İsrâiloğullarının Mûsâ’ya (a.s.) dediği gibi, ‘Git, sen ve Rabb’in onlarla çarpışınız da, biz burada oturalım!’ demeyiz. Fakat biz şöyle deriz: ‘Git, sen ve Rabb’in onlarla cihadınız. Biz de sizin yanınızda, sizinle bir­likte çarpışırız. Seni Hak din ve kitap ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen bizi Mekke’nin arkasında ve Yemen taraflarında, beş gecelik mesafede bulunan Berku’l-Gımad’a kadar yürütecek olsan oraya kadar yürür; senin sağında so­lunda, önünde arkanda çarpışırız!”

Hz. Mikdad’ın bu konuşması Peygamberimizin çok hoşuna gitti. Ona hayır duada bulundu.[6]Daha sonra da bu cesur sahabisini sol cenah kumandanlığına tayin etti. Müşriklerle yapılan bu ilk cihadta Hz. Mikdad büyük fedakârlıklar gösterdi. Neticede İslam ordusu kesin bir zafer kazandı.

Peygamberimizle birlikte gazalara iştirak eden Mikdad, fakir bir sahabiydi. Aç kaldığı günler çok olurdu. Fakat hiçbir zaman hâlinden şikâyetçi olmaz, içinde bulunduğu duruma şükrederdi. Allah’tan ümidini hiçbir zaman kesmez­di. Bazen bunun peşin mükâfatını alırdı.

Medine’de kıtlığın hüküm sürdüğü ve halkın, açlıktan karınlarına taş bağla­mak zorunda kaldıkları bir günde Mikdad evden çıktı. Birkaç gündür yemek yememişti. Bâkiü’l-Kargad Kabristanı’nda “Hacebe” denen yere kadar gitti. Bir harabeye girdi ve oturdu. Biraz sonra orada bulunan bir delikte bir dinar gördü. Akabinde delikten 17 tane dinar çıkardı. Kıtlık zamanında 17 dinar çok paraydı. Fakat acaba bu parayı alıp harcaması doğru olur muydu? Sünnet­ten ayrılmayan ve bir müşkili olduğunda hemen Re­sû­lul­lah’a gelen Hz. Mikdad yine öyle yaptı. Peygamberimize gelerek hadiseyi nakletti. Peygamber Efendimiz bu parayı harcamasında bir mahzurun bulunmadığını haber verdi.[7]Çünkü o para, hâlis niyetine karışılık, Allah’ın bir ikramıydı.

Hz. Mikdad’ın hususiyetlerinden birisi de, bir insan hakkında konuşurken ih­tiyatlı davranmasıydı. Bir insanın gerçek yüzünü, fikir ve mahiyetini öğrenme­den hüküm vermezdi. Bu hususta şöyle derdi:

“Ben bir insanın sonunu görmeden onun hakkında iyi veya fena bir şey söyle­mem. Çünkü bu hususta Re­sû­lul­lah’a sorulmuştu da, o şu cevabı vermişti: ‘İnsa­nın kalbi kadar değişen bir şey yoktur.’”[8]

Allah ve Resûl’ü uğrunda her şeyini te­reddütsüz feda eden ve hayatının her ânını İslamiyet’in yücelmesi için harcayan Hz. Mikdad, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanında da büyük hizmetlerde bu­lundu. Hz. Ömer onun cesaretini takdir eder ve onu bin kişilik orduya denk tu­tardı.

İslam fütuhatının hızla yayıldığı yıllarda mücahitler Mısır hudutlarına da­yan­mış­lardı. İslam ordularının kumandanı Amr bin Âs (r.a.), Mısır’ın fethi için Hz. Ömer’den yardım göndermesini talep etti. Hz. Ömer şöyle bir mektup yaz­dı:

“Sana dört bin kişi gönderdim. Her binin başında bin kişiye bedel bir kuman­dan bulunmaktadır. Bunlar Zübeyr bin Avvam, Mikdad bin Esved, Ubâde bin Sâmit ve Mes­le­me bin Muhallad’dır.”[9]

Şehit olmayı çok arzulayan ve bu arzusuna kavuşmak için ömrünün son anla­rına ka­dar cihat ordularına katılmaktan geri durmayan Hz. Mikdad, Hicret’in 33. yılında Hz. Osman’ın hilafeti zamanında vefat etti.[10]

Allah ondan razı olsun!


____________________________________
[1]Hilye, 1: 172.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 409.
[3]Müsned, 6: 4.
[4]Hilye, 1: 172; Üsdü’l-Gàbe, 4: 410; Fethü’r-Rabbânî, 22: 359.
[5]Hilye, 1: 176.
[6]Sîre, 2: 266; Tabakât, 3: 162.
[7]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 478.
[8]Müsned, 6: 4; Hilye, 1: 175.
[9]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 505.
[10]Üsdü’l-Gàbe, 4: 411; Tabakât, 3: 163.

23 Ocak 2019 Çarşamba

Muammer bin Abdullah (r.a.)


Hz. Muammer, İslamiyet’in ilk yıllarında Müslüman oldu. İkinci kafileyle Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet sonra Mekke’ye tekrar döndü. Medine’ye hicret etmekte bi­raz gecikti, bu sebeple cihadlara iştirak edemedi.

Veda Haccı’na katıldı. Peygamberimizin hizmetinde bulundu. Re­sû­lul­lah’ın devesi üzerinde bulunan “mahmil”i düzenlemekle vazifelendirilmişti. Bir defasında iyice bağla­madığı için “mahmil” yolda sallanmaya başladı. Peygamberimiz, “Muammer, bu mah­milin bağları gevşek gibi geliyor bana!” buyurdu. Muammer (r.a.), “Yâ Re­sû­lal­lah, ben her zamanki gibi onu sımsıkı bağlamıştım. Benim hizmetinizde bulunma şerefime gıpta eden biri gevşetmiştir!” dedi. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) tebessüm ederek, “Muammer, senin gönlün rahat olsun, ben senin yerine kimseyi tayin etmem!” buyurdu.

Bu bahtiyar sahabi, Re­sû­lul­lah’ın mübarek saçlarını kesme şerefine de nail oldu. Usturayı hazırladığında latife olarak, “Muammer! Re­sû­lul­lah, kulağının memesini sana tes­lim etmiştir.” buyurmuştu.

Muammer (r.a.) sevinçliydi, “Yâ Re­sû­lal­lah, bu, Allah’ın ne kadar büyük bir nimeti ve ihsanıdır ki, sizin saçınızı kesmek şerefine nail oldum!” diye cevap vermişti.[1]


_______________________________
[1]Tabakât, 4: 139; Müsned, 4: 242.

22 Ocak 2019 Salı

HZ. MÛAZ B. CEBEL (r.anh)




Ensârın ileri gelenlerinden bir sahabi. Adı, Muaz b. Cebel b. Amr b. Evs el-Ensâri el-Hazrecî'dir. Künyesi, s"Ebu Abdurrahman"dır. On sekiz yaşında müslüman olmuştur. Peygamber Efendimiz'le birlikte bütün cihadlara katılmıştır. Rasûlüllah (s.a.s) onu Muhâcirînden Abdullah b. Mes'ud ile kardeş yapmıştı. Muhammed b. Sa'd: "Muaz, uzun boylu, beyaz tenli, güzel dişli, iri gözlü, çatık kaşlı ve kıvırcık saçlıydı" diye tanımlamıştır.

Hz. Peygamber kendisini çok seviyor ve zaman zaman: "Ey Muaz seni seviyorum" demek suretiyle bu sevgisini açığa vururdu. Ashab arasında da, yüz güzelliğinin yanında, yumuşak huyluluğu, hayâsı, cömertliği ile tanınıyordu. Onu Hz. Ömer de çok seviyordu. Muaz hakkında şöyle dediği rivayet edilir: "Analar bir daha Muâz gibisini doğuramaz. Eğer Muâz olmasaydı Ömer helak olurdu, şayet Muaz benim hilafetim zamanında yaşamış olsaydı onu kendimden sonra halife tayin ederdim ve Rabbim bana onu niçin halife tayin ettiğimi sorduğunda da: "Ya Rabbi, senin Rasûlün'ü, Âlimler kıyamet gününde bir araya geldiklerinde Muâz, bir ok atımı (veya bir taş atımı) onların önünde olacak" derken işittim, diye cevap verirdim" demiştir (İbn Sa'd, Tabakât, III, 583-590).

Hz. Muâz, sünnete de son derece bağlıydı. Bir gün peygamber (s.a.s) mescidin kıble duvarında tükrük görmüş ve bunun üzerine: "Her biriniz namazına durduğu vakit şüphesiz Rabbi ile münâcât eder (söyleşir). Rabbi, kendisi ile kıblesi arasındadır. O halde hiç biriniz kıblesine karşı tükürmesin. Mutlaka tükürmesi gerekirse, ya sol tarafına veya sol ayağının altına tükürsün... " buyurmuştur. Bunun üzerine Muâz (r.a): "İslâmiyet'i kabul ettiğim günden beri sağ tarafıma tükürmüş değilim (çünkü sağ tarafta insanın sevaplarını yazan melek vardır)" demiş ve bu hareketiyle Rasûlüllah'a ne kadar bağlı olduğunu göstermiştir (Sahih-i Buharî, Tevridi Sarih Tercemesi, II, 353-354).

Muâz b. Cebel'in diğer bir özelliği de Kur'ân'ı ezbere bilmiş olması ve onu güzel okumasıdır. Bunun için Sevgili Peygamberimiz: "Kur'an'ı dört kişiden öğrenin: Abdullah b. Mes'ûd, Ubey b. Kâ'b, Muâz b. Cebel ve Ebu Hûzeyfe'nin âzadlısı Sâlim" buyurmuştur. Aynı zamanda Hz. Peygamber zamanında Kur'ân'ın toplanmasında emeği geçenlerdendir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 190; Tecrid Terc., IX, 401; X, 22).

Muâz (r.a), yaşayışında zühd ve takvaya da büyük önem verirdi. Geceleri teheccüd namazı kılar ve namaz sonunda: "Allahım! şu anda gözler uykuda ve gökte yıldızlar parlamış durumda. Sen ise, diri, her an yaratıklarını gözetip duransın... Rabbim bana dünya ve âhirette hidâyet nasib et! şüphesiz Sen va'dinden dönmezsin" diye duâ ederdi (İbnü'l-Esir, Üsdül-Gâbe, V, 194-197).

İbn Mes'ûd, Muâz (r.a) hakkında: "Şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen bir kimse idi; Allah'a şirk koşanlardan olmadı" demiştir. Bunun üzerine ona, bu sizin söyledikleriniz Kur'an-ı Kerim'de Hz. İbrahim hakkında söylenmiştir (en-Nahl, 16/120) denildiğinde: "Muaz da böyleydi; hayrı biliyor, ona uyuyor, Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ediyordu" cevabını vermiş ve onu İbrahim (a.s)'e benzetmiştir (Üsdü'l-Gâbe, V, 197).

Muaz (r.a), Sahabe'den Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer vs.'den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden hadis rivayet edenler arasında Enes b. Malik, Mesruk, Ebu't-Tufeyl, Esved b: Hilâl, Ebu Müslim el-Havlânî, Abdullah b. Kays ve Abdullah b. Ganem gibi zevât gelmektedir. Rivayet ettiği hadislerin toplamı ise sâdece yüz elli yedidir (ez-Zehebî, Tezkiratü'l-Huffâz, I,19-22; Nevzat Âşık, Sahabe ve Hadis Rivayeti, s. 117).

Hz. Muâz, aynı zamanda sahabenin fakihlerinden olup dinde vukuf (ince anlayış) sahibiydi. Daha Rasülullah'ın sağlığında fetva vermeye başlamıştı. Hz. Peygamber onun hakkında: "Ümmetim içerisinde helâl ve haramı en iyi bilen Muâz b. Cebel'dir" demiştir (Tecrid Tercemesi, I, 84). Peygamber Efendimiz onu, islâmı anlatıp öğretmek ve Kur'an-ı Kerim'i ezberletmek üzere, Hicretin dokuzuncu yılında Yemen'e göndermişti. Yolculuk öncesi Hz. Peygamber'le aralarında geçen konusmayı Muâz (r.a) şöyle anlatır: "Allah Rasûlü beni Yemen'e gönderirken şöyle dedi: "Sana bir mesele sorulduğunda ne ile hükmedeceksin?" Ben: "Allah'ın kitabındakilerle" diye cevap verdim. "Eğer Allah'ın kitabında bulamazsan ne ile hükmedeceksin?" dedi." "Allah Rasûlü'nün hükmettiği ile, dedim. Eğer onda da bulamazsan?" dediğinde: "Kendi reyimle içtihad ederim, diye cevap verdim. "Bunun üzerine Allah Rasûlü: "Nebisini, râzı olduğu şeyde başarılı kılan Allah'a hamdolsun" dedi. Ve Yemenlilere, size ashâbımdan ilmi ve dini en iyi bilen hayırlı bir kimseyi gönderiyorum diye bir de mektup yazdı (İbn Sâ'd, a.g.e., III, 583-590). Ona şu tavsiyelerde bulundu: "Ey Muâz! Ehl-i kitap olan bir topluma gidiyorsun. Cennet'in anahtarı nedir? diye sorarlarsa: "Lâ ilâhe illallah'tır" de. Yâ Muâz, dâima alçak gönüllü ol, hilimle (yumuşaklıkla, akla uygun olarak) hükmet. Cenab-ı Hak, sende samimiyet görürse yardımını ihsan eder, muvaffakiyet verir. Eğer içtihâddan âciz kalırsan meseleyi tahkik edinceye kadar hüküm verebilmek için bekle, yahut meseleyi bana bildir. Nefsinin arzularına uymaktan çekin. Nefsin arzuları insanı Cehennem'e götürür. Halka merhamet ve şefkatle muamele et. "Yâ Muâz! Onları Allah'tan başka İlah olmadığına ve benim Allah'ın Rasulü olduğuma şehadete çağır. Eğer bunu kabul ederlerse, Allah'ın kendilerine bir günde beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu da kabul ederlerse, zenginlerden alınıp fakirlere verilmek üzere, kendilerine zekâtın farz kılındığını bildir" (Buhari, Zekât,1). Ve şu mübarek sözleriyle vedâlaştı: Ey Muâz! Belki bu son görüşmemiz olabilir. Allah seni dinde başarılı kılsın ve sana hidâyet nasib etsin; önünden, arkandan, sağından, solundan, yukarıdan veya aşağı tarafından gelebilecek her türlü belâ ve musibetlerden korusun. Senden, insanların ve cinlerin kötülüklerini uzaklaştırsın. Ey Muâz, belki mescidimi ve kabrimi ziyaret edersin" Bunun üzerine Muâz (r.a), üzüntüsünden ağlayarak ayrıldı. Netice Allah Rasülü'nün tahmin ettiği gibi oldu. Muâz, Hz. Ebu Bekr'in halifeliği döneminde Yemen'den döndü. Kalan ömrünü Şam'da geçirdi ve Ürdün'de Tâûn hastalığından, henüz genç sayılabilecek bir yaşta otuz sekiz yaşında vefat etti (Mahmud Esad, İslam Tarihi, Trc. A. Lütfi Kazancı-Osman Kazancı, İstanbul 1983, s. 833), (Ayrıca bk. İbn Hacer, el-isâbe, III, 426-427; Suphi es-Sâlih, Hadis ilimleri ve Hadis İstilahları, Trc. M. Yaşar Kandemir, s. 322).

21 Ocak 2019 Pazartesi

Mugîre bin Şû’be (r.a.)


Akıl ve zekâları, muhakeme ve üstün kabiliyetleri dolayısıyla Araplar tarafın­dan “dâhi” denilen dört zatın birisi de Mugîre bin Şu’be’dir.[1]Hz. Mugîre, büyük meseleleri halletmekte son derece mahirdi. Bir dava ne kadar müşkil olursa ol­sun, onu çözmek için mutlaka bir çıkar yol bulurdu. En dehşetli hadiseler karşı­sında dahi şaşkınlığa kapılmaz, soğukkanlı olarak bir hâl çaresi bulurdu. Bilhassa devletler arası münasebetlerde vakar ve sükûnet içinde hareket ederdi. Zaten onun dehası bu meziyetinden ileri geliyordu.

Mugîre bin Şu’be, pehlivan yapılı, heybetli bir zattı. Hicret’in 5. yılında Müslüman oldu ve Medine’ye hicret etti.

Hicret’in 6. yılında, Peygamberimizle birlikte umre yapmak için hareket eden 1400 kişilik sahabi kafilesinde Hz. Mugîre de vardı.

Müşrikler, Peygamberimizin kalabalık bir sahabe topluluğuyla Kâbe’ye gelmekte ol­­duğunu öğrendiklerinde, “Muhammed ve beraberindekiler Mekke içine sokul­ma­ya­caktır!” diye kesin karar aldılar. Onların bu kararlarını haber alan Peygam­berimiz, Mekke’ye haber salarak, niyetinin sadece Kâbe’yi ziyaret etmek oldu­ğunu bildirdi. Müşrikler, Urve bin Mes’ud’u Peygamberimizle görüşmek üzere elçi olarak gönderdiler. Mugîre bin Şu’be o sırada Re­sû­lul­lah’ın başında nöbet tutuyordu. Peygamberimizin huzuruna çıkan Urve bin Mes’ud hem konuşuyor, hem de eliyle Re­sû­lul­lah’ın sakalını okşuyordu. Hz. Mugîre, müşrik birinin Pey­gamberimizin sakalına dokunmasına tahammül edemedi. Gerçi Urve bin Mes’ud, Hz. Mugîre’nin amcasıydı, fakat babası bile olsa henüz müşrikti. Akrabalık bağına ehemmiyet vermedi, Re­sû­lul­lah’ın sakalını okşayan amcasına şöy­le dedi:

“Elin kesilip kolundan ayrılmadan, onu Re­sû­lul­lah’ın sakalından çek! Bir müşrik eli ona dokunamaz.”

Yeğeninden gelen bu ikaz üzerine çarpılmışa dönen Urve, âniden elini çekiverdi.[2]

Mugîre bin Şu’be, Hudeybiye Anlaşması’ndan sonra, Mekke’nin Fethine, Tebük Sa­vaşı’na ve diğer cihadlara iştirak etti. O, müşriklerin korkulu rüyasıydı. Karşısında direnen çıkmazdı. Allah için kalkan kılıcının karşısında, müşrik dar­besinin akim kalması kaçınılmazdı.

Hz. Mugîre, şirke ve putlara o kadar düşmandı ki, ondaki dağlar heybetindeki iman, putların varlığına tahammül edemiyordu. Allah’tan başka zavallı varlık­lara tapılmasına hiç mi hiç mana veremiyordu. Resûl-i Ekrem, gözde sahabisi Mugîre’nin bu celadetini bildiği için, Benî Sakîf kabilesinin putlarını yerle bir etmek üzere Ebû Süfyân bin Harb (r.a.) ile birlikte onu da gönderdi.[3]

Diğer taraftan, kaderin tecellisine bakın, daha önce müşrik ordularının ku­mandanı olan Hz. Ebû Süfyân, iman cennetine girdikten sonra küfre meydan okuyordu.

Hz. Mugîre, Peygamberimizin vefatına kadar hep onunla beraberdi. Re­sû­lul­lah’ın beka âlemine irtihâl ettiğini öğrendiğinde iyice sarsılmıştı. Fakat o da in­sandı, ölümsüz değildi. Onun teçhiz ve tekfin işleriyle ilgilenmeyi çok arzu ediyordu. Ancak bu işleri görme vazifesi Peygamberimizin yakınlarına veril­mişti. Bu itibarla, bu hizmeti Hz. Ali, Hz. Abbas ve Fadl bin Abbas (r.a.) yaptı. Peygamberimizin mübarek naaşı kabre indirilirken, Mugîre bin Şu’be de kabrin başında bekliyordu. Fakat bir fırsatını bulup, Peygamberimizin vücuduna do­kunmak istiyordu. Bu meselede dehası kendisine yardımcı oldu: Fark ettirme­den yüzüğünü kabre attı, arkasından Hz. Ali’ye yüzüğünü düşürdüğünü söyle­di! Hz. Ali de inip almasına izin verdi. Kabre inen Mugîre yüzüğünü alırken, eliyle Peygamberimizin mübarek ayaklarını meshetti. Böylece Re­sû­lul­lah’ın mübarek cesedine son olarak elini süren sahabi oldu.[4]

Hz. Ebû Bekir’in halifeliği sırasında irtidat eden Yemâme halkının yola geti­rilmesi için hazırlanan orduda Hz. Mugîre de vardı. Bu orduda büyük başarılar gösterdi.

Hz. Ömer zamanında fetihler bir hayli çoğaldı. İran’ın fethi için Sa’d bin Ebî Vak­kas (r.a.) komutasında bir orduya kaydoldu. İslam ordusu Kadisiye tarafla­rına yüklen­diğinde, İran başkumandanı Rüstem, Hz. Sa’d’dan, görüşüp konuşmak için kendisine bir elçi göndermesini istedi. Hz. Sa’d da Hz. Mugîre başkan­lığında bir heyet gönderdi.

İranlıların ordugâh çadırında tam bir tantana vardı. Yerlere halı döşemişler, çevreyi süslemişler, herkese ipekli-süslü elbiseler giydirmişlerdi. Neleri var neleri yoksa ortaya dökmüşlerdi. Güya bununla Müslüman heyetinin cesaretini kıracaklardı... Mugîre bin Şu’be, İranlıların bu debdebesine aldırış etmeden ilerliyordu. Sırtındaki elbise gayet sade ve basitti. O kadar şatafatı görmezden geli­yor, hiç aldırmıyordu. Hattâ ilerlerken de onlara gözdağı vermek için, geçtiği yerin halılarını elindeki mızrakla delerek geçiyordu. Nihayet Rüstem’in yanına kadar vararak bitişiğine oturdu. Saray mensupları buna çok kızdılar: Bir elçi, bir ordu kumandanının yanına nasıl olur da oturabilirdi?! Oradan kaldırmak istedi­lerse de Rüstem mâni oldu. Yanından kaldırmadı. İranlılar, Rüs­tem’e taparcası­na hürmetkâr davranıyorlardı. Bunun üzerine Mugîre bin Şu’be şöyle dedi:

“Sizin akıllı bir millet olduğunuzu duyardık, hâlbuki sizden daha akılsız bir millet gör­­medim! Biz Müslümanlar birbirimize kulluk yapmıyoruz. Aramızda hiçbir fark yok­­tur. Hepimiz eşit haklara sahibiz. Ben, sizin de birbirinizin kulu olmadığınızı zanne­­­diyordum. Bugün artık anladım ki, sizin mülkünüz devam etmeyecek ve sonunda mağ­­lup düşeceksiniz! Çünkü böyle adaletsiz bir temele dayanan bir millet yaşayamaz.”[5]

Hz. Mugîre’nin bu konuşması üzerine Rüstem, “Siz bize komşusunuz. Şimdi­ye kadar size iyilik ediyor, herhangi bir zulüm ve haksızlık yapmıyorduk. Mem­leketinize dö­nün, size kapılarımız her zaman açıktır. İstediğiniz anda yurdumu­za gelip ticaret yapabilirsiniz.” dedi.

Hz. Mugîre, onun bu teklifi karşısında, dünya için gelmediklerini, Cenâb-ı Hakk’ın ismini yaymak için yola çıktıklarını söyledi. Bu dinde sebat ettikleri müddetçe Cenâb-ı Hakk’ın kendilerini galip kılacağını, düşmanlarını ise zillete düşüreceğini güzel bir şekilde izah etti. Rüstem’in İslamiyet hakkında bilgi iste­mesi üzerine ona, İslamiyet’i şu cümlelerle anlattı:

“Bu dinin baş direği, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın Resûl’ü olup, getirdiği bütün haberlerin gerçek ve doğru oldu­ğuna şehadet getirmektir. Bu dinin bir gayesi de, insanları insanlara ibadet et­mekten Allah’a ibadet etmeye çevirmektir. Bu dine göre insanların hepsi kar­deştir.”[6]

Mugîre bin Şu’be ile Rüstem arasında cereyan eden bu konuşmadan bir netice elde edilemedi. Mugîre tekrar ordugâha döndü. Hz. Sa’d ertesi gün Ribî bin Âmr’ı (r.a.) gönderdi. Üçüncü gün İranlılar, başka bir elçinin gönderilmesini is­tediler. Hz. Sa’d yine Mugîre’yi vazifelendirdi. Rüstem, Hz. Mugîre’ye, Arapla­rın çok kötü bir kavim olduğunu, birbirleriyle dahi geçinemediklerini, bundan önce kendileriyle uğraşmaya tenezzül bile etmediklerini söyledi, “Şayet açlık sebebiyle buraya geldiyseniz bol miktarda yiyecek verelim, size birçok ikram­da bulunalım!” hezeyanında bulundu.

Hz. Mugîre, Rüstem’in bu sözlerini büyük bir sukûnetle dinledi. O sözünü ta­mam­la­yınca da konuşmasına şöyle başladı:

“Biz İslamiyet’ten önce öyle bir hâlde idik ki, bizim durumumuzdan daha kö­tüsü yoktu. Aç bir topluluktuk. Dinimiz ise, birbirimizi öldürmek, birbirimize haksızlık ve zulüm yapmaktı. Hattâ kimimiz, ciğerparesi olan kızını, sofrada kendisine ortak olmaması için diri diri ve kendi eliyle toprağa gömüyordu! Fakat Cenâb-ı Hak, soyu sopu bizce bilinen, aramızda doğup büyüyen ve içimizde en asil bir aileye mensup olan birini peygamber olarak gönderdi. Bu zat, pey­gamberlikten önce de iyi bir ahlak örneğiydi. Peygamber bizi bir dine davet etti. O bize doğruyu söyledi, biz onu yalanladık; o kuvvetlendi, biz azaldık! Bize ne­yi haber verdiyse doğru çıktı. Neticede Cenâb-ı Hak bizim kalbimizi yumuşattı da, onu doğruladık ve ona tabi olduk. Biz yiyecek için gelmiş değiliz. Biz dini­mize düşmanlık yapanlarla cihadmaya geldik!”[7]

Hz. Mugîre bunları söyledikten sonra Rüstem’in önüne üç şart sürdü: “Ya Müslüman olursunuz, ya boyun eğerek cizye verirsiniz ya da kılıca sarı­lırsınız!”

Bu teklif karşısında Rüstem, öfkesinden yerinde duramayacak hâle geldi, kıpkırmızı kesildi. İnci ve yakut ile süslenmiş tahtından doğrularak, “Güneşe yemin ederim ki, daha güneş doğmadan sizin ordularınızı imha edece­ğim!” dedi. Onun bu derece hiddetlenmesine karşılık hiç sukûnetini bozmayan Hz. Mugîre şu karşılığı verdi:

“O zaman bizden ölen birisi cennete gider, sizden öldürdüklerimiz ise ce­henneme girer! Bizden sağ kalanlar da sizin topraklarınızı fetheder...”[8]

İslam ordugâhına dönen Hz. Mugîre’yi ordu kumandanı Sa’d bin Ebî Vakkas, ordunun sol kanadına kumandan tayin etti. Bu cihad İran saltanatının çöküşüyle neticelendi.

İran’ın fethinden sonra Hz. Ömer, Mugîre bin Şu’be’yi Basra valiliğine tayin etti. Mugîre idarecilik hizmetini de çok güzel bir şekilde ifa etti.

Hz. Mugîre, hadis sahasında da önde gelen sahabilerdendi. Peygamberimiz­den 133 hadis rivayet etmiştir. Rivayet ettiği hadisler Buhârî, Müsned ve di­ğer hadis kitaplarında yer alır. Bu hadislerden birisi şu mealdedir:

“Peygamber Efendimiz, ayakları şişinceye kadar namazda dururdu. Kendisi­ne, ‘Yâ Re­sû­lal­lah! Cenâb-ı Hak, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışla­mamış mıdır?’ de­nildi. Resûl-i Ekrem şu cevabı verdi: ‘Allah’a şükredici bir kul da mı olmayayım?...’”[9]

Bir diğer hadis de şu mealdedir:

“Cenâb-ı Hak kadar kullarını seven hiç kimse yoktur; bunun içindir ki, insanları uyaran ve müjdeleyen peygamberler göndermiştir. Cenâb-ı Hak kadar kul­larını öven kimse de yoktur; bunun içindir ki onlara cenneti vaat buyurmuş­tur.”[10]

Mugîre bin Şû’be, Hz. Muâviye’nin halifeliği zamanında Kûfe valisiyken vefat etmiştir.

Allah ondan razı olsun!


_________________________________
[1]Tabakât, 2: 351.
[2]Sîre, 3: 327, Fethü’r-Rabbânî, 21: 98.
[3]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 224.
[4]Tabakât, 2: 300-301.
[5]Taberî, 2: 108-109; Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 507-509.
[6]Hayâtü’s-Sahâbe, 1: 155.
[7]age., 1; 280.
[8]Taberî, 2: 110.
[9]Müsned, 4: 251.
[10]age., 248.

20 Ocak 2019 Pazar

HZ. MUS'AB İBNİ UMEYR (r.anh)



Ashab-ı kirâm'ın ileri gelenlerinden Künyesi Ebâ Muhammed'tir. Mekke'nin zengin ailelerinden olup, yakışıklı ve güzel giyinen bir gençti. Anne ve babası onun üzerine titrerdi. Özellikle, Mekke'nin en zenginlerinden sayılan annesi, oğluna güzel elbiseler giydirir ve güzel kokular sürerdi. Mekkeliler de onu hayranlıkla seyrederlerdi. Bir defasında Hz. Peygamber de onun hakkında şöyle buyurmuştu: "Mekke'de Mus'ab b. Umeyr'den daha güzel giyinen, daha yakışıklı ve nimetler içinde yüzen başka bir genç görmedim" (İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, Beyrut 1960, III, 116).

Mus'ab, Mekke'de o günün şartlarına göre zenginlik ve ihtişam içinde yaşarken, Hz. Peygamber(s.a.s)'in insanları islâm'a davet ettiğini öğrendi. Fazla vakit kaybetmeden Hz. Peygamber'e giderek iman edip müslüman oldu. O sırada Mekkeliler, müslümanlara yoğun bir baskı uyguladığından, Hz. Mus'ab müslüman olduğunu ailesinden gizlemek zorunda kalmıştı. Ama o, Peygamberimizi gizlice ziyaret etmeyi de ihmal etmezdi. Ne var ki Osman b. Talha, Mus'ab'ın namaz kıldığını görüp durumu annesi ile akrabalarına bildirmişti. Bunun üzerine akrabaları yakalayıp hapsettiler. Mekke'nin bu nazlı ve zengin genci için artık çile dolu zor günler başlamıştı.

Habeşistan'a hicret eden ilk kafileye katılıncaya kadar hapiste tutulan Hz. Mus'ab, hicret imkanı çıkınca, dinini daha rahat bir şekilde yaşayabilmek için Habeşistan'a hicret etti. Habeşistan dönüsünde Hz. Mus'ab'ın durumu tamamen değişmiş ve bu nazlı delikanlının yerini, kalbi islam ve imanla dopdolu iradesi güçlü kuvvetli, metin bir genç almıştı. Annesi ondaki bu kararlılık ve metaneti görünce, üzerindeki baskısını biraz hafifletmek zorunda kaldı.

Bu sırada Birinci Akabe Beyati olmuş ve Medinelilerden bir grup islâm'ı kabullenmişti. Kendilerine islâm'ı anlatmak ve diğerlerine de tebliğ yapmak için Rasulullah'tan bir öğretici istediler. Hz. Peygamber de bu önemli görev için Hz. Mus'ab b. Umeyr'i görevlendirdi. Hz. Mus'ab onlara hem namaz kıldıracak, hem Kur'an öğretecek, hem de diğer insanlara islâm'ı anlatacaktı ve yeni kimseleri islâm'a davet edecekti.

Böylece Medine'ye ilk hicret eden sahabi Mus'ab b. Umeyr oluyordu. Medine'de ilk cuma namazını da Mus'ab b. Umeyr kıldırdığı kaynaklarda ifade edilir (İbn Sa'd, a.g.e., III, 118).

Bir yıl sonra Mekke'ye, hac mevsiminde yanında yetmiş kişi ile gelen Mus'ab b. Umeyr, Hz. Peygamber (s.a.s)'e islâm'ın Medine'deki hızlı yayılışının müjdesini verirken şöyle demişti: "İslâm'ın girmediği ve konuşulmadığı ev kalmadı." Başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün müslümanlar bu habere çok sevindiler. Oğlunun Mekke'ye döndüğünü haber alan annesi onu tekrar hapsetmek istedi. Ancak Mus'ab bütün bunlara karşı olgun bir müslüman tavrını takınarak imanında direndi ve annesini bundan vazgeçirdi. Onun annesini islâm'a daveti bir sonuç vermediği gibi annesi de Mus'ab'ı yolundan döndürememişti.

Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında iki ay kadar kalan Mus'ab b. Umeyr, Hicretten on iki gün önce Medine'ye vardı. Hz. Peygamber (s.a.s) onu Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a) ve Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a) ile kardeş ilan etmişti (İbn Sa'd a.g.e., III, 120).

Bedir cihadında muhacirlerin sancağı onun elindeydi. "Rasûlullah'ın bayraktarı" olarak ün yapmıştı. Uhud cihadında da sancak yine onun elindeydi. cihadesnasında müslümanların gerilediğini gören Mus'ab b. Umeyr, atını sağa sola doğru sürüyor ve yüksek sesle şu ayeti okuyordu: "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce birçok peygamberler gelip geçmiştir" (Ali imrân, 3/144). Bu ayetin Uhud gününe kadar nazil olmadığı ve o gün giderildiği rivayeti, Hz. Mus'ab'ın Allah katındaki değerini ifade eder (İbn Sa'd, a.g.e., III,120,121). Uhud Gazvesinde islâm ordusunun sancağını taşıyan Mus'ab b. Umeyr'in önce sağ kolu kesildi. Hemen sancağı sol eline alarak cihada devam etti. Fakat ardından sol eli de kesildi. Bu defa vücuduyla sancağa sımsıkı sarıldı ve yukarıdaki ayeti okumaya devam etti. Sonunda müşriklerin bir mızrak darbesiyle şehid oldu. Sancağı hemen Suveybit b. Sa'd ve Ebû'r-Rûm b. Umeyr adlı sahabiler aldılar.

Hz. Mus'ab şehid olarak yerde yatarken, günün sonlarına doğru, Hz. Peygamber (s.a.s) Mus'ab'ı elinde sancakla gördü ve "ileriye git ey Mus'ab!" diye emretti. Fakat o kişi geri dönerek "Ben Mus'ab değilim" deyince Hz. Peygamber onun Mus'ab kılığında cihadan Allah'ın meleklerinden biri olduğunu anladı (İbn Sa'd, a.g.e., II, 121).

Uhud cihadında Ashab-ı kiram'ın ileri gelenlerinden birçok kimse şehid oldu. Hz. Mus'ab b. Umeyr de şehidler arasındaydı. Hz. Peygamber (s.a.s)'in ne kadar üzüntülü olduğu yüzünden okunuyordu. Mus'ab'ın mübarek na'şının başucunda oturarak, Uhud şehidleri hakkında nazil olduğu bildirilen şu ayeti okudu: "Mü'minlerden öyle er kişiler vardır ki, Allah'a verdikleri sözde sadakat ettiler. Kimi adağını ödedi şehid oldu. Kimi de (şehid olmayı) bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler" (el-Ahzab 33/23). Sonra Hz. Peygamber diğer sahabilere, şehidlere yaklaşıp selam vermelerini söyledi ve verilen selamların şehidler tarafından alınacağını ifade etti (İbn Sa'd, a.g.e., III, 121).

Hz. Mus'ab şehid edildiğinde kırk yaşlarında idi. Bir zamanlar zenginlik ve refah içinde yaşayan bu değerli insanı kefenleyecek bir örtü dahi bulunamamıştı. Hz. Peygamber, yanına geldiğinde Mus'ab b. Umeyr eski bir hırkanın içinde saçları dağılmış, vücudu ise kılıç ve mızrak darbeleriyle parçalanmış bir durumda yatıyordu. Hz. Peygamber üzüntülü bir halde şunları söyledi: "Seni Mekke'de gördüğümde, senden daha güzel giyinen, senden daha yakışıklı kimse yoktu. Şimdi ise, kefen olarak sarılmış hırkadan başın dışarıda kalıyor." Sonra onun için de bir kabir açtılar ve o mübarek sahabiyi de Uhud şehidleri arasına defnettiler.

Allah yolunda canını feda eden bu aziz şehid sahabı için Ashab-ı Kiram'dan Habbab (r.a) şunları anlatıyor: "Biz Hz. Peygamberle birlikte Medine'ye yalnız Allah rızası için hicret ettik. Artık mükâfatını Allah'tan bekleriz. Arkadaşlarımız arasında bu nimetlerden tatmadan âhirete gidenler vardır ki Mus'ab b. Umeyr bunlardan biridir. O Uhud günü şehid olmuştu da, kendisini saracak bir kefen dahi bulamamıştık. Yalnız şehidin bir kaftanını bulmuş ve bu aziz şehidi ona sarmaya çalışmıştık. Ancak başını örterken ayakları açılıyor, ayaklarını kapatırken de başı açığa çıkıyordu. Bu yoksulluk karşısında Hz. Peygamber bize şehidin başını örtmemizi ve ayaklarının üstüne de ızhîr denilen kokulu ottan koymamızı emretti" (Buharî, Cenâiz 27; İbn Sa'd, a.g.e., III, 121).

HZ. NUAYM İBNİ MES'ÛD (r.anh)



Nuaym İbni Mes'ûd radıyallahu anh uyanık, zeki bir genç... Olaylar karşısında güçlük çekmeyen, harbin hile olduğunu bilen bir kahraman... Hâdiseleri kavrayışta ve çözümlemede becerikli bir yiğit...

O , Hendek harbi esnasında islâm'la şereflendi. İsmi Nuaym olup Gatafan kabilesindendir. Müslüman olmadan önce para ve eğlenceye düşkün bir kimseydi. Arzu ve isteklerini tatmin için Necid çöllerinden kalkar Yesrib'e gelirdi. Benî Kureyza yahudileriyle sıkı ilişki içindeydi. Mekke vâdileri islâm nuruyla aydınlandığı sıralarda o, gününü gün ediyordu. Zevk ve eğlencelerine engel olmasından korktuğu için yeni din islâm'dan şiddetle uzak durmağa çalışıyordu. Fakat Allah Tealâ onun gönlünü Ahzab günü islâm'ın nuruna hazırladı.

O , Hendek gazvesinde kendine yeni bir sayfa açtı. "Harb hiledir" düstûrunun şaheser bir hikâye kahramanı oldu. İslâm'a girişi şöyle gerçekleşti:

Hicretin beşinci senesiydi. Medine'li müslümanları, dışardan Kureyş ve Gatafan kabileleri, içerden Benî Nâdir ve Benî Kureyza yahudileri kuşatıp yeni dinin kökünü kazımak istediler. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz de o günlerde Medine'de Benî Kureyzâ yahudileriyle bir barış antlaşması imzalamıştı. Benî Nadir'in ileri gelenleri Benî Kureyza'yı kışkırtmaya başladılar. Bu defa felâketin Müslümanların başına geleceğini söylediler. Yaptıkları anlaşmayı bozmalarını israr ettiler. Onlar da Mekke ve Necidden iki ordunun geldiğini görünce antlaşmayı bozdular.

Bu haber Müslümanların arasına yıldırım gibi düştü. Kureyş ile Gatafan kabileleri Medine'yi kuşatmış halka gelen erzak yolunu kesmişlerdi. Benî Kureyza da içerden Müslümanların arkasında hazırlık yapıyordu. Fitne ortalığı kaplamıştı. Münâfıklar boş durmuyordu. İçlerinde gizlediklerini açığa vurup şöyle diyorlardi: "Muhammed bize, Kisrâ ve Kayser'in hazinelerine sahip olacağımızı vadediyor. İşte bugünkü durumumuz. Bizler ihtiyaç için tuvalete gitmekten bile korkar hale geldik... "

Kalplerinde hastalık olanlar ortalığı bu şekilde fitneye verdiler. Beni Kureyzâ'nın yapacağı baskında kadınlarına, çocuklarına ve evlerine zarar geleceğini düşünerek guruplar halinde ayrılmaya başladılar. Bu kuşatma yirmi gün kadar sürdü. Her iki tarafta da açlık, sefalet başgösterdi. Atları, develeri ölmeye başladı. Soğuktan askerler dahi kırılmaya yüz tuttu.

Rasûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz devamlı Rabbine sığınarak:"Allah'ım! Senden bana vadettiğin yardımı istiyorum!... Allah'ım! Senden bana vadettiğin yardımı istiyorum..."diye duâ ediyordu.

Bu duâyı gece gündüz tekrar edip duruyorken bir gece yarısı Gatafan kabilesinden Nuaym'ın gönlüne bir kıvılcım düştü. Sabaha kadar onu uyku tutmadı. İçinden bir ses ona : " Yazıklar olsun sana Nuaym !.. Seni Necid gibi uzak yerden getiren sebep nedir? Senin gibi akıllı birisine sebepsiz yere harb etmek yakışır mı? Sen onunla ne gasbedilmiş bir hakkı geri almak için ne de tecavüze uğramış bir ırzı korumak için cihadıyorsun. Sen bilinmeyen bir sebeble onunla harb etmeye geldin!..." diyerek sesleniyordu. Kendi kendine bir iç muhasebesi yapan Nuaym gece karanlığında kalkıp Rasûlullah (s.a.) efendimizin yanına gitti. Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz ona: " Nuaym İbni Mes'ud sen misin?" dedi. O da: "Evet benim." dedi. "Bu saatte gelmene sebeb nedir ? " dedi. Bunun üzerine Nuaym, Kelime-i Şehadet getirdi ve şunları söyledi: "Ya Rasûlallah ! Ben Müslüman oldum. Yalnız kavmimin bundan haberi yok. Şimdi bana dilediğini emret !..." dedi. İki Cihan Güneşi Efendimiz de ona: "Kavmine git ve düşmanımızın gayret ve gücünü zayıflat. Çünkü harp hiledir." buyurdu.

Nuaym İbni Mesûd (r.a.) Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimizi memnun edebilmek için kabileler arası diplomasi trafiğine başladı. Her kabilenin kabul edeceği tarzda fikirler üretti. Önce Benî Kureyza'ya gitti ve onlara : " Burası sizin memleketiniz. Mallarınız, çoluk çocuğunuz ve kadınlarınız var. Başka bir yere gidecek haliniz yok. Ama Kureyş ve Gatafan öyle değil. Harbi kazanırsa ganimet bilirler. Kazanamazlarsa güven içinde memleketlerine dönerler..." diyerek onları vazgeçirmege çalıştı. Hatta onların eşrafından bazı adamları yanlarına alarak rehin tutmalarını teklif etti. Oradan çıktı Kureyş ve Gatafan'a geldi. Onlara da: " Beni Kureyza'nın Muhammed'le anlaştığını ve Kureyş ile Gatafan eşrafından bir çok adamlar alıp ona teslim,edeceğini" söyledi.

Benî Kureyza'yı denemek için Ebû Cehil'in oğlu İkrime gönderildi. İkrime onlara vardığında: " Burda eğlenip durmamız uzadı. Artık bizde usandık. Yarın çarpışmağa karar verdik." dedi. Onlar: " Yarın Cumartesidir. Biz o gün hiçbir iş tutmayız. Sonra yanımızda rehin kalmaları için sizden ve Gatafan eşrafından yetmiş kişiyi bize vermedikçe sizinle birlikte harb etmeyiz. " cevabını verdiler. İkrime kavmine döndü ve duyduklarını anlattı. Onlar da hep bir ağızdan: "Vay aşağılık maymunlar!.. Vallahi bizden rehine olarak bir koyun bile isteseler yine vermeyiz." dediler.

Nuaym (r.a.) bu şekilde düşmanları birbirine düşürdü. Aralarındaki anlaşmaları bozmada başarılı oldu. Gece yarısı bir de şiddetli rüzgâr çıktı. Fırtına çadırlarını başlarına yıktı. Kazanlarını devirdi. Ateşlerini söndürdü. Perişan bir vaziyette karanlıkta çekip gitmek zorunda kaldılar.

Sabah olunca, müslümanlar, düşmanların kaçıp gittiğini gördü ve: " Kuluna yardım eden Allah'a... Askerini aziz kılan... Kabileleri tek başına yenen Allah'a hamd olsun..." dediler.

O günden sonra Nuaym İbni Mesûd (r.a.) Resûl-i Ekrem (s.a.)'in güven kaynağı oldu. O'nun verdiği hiçbir vazifeyi aksatmadı. Onunla birlikte harblere katıldı. Onun önünde sancak taşıdı.

Mekke fethi günü Ebû Süfyan İbni Harb, müslüman askerleri'ni seyretmek üzere durduğunda, Gatafan'ın sancağını taşıyan bir adamı gördü ve yanındakilere: " Bu kim? " diye sordu. Onlar da: "Nuaym İbni Mesûd..." dediler. Bunun üzerine Ebû Süfyan şunları söyledi: " Hendek cihadında bize yaptığı neydi!... O, Muhammed'in en büyük düşmanıyken şimdi onun önünde kavminin sancağını taşıyor..."

Allah her zaman mü'minlerin yardımcısıdır... Yeter ki gönlümüzü O'na tam verelim. Dinde muhlisler olarak yaşayalım. Göz yaşlarıyla samimi duâlara devam edelim. Allahu Teala bu dualar hürmetine nice Nuaym'ler çıkarır... Cemel vakasında vefat ettiği rivayet edilen Nuaym İbn Mesûd (r.a.)'un şefaatlerini niyaz ederiz.

18 Ocak 2019 Cuma

Nûman bin Mukarrin (r.a.)


Hicret’in 5. yılıydı... Medine sokakları, Müslüman olmak için âdeta yarış edercesine akın eden kavim ve kabilelerle şenleniyordu. Müzenî kabilesinden de 10 kişilik bir heyet geldi. Heyette bulunanlar bir müddet Peygamberimizin sohbetinde bulunduktan sonra Müslüman oldular. Bu 10 kişiden birisi de Nûman bin Mukarrin’di (r.a.).

Hz. Nûman, cesaretiyle meşhurdu. Bu cesaretini İslamiyet’in yayılması yo­lunda kul­landı. cihad ordularına iştirak etti. Bu cihadlarda Peygamberimizin çok yakınında bulundu. Mekke’nin fethinde sancaktarlık yaptı.

Peygamberimizin vefatına kadar İslamiyet’in yayılması hususunda gayret sarf eden Hz. Nûman, Hz. Ebû Bekir’in hilafeti zamanında da çeşitli hizmetler­de bulundu.

Hz. Ömer halife olduktan sonra, İran topraklarına bir cihad ordusu çıkarıyor­du. “Ordunun başına kimin getirilmesinin daha uygun olacağı” hususunda sahabilerle istişare etti. İstişare neticesinde, İran’a sevk edilecek İslam ordusunun başına Nûman bin Mukarrin’in getirilmesine karar verildi.

Hz. Ömer tarafından böyle bir vazife kendisine tebliğ edildiğinde Hz. Nûman bunu memnuniyetle kabul etti. İslam ordusuyla İran’a hareket etti. Emri altında Huzeyfe bin Yemân, Mugîre bin Şu’be, Hz. Zübeyr ve Abdullah bin Ömer (r.a.) gibi meşhur sa­ha­biler de vardı.

İslam ordusu düşmanla karşılaşmadan önce, Peygamberimizin emri üzere düşman, Müslüman olmaya davet edilirdi. Kabul etmezlerse cizye vermeleri teklif edilir, buna da yanaşmazlarsa, artık üçüncü şık olan cihadı kabul etmiş sa­yılırlardı. Hz. Nûman da bu esasa uyarak İranlıları İslamiyet’e davet etti. İranlı­lar bunu kabul etmedikleri gibi cizye vermeye de yanaşmadılar. Mugîre bin Şu’be kumandana hitaben, “İranlılar bize çok yaklaştılar, süratli ve iyi ok atarlar. Bu sebeple hemen hücum etmelisin!” dedi.

Hz. Nûman, Peygamberimizle birlikte birçok cihadta bulunmuştu. cihadtecrübesi daha fazlaydı. Re­sû­lul­lah öğle sıcaklığında düşmana saldırmazdı. Oysa vakit tam öğle idi. Bu sebeple Hz. Mugîre’nin teklifine yanaşmadı ve ona şöyle dedi:

“Vallahi sen gerçekten tecrübeli ve ileri görüşlü bir sahabisin. Fa­kat Peygamberimizle bulunduğum bütün cihadlarda, o, eğer gündüzün ilk saatlerinde cihadmazsa, güneşin tesiri kayboluncaya ve rüzgâr çıkıncaya kadar cihadı geciktirirdi.”

Hz. Nûman daha sonra mücahitlerin arasında dolaştı. Onları harbe teşvik edi­ci konuşmalar yaptı. Sonra da nasıl hareket edecekleri hususunda talimat ver­di: “Ben sancağı üç defa sallayacağım. Birinci sallayışımda herkes ihtiyacını görsün ve abdest alsın. İkinci sallayışımda ayakkabılarını bağlasın ve silahını tekrar kontrol etsin. Üçüncüde ise hücuma geçsin. Ben bile olsam, şehit düşen biriyle meşgul olup oyalanmayın...”

Nihayet beklenen vakit geldi. Hz. Nûman, Cenâb-ı Hakk’a, “Allah’ım, bugün Müslümanların zafer kazanması yolunda bana şehitlik ihsan eyle! Müslüman­ları muzaffer kıl!” diye münacatta bulundu ve sonra da mücahitlerin beklediği işareti verdi. Sancağı üç defa salladı. İranlılar, Müslümanlardan birkaç misli da­ha kalabalıktı. Fakat şehitlik arzusuyla yola çıkan mücahitler, kumandanları Numan bin Mukarrin’in (r.a.) arkasında hücuma geçtiler. İlk yere düşen Hz. Nûman oldu. Mücahitler onun yaralandığını gördüler; fakat sözünü hatırlaya­rak yanına yaklaşmadılar. Hz. Makil bin Yesar bunu şöyle anlatır:

“Nûman yere yıkılınca yanına geldim; fakat onun ‘Eğer şehit düşersem kimse benim­le meşgul olmasın.’ sözünü hatırladım. Üzerine bir örtü örttüm ve gittim. Nihayet İranlılara galip geldik. Yanıma biraz su alarak kumandanımızın yanına geldim. Yüzünde­ki toprakları yıkadım. Bana, ‘Sen kimsin?’ diye sordu. Kendi­mi tanıttım. ‘Müslüman­lar ne yaptılar? dedi. ‘Allah onları muzaffer kıldı.’ de­dim. Buna çok sevindi. Bütün ya­ralarını, acılarını unuttu. ‘Allah’a çok şükür! Bunu Ömer’e yazın.’ dedi ve şehadet mertebesine erdi.”[1]

Hz. Ömer bu kahraman sahabinin şehadetini duyunca başını elleri arasına alarak hıçkıra hıçkıra ağladı…

Allah onlardan razı olsun!


________________________________
[1]el-İstiâb, 3: 545.

17 Ocak 2019 Perşembe

HZ. OSMAN BİN AFFAN (r.anh)



 Osman b. Affân b. Ebil-As b. Ümeyye b. Abdi'ş-Şems b. Abdi Menaf el-Kureşî el-Emevî; Raşid Halifelerin üçüncüsü. Ümeyyeoğulları ailesine mensup olup, nesebi beşinci ceddi olan Abdi Menaf'ta Resulullah (s.a.s) ile birleşmektedir.

Fil olayından altı sene sonra Mekke'de doğmuştur. Annesi, Erva binti Küreyz b. Rebia b. Habib b. Abdi Şems'tir. Büyükannesi ise Resulullah (s.a.s)'ın halası Abdülmuttalib'in kızı Beyda'dır. Künyesi, "Ebû Abdullah'tır. Ona, "Ebu Amr" ve "Ebu Leyla" da denilirdi (İbnul-Hacer el-Askalânî, el-İsabe fi Temyîzi's-Sahabe, Bağdat t.y., II, 462; İbnül Esîr, Üsdül-Ğâbe, III, 584-585; Celaleddin Suyûtî, Târihul-Hulefâ, Beyrut 1986, 165).

Resulullah (s.a.s) risaletle görevlendirildiğinde Osman (r.a) otuz dört yaşlarındaydı. O, ilk iman edenler arasındadır. Ebû Bekir (r.a), güvendiği kimseleri İslâma davette yoğun gayret göstermekteydi. Onun bu çalışmaları neticesinde, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah ve Osman b. Affân iman etmişlerdi. Hz. Osman, cahiliyye döneminde de Hz. Ebû Bekir'in samimi bir arkadaşı idi (Siretu İbn İshak, İstanbul 1981,121; Üsdü'l-Gâbe, aynı yer; Askalanî, aynı yer).

Hz. Osman, iman ettiği zaman bunu duyan amcası Hakem b. Ebil-Âs onu sıkıca bağlayarak hapsetmiş ve eski dinine dönmezse asla serbest bırakmayacağını söylemişti. Hz. Osman (r.a) ebediyyen dininden dönmeyeceğini söyleyince, kararlılığını gören amcası onu serbest bırakmıştı (Suyûtî, 168).
Peşinden o, Resulullah (s.a.s)'ın kızı Rukayye ile evlenmişti. Bazı tarihçiler bu evliliğin Peygamber'in risaletle görevlendirilmesinden önce olduğunu kaydederler (Suyûtî, a.g.e., 165).

Mekkeli müşriklerin iman edenlere yönelttikleri baskı ve işkenceler yoğunlaşıp çekilmez bir hal alınca, Resulullah (s.a.s), ashabına Habeşistan'a hicret etmeleri tavsiyesinde bulunmuştu. Hz. Osman'ın Habeşistan'a ilk hicret edenler arasında olduğu hakkında kaynaklar ittifak halindedirler. İbn Hacer birçok sahabiye dayandırarak Hz. Osman'ın, eşi Rukayye ile birlikte Habeşistan'a hicret eden ilk kimse olduğunu kaydetmektedir (İbn Hacer, aynı yer). Mekkelilerin iman ettiklerine dair yanlış bir haberin Habeşistan'a ulaşmasıyla birlikte muhacirlerden bir bölümü Mekke'ye geri dönmüştü. Hz. Osman da geri dönenler arasındaydı. Ancak onlar kendilerine ulaşan haberin asılsız olduğuna şahit olduklarında tekrar Habeşistan'a gitmek için yola çıktılar. Hz. Osman, hareket etmeden önce Resulullah (s.a.s)'e şöyle demişti: "Ya Resulullah! Bir defa hicret ettik. Bu Necaşi'ye ikinci hicretimiz oluyor. Ancak siz bizimle değilsiniz". Resulullah (s.a.s) ona; "Siz Allah'a ve bana hicret edenlersiniz. Bu iki hicretin tamamı sizindir" karşılığını vermişti. Bunun üzerine o; "Bu bize yeter ya Resulullah" dedi (İbn Sa'd, Tabakatül-Kübra, Beyrut t.y., I, 207).

Hz. Osman (r.a), ikinci olarak hicret ettiği Habeşistan'da bir müddet kaldıktan sonra Mekke'ye geri döndü. Resulullah (s.a.s), Medine'ye hicret etmekle emrolunduğunda, Hz. Osman diğer müslümanlarla birlikte Medine'ye hicret etti. O, Medine'ye ulaştığı zaman Hassan b. Sabit'in kardeşi Evs b. Sabit'e konuk olmuştu. Bundan dolayı Hassan, onu çok severdi (İbnül-Esîr, Üsdül-Gâbe, 585; İbn Sa'd, a.g.e., 55-56).
Bir yahudinin mülkiyetinde olan Rume kuyusunu yirmi bin dirheme satın alarak bütün müslümanların istifadesine sunmuştu. Bu kuyunun müslümanlar için ne kadar önemli olduğu Resulullah (s.a.s)'in şu sözünden anlaşılmaktadır: "Rume kuyusunu kim açarsa, ona Cennet vardır" (Buharî, Fezailu'l-Ashab, 47).
Hz. Osman, hanımı Rukayye ağır hasta olduğu için, Resulullah (s.a.s)'in izniyle Bedir cihadından geri kalmıştı. Rukayye ordu Bedir'de bulunduğu esnada vefat etmiş, müslümanların zaferinin müjdesi Medine'ye ulaştığı gün toprağa verilmişti. Fiili olarak Bedir'de bulunmamış olmakla birlikte Resulullah (s.a.s) onu Bedir'e katılanlardan saymış ve ganimetten ona da pay ayırmıştı (Üsdül-Gâbe, III, 586; Suyutî, a.g.e., 165; H.İ.Hasan, Tarihu'l-İslâm, I, 256).

Hz. Osman Bedir cihadı hariç, müşriklerle ve İslâm düşmanlarıyla yapılan bütün cihadlara katılmıştır.Rukayye'nin vefat edişinden sonra Resulullah (s.a.s), Hz. Osman'ı diğer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendirdi. Hicretin dokuzuncu yılında Ümmü Gülsüm vefat ettiğinde Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştu: "Eğer kırk tane kızım olsaydı birbiri peşinden hiç bir tane kalmayana kadar onları Osman'la evlendirirdim" ve yine Hz. Osman'a "Üçüncü bir kızım olsaydı muhakkak ki seninle evlendirirdim" demişti (Üsdül-Gâbe, aynı yer).

Resulullah (s.a.s)'in iki kızıyla evlenmiş olduğu için iki nûr sahibi anlamında, "Zi'n-Nureyn" lakabıyla anılır olmuştur. Zatü'r-Rika ve Gatafan seferlerinde Resulullah (s.a.s), onu Medine'de yerine vekil bırakmıştır (Suyuti, a.g.e., 165).

Hz. Osman'ın Habeşistan'a hicreti esnasında Hz. Rukayye'den doğan Abdullah adındaki oğlu, Medine'ye hicretin dördüncü yılında bir horozun yüzünü gözünü tırmalaması sonucunda hastalanarak vefat etti. Abdullah, vefat ettiğinde altı yaşında idi (İbn Sa'd, a.g.e., III, 53, 54).

Hicretin altıncı yılında müslümanlar, Umre yapmak için Mekke'ye hareket ettiklerinde, Hz. Osman da onların arasındaydı. Ancak, putperest Mekke yönetimi, müslümanları Mekke'ye sokmama kararı almıştı. Bunun üzerine Hudeybiye'de karargah kuran Resulullah (s.a.s), müşriklerle diyalog kurarak, maksatlarının yalnızca umre yapmak olduğunu onlara bildirmek istiyordu. Resulullah (s.a.s), bu iş için Hz. Ömer'i görevlendirmek istemiş, ancak Hz. Ömer, bir takım geçerli sebepler ileri sürerek Hz. Osman'ın daha uygun olduğunu söylemişti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s), elçilik görevini Hz. Osman'a verdi. Daha önce elçi gönderilen Hıraş b. Umeyye el-Ka'bî'yi Mekkeliler öldürmek istemişlerdi (İbn Sa'd, a.g.e., II, 96).

Müşriklerin hırçın davranışları böyle bir elçiliği tehlikeli bir hale sokuyordu. Resulullah (s.a.s), Hz. Osman (r.a)'a şöyle dedi: "Git ve Kureyş'e haber ver ki, biz buraya hiç kimse ile cihadmaya gelmedik. Sadece şu Beyt'i ziyaret ve onun haremliğine saygı göstermek için geldik ve getirdiğimiz kurbanlık develeri kesip döneceğiz ". Hz. Osman (r.a), Mekke'ye gidip, müşriklere bu hususları bildirdi. Ancak onlar; "Bu asla olmaz. Mekke'ye giremezsiniz" karşılığını verdiler. Onların red cevabı İslâm kârargahına Osman (r.a)'ın öldürüldüğü şeklinde ulaştı. Onun dönüşünün gecikmesi bu haberi destekler nitelikteydi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s), yanındaki bütün müslümanları, ölmek pahasına müşriklerle çarpışmak üzere, bey'ata çağırdı. Bey'atu'r-Rıdvan adıyla tarihe geçen bu bey'atlaşmada Resulullah (s.a.s) sol elini sağ elinin üzerine koyarak, "Osman Allah'ın ve Resulünün işi için gitmiştir" dedi ve onun adına da bey'at etti. Müşrikler bu durumdan korkuya kapıldıkları için anlaşma yolunu tercih etmişlerdi (İbn Sa'd, II, 96, 97).

Hz. Osman, bu arada Mekke'deki güçsüz müslümanlarla görüşmüş ve onları İslâm'ın yakında gerçekleşecek olan fethiyle teselli etmişti (Asım Köksal, İslâm Tarihi, VI, 177).Müşrikler, Osman (r.a)'a isterse Kâ'be'yi tavaf edebileceğini bildirmişler, ancak o, Resulullah (s.a.s) tavaf etmeden, kendisinin de tavaf etmeyeceği cevabını vermişti. Hudeybiye'de bulunan sahabiler ise Resulullaha: "Osman Beytullah'a kavuştu, onu tavaf etti; ne mutlu ona" dediklerinde Resulullah (s.a.s); "Beytullah'ı biz tavaf etmedikçe, Osman da tavaf etmez buyurmuştur" (Vakidî'den naklen, A. Köksal, a.g.e., 178-179).

Hz. Osman, Medine dönemi boyunca sürekli Resulullah (s.a.s) ile birlikte olmaya gayret gösterdi. Ashabın en zenginlerinden biri olması, onun İslâma ve müslümanlara herkesten çok maddi yardımda bulunmasını sağladı. Bilhassa kâfirler üzerine sefere çıkan orduların techiz edilmesinde aşırı derecede cömert davrandığı görülmektedir. Tarihçiler onun Ceyş'ul-Usra diye adlandırılan Tebük seferine çıkacak ordunun techiz edilmesine yaptığı katkıyı övgüyle zikretmektedirler. O, bu ordunun yaklaşık üçte birini tek başına techiz etmiştir. Asker sayısının otuz bin kişi olduğu göz önüne alınırsa bu meblağın büyüklüğü rahatça anlaşılır. Yaptığı yardımın dökümü şöyledir: Gerekli takımlarıyla birlikte dokuz yüz elli deve ve yüz at, bunların süvarilerinin teçhizatı, on bin dinar nakit para (A. Köksal, IX,162). Onun bu davranışından çok memnun olan Resulullah (s.a.s); "Ey Allah'ım! Ben Osman'dan razıyım. Sen de razı ol" (İbn Hişam, Sîre, IV,161) diyerek duada bulunmuş ve; Bundan sonra Osman'a işledikleri için bir sorumluluk yoktur" (Suyûtî, a.g.e.,169) demiştir.

Hz. Osman, Veda Haccı esnasında da Resulullah (s.a.s)'in yanındaydı. Resulullah (s.a.s) müslümanları ilgilendiren bir çok meselede Osman (r.a)'ın yardımına müracaat etmiştir (H.İ.Hasan, a.g.e., I, 256).
Hz. Ebû Bekir (r.a) halife seçilince Osman (r.a) ona bey'at etti. Ebû Bekir (r.a) halifeliği boyunca ümmetin işlerini idarede onunla istişarede bulundu. Ebû Bekir (r.a)'ın vefatından önce yazdırdığı Hz. Ömer'in Halife atanmasına dair belgeyi Osman (r.a) kaleme almıştır. Hz. Ebû Bekir, Osman (r.a)'ın yazdıklarını ona tekrar okutturduktan sonra mühürletmişti. Osman (r.a), yanında Ömer (r.a) ve yanında Useyd İbn Saîd el-Kurazî olduğu halde dışarı çıkmış ve oradakilere "Bu kağıtta adı yazılan kimseye bey'at ediyor musunuz" diye sormuştu. Onlar da "evet" diyerek bunu kabul etmişlerdi (İbn Sad a.g.e., III, 200).

Halife Hz. Ömer (r.a), yaralanınca, hilâfete geçecek kimsenin tayin edilmesi için altı kişiden oluşan bir şura oluşturmuştu. Bunlar Hz. Ali, Osman, Sa'd İbn Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zubeyr İbn Avvam ve Talha İbn Ubeydullah (r.anhum) idiler. Yapılan görüşmeler neticesinde, şura üyelerinden dördü feragat edince görüşmeler Hz. Osman'la Hz. Ali üzerinde devam etti. Şura başkanı Abdurrahman İbn Avf, geniş bir kamu oyu yoklaması yaptıktan sonra müslümanların bu iki kişiden birisinin halife seçilmesi üzerinde mutabık olduklarını gördü. Hz. Ali (r.a)'i çağırarak ona; Allah'ın Kitabı, Resulünün Sünneti ve Ebû Bekir ve Ömer'in uygulamalarına tabi olarak hareket edip etmeyeceğini sordu. O, Allah'ın Kitabı ve Resulünün Sünnetine tam olarak uyacağı, ancak bunun dışında kendi içtihadına göre davranacağı cevabını verdi. Aynı soruyu Osman (r.a)'a yönelttiğinde o, bunu kabul etmişti. Bunun üzerine Abdurrahman İbn Avf, Osman (r.a)'ı halife atadığını ilan ederek ona bey'at etti (Suyuti, a.g.e.,171, 172; İbn Hacer, a.g.e., 463; H.İ.Hasan, a.g.e., I, 258, 261).

Hz. Osman'a ikinci olarak bey'at eden kimse Hz. Ali (r.a) olmuştur. Peşinden de bütün müslümanlar ona bey'at ettiler (İbn Sa'd, a.g.e., III, 62). Osman (r.a)'ın hilâfete geçişi Hicri yirmi üç senesi Zilhicce ayının sonlarında olmuştur.Osman (r.a), devlet idaresini devraldığı zaman İslâm fetihleri hızlı bir şekilde devam ediyordu. Hz. Ömer (r.a) devrinde Suriye, Filistin, Mısır ve İran, İslâm topraklarına katılmıştı. Hz. Ömer (r.a)'ın güçlü idaresi, fethedilen bölgelerde otorite ve düzenin sağlam bir şekilde yerleşmesini sağlamıştı.Hz. Osman (r.a), İslâm tebliğinin girmiş olduğu yayılma sürecini aynı hızla devam ettirmeye çalıştı. O, Ermenistan, Kuzey Afrika ve Kıbrıs'ı fethetmiş, İran'daki ayaklanmaları bastırarak merkezî yönetimin nüfuzunu yeniden tesis etmiştir.

Hz. Osman (r.a), hilâfeti devraldığı zaman idari kadrolarda yavaş yavaş bazı değişiklikler yapma yoluna gitti. Ancak, Ömer (r.a)'in vasiyetine uyarak bir sene müddetle onun valilerini yerlerinde bıraktı. İlk önce Küfe valisi Muğire b. Şu'be'yi azlederek yerine Sa'd b. Ebi Vakkas'ı atadı. Sa'd, Osman (r.a)'ın yönetime geçtikten sonra atadığı ilk validir (İbnül-Esir el-Kamil fî't-Tarih, Beyrut 1979, III, 79).Mısırlılarca sevilen bir kimse olan Amr b. el-As'ın Mısır valiliğinden alınması ve yerine, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'in tayin edilmesi bazı karışıklıkların çıkmasına sebep olmuştu. İskenderiye halkı Bizans İmparatoru Heraklious'a mektup yazarak kendilerini müslümanların elinden kurtarmasını istediler. Ayrıca, müslümanların karşı koyacak kadar askerlerinin olmadığını da bildirdiler.

Bunun üzerine Bizans İmparatoru, Manuel komutasında kalabalık bir orduyu İskenderiye'ye gönderip burayı işgal etti. Bizanslılardan çekinen Kıpti halk, Hz. Osman'dan duruma müdahale etmesini istediğinde o, Amr b. el-As'ı Mısır'a geri gönderdi. Amr, yaptığı cihadta, Manuel'i öldürerek düşmanı büyük bir yenilgiye uğrattı ve İskenderiye şehrini çevreleyen sur'u yıktı (Hicrî 25) (İbnul-Esir, a.g.e., III, 81; H.İ.Hasan, a.g.e.; I, 264).

Aynı yıl içerisinde anlaşmalarını bozan Rey üzerine, Sa'd b. Ebi Vakkas bir sefer düzenlemiş; ayrıca, Deylem üzerine yürümüştür.Sa'd b. Ebi Vakkas, Beytül-Maldan borç olarak aldığı parayı geri ödemekte sıkışınca Osman (r.a), onu azlederek yerine anne bir kardeşi Velid b. Ukbe'yi Küfe valiliğine getirdi (İbnul-Esir a.g.e., III, 82).

Velid, beş sene Küfe valiliğinde bulunmuştur. Velid, bir sabah, namazı sarhoş olduğundan dolayı dört rekat kıldırmıştı. Hatırlatılması üzerine "sizin için arttırıyorum" demişti. Bunu duyan Hz. Osman, ona tazir cezası vererek bunun uygulanmasını Hz. Ali'den istemişti. Hz. Ali de Abdullah b. Cafer'e onu kırbaçlattırmıştı. Bu olay üzerine Hz. Osman onu azlederek yerine Saîd b. el-As b. Umeyye'yi atadı (İbnul-Esir, a.g.e., III, 107).

Suyûtî, Hz. Osman'ın, ilk olarak Velid'i, Sa'd'ın yerine vali yapması yüzünden kınandığını söylemektedir (Suyutî, 172).Velid, Küfe valisi olunca, Azerbaycan komutanı Utbe b. Ferkat'ı görevinden aldı. Bunun üzerine Azerbeycan halkı isyan ettiler. Velid, Azerbeycan üzerine yürüyerek burayı itaat altına aldıktan sonra Ermenistan (Tiflis) tarafına yöneldi ve andlaşmalar yaparak ganimetlerle geri döndü (H. 25).Bu arada Bizansla yapılan mücadele devam etmekteydi. Muaviye, Antalya ve Tarsus taraflarına akınlar düzenliyordu. Öte taraftan, Amr b. el-As'a Kuzey Afrika'yı ele geçirmek için emirler gönderen Osman (r.a), Sicistan Valisi, Abdullah b. Amr'a Kabil'e yürümesi talimatını veriyordu (İbnul Esir, a.g.e., III, 87).

Hicri yirmi altıda, Mescid-i Haram'ın genişletilmesi çalışmalarına tanık olunmaktadır. Mescid-i Haram'ın çevresindeki arsalar satın alınarak geniş bir alan elde edilmişti.Hz. Osman (r.a), Hicri yirmi yedinci yılda Mısır Valisi Amr b. el-As'ı azlederek yerine Abdullah İbn Sa'd b. Ebi Serh'i getirdi. O, Kuzey Afrika'nın fethinin tamamlanması düşüncesindeydi. Bunun için Osman (r.a), Ashabın ileri gelenleriyle istişare ettikten sonra, ona izin verdi ve içinde çok sayıda sahabinin de bulunduğu bir orduyu takviye olarak ona gönderdi (H.İ. Hasan, a.g.e., I, 265). Abdullah b. Nafi b. Abdulkays ve Abdullah b. Nafi b. Husayn komutasındaki kuvvetler, İbn Ebi Serh ile birleşerek Mısır'dan batıya doğru harekete geçtiler. Trablus'tan Tanca'ya kadar olan bölgenin hakimi ve Bizans İmparatorunun valisi, İslam ordusunun topraklarına doğru ilerlediği haberini alınca, yirmi bini süvari olmak üzere, yüz bin kişilik bir ordu hazırlayarak tedbirler aldı. Krallık merkezi olan Subaytala'ya yirmi dört saatlik bir mesafede iki ordu karşı karşıya geldi. İbn Ebi Serh'in, müslüman olmak veya cizyeyi kabul etmek teklifi reddedilince çatışma başladı. Bu arada, ordunun Medine ile olan haberleşmesi kesilmişti.

Hz. Osman bağlantı kurabilmek için Abdullah İbn Zübeyr'i bir askeri birlikle Afrika'ya gönderdi. Günlerce süren cihad, Abdullah İbn Zübeyr'in önerdiği taktikle kısa zamanda büyük bir zaferle sonuçlandı. Müslümanların eline geçen ganimet oldukça büyüktü. Süvarilere üçer bin dinar ve yayalara ise biner dinar hisse düşmüştü (İbnül-Esir, a.g.e., III, 88-90; H.İ.Hasan, a.g.e., I, 265-266).

İslâm ordularının önündeki bu engel kaldırıldıktan sonra Hz. Osman, Abdullah b. Nafî b. Husayn ve Abdullah b. Nafi b. Abdulkays'a hiç vakit kaybetmeden Cebelu't-Tarık'ı geçerek Endelüs'e girmeleri emrini verdi. Hz. Osman'ın, ordunun Endelüs'e geçişini istemesi, İstanbul'un batı yönünden sıkıştırılarak fethinin kolaylaştırılması düşüncesinden kaynaklanıyordu. O, komutanlarına şöyle diyordu: "İstanbul ancak Endelüs tarafından fethedilebilir. Eğer orayı fethederseniz, İstanbul'u fethedenlerin ecrine ortak olacaksınız" (İbnül-Esir, a.g.e., III, 93; Ayrıca bk. Muhammed Hamidullah, Fethul-Endelüs (İspanya) fi Hilafeti Seyyidina Osman sene 27 li'l-Hicre, İ.Ü. Ed. Fak. İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1978, VII, 221-225).

Böylece Hz. Osman zamanında, Kuzey Afrikadaki fetihler tamamlanmış, İslâm'ın karşısındaki en büyük güç olan Bizans'ın batıdan sıkıştırılması planları uygulamaya konulmuştur.Öte taraftan Muaviye b. Ebi Süfyan, Osman (r.a)'dan izin alarak, Suriye sahillerinde oluşturduğu donanma ile Akdenize açılmış ve müslümanlar denizlerde de Bizans'a karşı varlık göstermeye başlamışlardı. Muaviye daha önce bu iş için Hz. Ömer'e müracaat etmişti. Ancak Ömer (r.a), o an müslümanların maslahatı bunu gerekli kılmadığı için izin vermemişti. Daha sonra şartlar bu iş için elverişli hale geldiğinden dolayı Hz. Osman donanma inşasının lüzumuna kanaat getirmişti. Muaviye, donanmasıyla denize açılarak, Kıbrıs Adasına çıktı. Abdullah b. Sa'd Mısır'dan onun yardımına gitti. Kıbrıs, yıllık yedi bin dinar cizye ile İslâm hakimiyetini tanımak zorunda kaldı (Hicrî 28). Bu miktar onların Bizans İmparatoruna ödediği meblağdır (İbnül-Esir, a.g.e., III, 96).

Hz. Osman, Kufe Valisi Ebu Musa el-Eş'arî'yi görevinden alarak yerine Abdullah b. Amir el-Kureyz'i atadı (H. 29). Abdullah, Osman (r.a)'ın dayısının oğludur. Ebu Musa'yı azletmesinin sebebi Kûfe halkının ondan şikayetçi olmaları ve bunu Hz. Osman (r.a)'a bildirmeleridir (İbnül-Esîr, a.g.e., III, 99-100).Hz. Osman, Mescid-i Nebi'nin genişletilmesine ihtiyaç duyarak, onu süslü taşlarla yeniden inşa etti. Taş sütunlar dikerek tavanını sac (bir cins ağaç) ile kapattı. Uzunluğunu yüz altmış, genişliğini de yüz elli zira'a çıkarttı (Suyûtî, 173).

Hicri otuz yılında Sa'id b. el-As'ın Taberistan'a hücum ettiği görülür. Bu bölgede gazalarda bulunan Sa'id, bir çok şehri fethetti. Horasan, Tus, Serahs, Merv, Beyhak bunlardan bazılarıdır.Bu yıl içerisinde Hz. Osman, değişik eyaletlerde, Kur'an-ı Kerim'in okunması üzerine ortaya çıkan ihtilafları ortadan kaldırmak için çalışmalar başlattı. Kur'an-ı Kerim ilk olarak Hz. Ebû Bekir zamanında tedvin edilmişti. Zeyd b. Sabit'in başkanlığında yapılan bu çalışmada, Kur'an-ı Kerim bir kitap haline getirilmişti. Bu ilk mushaf, Ebû Bekir (r.a)'dan sonra Ömer (r.a)'a geçmiş, onun şehadetinden sonra da Hafsa (r.anh)'nın elinde kalmıştı.Azerbeycan sefer esnasında ordu içerisinde kıraat konusunda bir ihtilafın çıkması, ordu komutanı Huzeyfe b. Yeman'ı endişelendirmiş ve Halife'den, müslümanların emin bir şekilde okuyabilecekleri bir mushafın çoğaltılmasını istemişti. Hafsa (r.anh)'ın yanında bulunan mushaf getirilerek çoğaltıldı ve bütün eyaletlere dağıtıldı. Bunun dışında kalan nüshaların tamamı toplatılarak imha edildi. Bu durum karşısında Ashabın hayatta olanları oldukça rahatlamışlardı (İbnül-Esîr a.g.e., III,111-112; H.İ. Hasan, a.g.e., I, 510-513).

Hz. Osman, Resulullah (s.a.s)'a ait olan; Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'den sonra kendisine intikal eden mührü Medine'deki Arîs kuyusuna düşürdü. Onu bulacak olana büyük miktarda para vadinde bulunmuş, ancak bütün aramalara rağmen bu mühür bulunamayınca Osman (r.a) büyük bir üzüntüye kapılmıştı. Ondan ümidini kesince hemen bir mühür yaptırdı. Şehid edilene kadar parmağında kalan bu mührün kimin eline geçtiği tesbit edilememiştir (İbnül-Esir, III, 133).

Bu olay hilâfetinin altıncı yılında meydana gelmiştir.İslam fetihlerinin sürekliliği ve elde edilen ganimetlerle insanların zenginleşmeleri, refah seviyesini oldukça yükseltmişti. Bu durum, tabii olarak, İslâma uygun olmayan birtakım davranış biçimlerinin de ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Resulullah (s.a.s)'ın yanında yetişen ve bu gelişmeleri endişeyle takip eden sahabiler, bu endişelerini yer yer ortaya koymaktaydılar. Bunlardan birisi de, zühd ve takvasıyla tanınan ve maddi varlıklardan muhtaç kimselerin yeterince istifade ettirilmediğine inanan Ebu Zerr el-Gifarî (r.a)'dır. O, Şam'da, Muaviye'nin uygulamalarına karşı çıktığı ve düşüncelerini söylemekte ısrarlı davrandığı için Medine'ye çağırıldı. Ebu Zerr, Medine'ye geldiğinde görüşlerini Hz. Osman'a tekrarlamıştı. Bunun ardından, Halife'den izin isteyerek, Medine'ye yakın bir yer olan Rebeze'ye gidip yerleşmişti (a.g.e., III, 115; bk. Ebu Zerr el-Gifârî Mad.).

Bizans'a karşı kazanılan en parlak ve kesin zaferlerden birisi hiç şüphesiz ki Latu's-Sevârî deniz cihadıdır. Abdullah b. Sa'd'ın komutasındaki İslâm donanması, İskenderiye açıklarında Bizans İmparatoru Konstantin komutasındaki büyük donanmayla karşı karşıya geldi. Bizanslıların gemi sayısı hakkında verilen bilgiler, beş yüz ile sekiz yüz rakamı arasında değişmektedir. İslâm donanmasının sahip olduğu gemi sayısı ise ikiyüz civarındaydı. Yapılan cihadta Bizanslılar büyük bir bozguna uğratıldı. Konstantin, Sicilya'ya sığınmak zorunda kaldı.(İbnül-Esir, a.g.e., III,117-118; H.İ. Hasan, I, 266-267).

Bu zaferden sonra Bizans, müslümanlara karşı olan deniz üstünlüğünü kaybetmiş, İslam donanmasının İstanbul sularına kadar önüne çıkacak bir güç kalmamıştı.

FİTNENİN ORTAYA ÇIKIŞI VE ŞAHADETİ :
Hz. Osman on iki sene hilâfet makamında kalmıştır. Bunun ilk altı senesi huzur ve güven içerisinde geçmiş ve hiç kimse yönetimin uygulamalarından şikayetçi olmamıştır. Kureyş, onu Hz. Ömer'den daha çok sevmişti. Çünkü Hz. Ömer onlara karşı şeriatı uygulamada müsamahasız ve sertti. Hz. Osman ise yaratılışındaki yumuşaklık ve hoşgörü ile insanların serbestçe hareket edebilmelerine imkan sağlamıştı. Onun bu yapısından istifade eden eyaletlerdeki bir takım valiler, sorumsuz davranışlar sergilemeye başlamışlardı. Yükselen şikayetleri ani ve kesin kararlarla karşılayamayınca, yavaş yavaş bir fitne ve kargaşa ortamının oluşmasına zemin hazırlanmıştı.Endelüs'ten Hindistan hudutlarına kadar çok geniş bir sahayı kaplayan devletin içerisinde, çeşitli din ve ırklara mensup zimmi statüsünde topluluklar vardı. Bunlar, mağlup düştükleri İslâm Devleti'ne karşı her fırsatı değerlendirerek baş kaldırıyorlardı. Yahudi unsuru ise, İslâm Ümmeti'ni parçalayıp yok etmek için İslamın temel prensiplerini hedef almıştı. Müslüman olduğunu iddia ederek ortaya çıkan bir takım Yahudi asıllı kimseler, zuhur eden huzursuzlukları körükleyip fitne alevini her tarafa yaymaya çalışıyorlardı.

Bunlardan birisi etkili nifak hareketlerinin ortaya çıkmasını sağlayan ve tam bir komitacı olan Abdullah İbn Sebe'dir. İbn Sebe Yemenli bir yahudidir. O, samimi kimselerin haklı şikayetlerini kullanarak insanları Hz. Osman'a karşı kışkırtıyordu. Bir taraftan "ric'atı Muhammed" (Muhammed (s.a.s)'in tekrar dönüşü) düşüncesini yaymaya gayret gösterirken, öte taraftan Peygamber'in peşinden hilâfet hakkının Hz. Ali (r.a)'a ait olduğunu ve bunun da Allah tarafından belirlenmiş bir gerçekten başka bir şey olmadığını yayarak daha sonra ortaya çıkacak Şia akidesinin temellerini atıyordu. Onun yaydığı düşüncelere göre Ebû Bekir (r.a), Ömer (r.a) ve Osman (r.a), Hz. .Ali (r.a)ın hakkını gasbetmişlerdi. O, Kûfe, Basra ve Şam'da insanları kışkırtırken, Ebu Zerr (r.a)in haklı çıkışlarını da kendisine malzeme yapmaya uğraşıyordu. (İbnü'l Esir, Tarih, III,154; H. İ. Hasan, age, I, 368-370)

Bir zaman sonra, Muhammed b. Ebî Bekr ve Muhammed b. Ebî Huzeyfe de, yapmış olduğu atamalardan dolayı Hz. Osman'ı tenkid etmeye başladılar (İbnül-Esîr. a.g.e., III, 118).Hz. Osman'a yapılan en önemli suçlama, onun kendi akrabalarını valiliklere getirmesi, onlara bolca ihsanlarda bulunması ve yolsuzluklarını denetleyememesidir .(Suyûtî, 174).
Hz. Ali (r.a) bu konudaki şikayetlerini ona ilettiğinde o, Hz. Ali'ye şöyle diyordu: "Muğire b. Şu'be'yi Ömer'in vali tayin ettiğini bilmez misin?" Hz. Ali: "Biliyorum" deyince o; "O halde neden akrabalığı ve yakınlığından dolayı onu vali tayin ettiğim şeklinde bir kınamada bulunuyorsun?" diye sormuştu. Hz. Ali'nin buna verdiği cevap şuydu; "Ömer vali atadığı kimseyi sıkı bir şekilde kontrol altında tutardı. En ufak hatalarını görse onları sorgular ve en şiddetli şekilde cezalandırırdı. Sen ise bunu yapmıyorsun" (İbnül-Esir, a.g.e., III, 152).

Bunun üzerine Hz. Osman, vilayetlerdeki yönetimler hakkında yapılan dedikoduları ve bunların sebeplerini yerinde incelemek üzere müfettişler tayin etti. Muhammed b. Mesleme'yi Kufe'ye; Usame b. Zeyd'i Basra'ya; Abdullah b. Ömer'i Şam'a ve Ammar b. Yasir'i de Mısır'a gönderdi. Ammar b. Yasir hariç, diğerleri görevlerini tamamlayarak geri dönmüşlerdi. Osman (r.a) haksızlıkları gidermek, filizlenmeye başlayan ve ümmet için büyük sakıncalara sebep olacak olan fitnenin yatıştırılması için yoğun bir gayretin içine girmişti.O, gelen şikayetleri dikkatle inceliyor, başta Hz. Ali (r.a) olmak üzere Ashab'ın ileri gelenleri ile istişarelerde bulunuyordu. Ancak, Mısır'dan Medine'ye gelip, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'in gayr-ı meşru uygulamalarını şikayet eden bir heyetin, dönüşlerinde İbn Ebi Serh'in takibatına uğramaları ve bazılarının öldürülmesi, olayların tırmanmasına sebep olmuştu.

Bunun üzerine Mısır'dan altı yüz kişilik bir topluluk Medine'ye gelerek Mescid-i Nebi'de, namaz vakitlerinde Ebi Serh'in işlediklerini sahabilere şikayet ediyorlardı. Talha İbn Ubeydullah, Hz. Aişe (r.anha) ve Hz. Ali (r.a), Hz. Osman'a giderek, bu insanların haklı isteklerini yerine getirmesini ve Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'i azlederek yargılamasını istediler. Bunun üzerine Hz. Osman, Mısırlılar'a kendileri için vali olarak kimi istediklerini sordu. Onlar, Muhammed b. Ebi Bekr'i istediklerini bildirdiler. Osman (r.a), Muhammed b. Ebi Bekr'i vali tayin etti. O, Mısır'dan gelenler ve bir grup sahabi ile birlikte Medine'den yola çıktı. Medine'den üç günlük bir uzaklıkta yol alırlarken devesini, sanki takip ediliyormuş gibi hızlı sürmeye çalışan bir adam gördüler. Adamı yakalayıp sorguladıklarında İbn Ebi Serh'e bir mesajı yetiştirmeye çalıştığını anladılar. Ona kim olduğu sorulduğunda, bazen Osman (r.a)'ın, bazan da Mervan b. Hakem'in kölesi olduğunu söylüyordu. Üzerindeki mektubu açtıklarında, içinde, "Muhammed b. Ebi Bekr ile falanca falanca... Sana ulaştıklarında onları öldür" yazıldığı ve bunun Hz. Osman'ın mührüyle mühürlenmiş olduğunu gördüler. Derhal Medine'ye geri dönüp Hz. Osman'ın evini kuşattılar. Hz. Ali, yanına Muhammed İbn Mesleme'yi alıp Osman (r.a)'ın evine gitti. Hz. Ali (r.a) ona, üzerine kendi mührü bulunan bu mektubu kimin kaleme aldığını sordu. Osman (r.a) böyle bir mektup yazmadığını ve yazıldığından da haberi olmadığını söyledi. Muhammed de Osman (r.a)'ı doğrulamış ve bu işi düzenleyen kimsenin Mervan olduğunu söylemişti. Yazıyı inceledikleri zaman bunun Mervan b. Hakem'e ait olduğunu anladılar.

O esnada Osman (r.a)'ın evinde bulunmakta olan Mervan'ın kendilerine teslim edilmesini istediler. Hz. Osman (r.a) bunu kabul etmedi. Çünkü onu öldüreceklerinden korkuyordu.Onun evini kuşatan asiler diyalog çağrılarına cevap vermedikleri gibi, suyunu da kesmişlerdi, Hz. Osman'ın fitneyi yatıştırmak ve haksızlıkları gidermek hususunda asilere yaptığı nasihatlerin onlar üzerinde hiç bir tesiri olmamıştı. Onlar, Hz. Osman (r.a)'a şöyle diyorlardı:"Biz seni hilafetten azledene veya öldürene yahut da bu yolda ölene kadar bu işten vazgeçecek değiliz. Eğer sana sahip çıkanlar bize engel olmaya kalkarlarsa onlarla cihadırız". Hz. Osman onlara, Allah'ın üzerine yüklediği hilafet görevini asla bırakmayacağını ve ölümün kendisine bundan daha sevimli olduğunu bildirmiş, ayrıca kendini savunmak için kimseye emir vermediğini eklemişti (İbnül-Esîr, a.g.e., III, 169-170).

O, ashaptan, asileri şehirden kovup çıkarmak için gelen teklifleri reddediyor, onlardan silah kullanmayacaklarına dair kesin söz vermelerini istiyordu.Bir gün kendisini kuşatan asilerin karşısına çıkıp: "Ali buralarda mı? Sa'd buralarda mı?" diye sormuş, bulunmadıkları cevabını alınca biraz susmuş ve şöyle demişti: "Bana su sağlamasını, Ali'ye bildirecek kimse yok mu?" Bu Hz. Ali'ye ulaşınca derhal üç kırba suyu ona göndermişti. Ali (r.a), asilerin Osman (r.a)'ı öldürmek istediklerini öğrenince, böyle bir şeye meydan vermemek için, iki oğlu Hasan ve Hüseyin'e, kılıçlarını alarak gidip Osman'ın kapısında beklemelerini ve içeri kimseyi sokmamalarını söylemişti. Abdullah İbn Zübeyr de onlara katılmış, diğer bir takım sahabiler de çocuklarını oraya göndermişlerdi. Durum çok nazik bir hal almıştı. Hz. Osman, ne asilerin haksız taleplerini kabul ediyor, ne de Medine ve diğer bölgelerden gelen, asileri cihadarak Medine'den çıkarma tekliflerine olumlu cevap veriyordu. O, Peygamber şehri'nde kan dökmek ve fitneyi ilk başlatan kimse olmaktan çekindiği için böyle davranıyordu. Hz. Âişe (r.anha)'dan Resulullah (s.a.s)'ın şöyle söylediği rivayet edilmektedir:"Ya Osman! Belki Allah sana bir gömlek giydirir, münafıklar senden onu çıkarmanı istediklerinde onu, bana kavuşuncaya kadar sakın çıkarma".
Hz. Osman, Resulullah (s.a.s)'in bu günler için kendisine bildirdiği şeylere uymaya çalışıyordu. O, şöyle diyordu: "Resulullah (s.a.s) benimle ahitleşmiş olduğu şey üzerinde sabretmekteyim" (Üsdül-Ğâbe, II, 589; Suyûtî, 170; İbnü'l-Esîr, III, 175).

Asilerin kendisini öldürmeye kararlı olduğunu anladığında, onların böyle bir iş işleyip katillerden olmalarını önlemek için kendilerine bir müslümanın kanının ancak; zina, kasten adam öldürme ve dinden dönmek şartları dahilinde helal olduğunu hatırlatıyor ve kendisinin bunlardan hiç birisiyle itham edilemeyeceğini anlatıp duruyordu.

16 Ocak 2019 Çarşamba

Osman bin Maz’un (r.a.)


Orta boylu, geniş sakallı, esmer bir zat, Re­sû­lul­lah’ın yanından geçiyordu. Evi­nin önünde oturan Resûl-i Ekrem Efendimize baktı ve gülümsedi. Efendimizin (a.s.m.) dikkatini çekti ve onunla sohbet etmeyi arzu etti. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:

“Biraz oturmaz mısınız?”

“Peki oturayım.” diyerek Re­sû­lul­lah Efendimizin karşısına oturdu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) anlattı. Anlatırken gözünü göğe dikiyordu. Bir müddet baktıktan sonra gözünü sağ taraftan aşağı doğru yavaş yavaş indirdi. Yanındaki zat bakakalmıştı.

“Ya Muhammed, daha önce senin böyle bir şey yaptığını görmedim!”

“Ne yaptığımı gördünüz?”

“Beni bırakıp gözünüzü göğe diktiğinizi, sonra yavaş yavaş sağ taraftan aşa­ğıya doğru süzerek indirdiğinizi, sonra söylenilen bir şeyi kavramak ister gibi bir durum gösterdiğinizi gördüm.”

“Seninle otururken bana Allah’ın elçisi Cebrâil (a.s.) geliverdi.”

“Allah’ın elçisi mi?”

“Evet, Allah’ın elçisi.”

“Peki Allah’ın elçisi gelip de sana ne söyledi?”

“Bana Allah’tan bir emir getirdi. Emir şöyle: Haberiniz olsun ki, Allah size adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işler, fenalık ve azgınlıkları da yasaklar. O, düşünüp emirleri yerine getiresiniz diye size nasihat edi­yor.”[1]

Dünya nizamının üç temel esasını koyan bu âyetin inmesine şahit olan zat, Osman bin Maz’un’dan başkası değildi. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ile bu kısacık sohbet, huzurunda büyük bir değişmenin başlangıcını teşkil etti. Az önce Re­sû­lul­lah’ın anlattıklarını merakla dinleyen Osman bin Maz’un, peygamberliğine şahitlik ederek hemen ona biat etti, Müslüman olduğunu ilan etti. Onun Müslü­man olmasıyla, yeryüzündeki ehl-i imanın sayısı 13’e çıkmış oldu.

Hz. Osman bin Maz’un, Müslüman olmakla, aynı zamanda müşriklerin tepki­lerini, kendilerine karşı takınacakları tavrı da hesaba katmıştı. Onlar boş dur­mayacak, “vazife”lerini yapacaklardı. Gerçekten de müşrikler, Müslümanların az olmalarını fırsat bilerek her türlü işkenceye başvurdular. Onları İslamiyet’ten uzaklaştırmak, imanlarından vazgeçirmek için çalıştılar. Fakat İslam aşkı ve Peygamber sevgisi bütün müşrik zulmünü hiçe indiriyordu. Ancak sonunda Müslümanların inançlarını biraz olsun rahat yaşayabilmeleri için Peygamberi­miz, bazı sahabilerin Habeşistan’a hicret etmesini tavsiye etti. Bu muhacirler arasında Hz. Osman bin Maz’un da vardı.

Aradan birkaç sene geçtikten sonra “Kureyşlilerin İslam’a girdikleri” haberi ya­yıldı. Bunun üzerine bir grup Müslüman’la birlikte Hz. Osman bin Maz’un, Mek­ke’ye dönmek üzere, gurbet diyarı olan Habeşistan’dan yola çıktı. Sevinçliydi; çünkü uzun süre vatanından, canından üstün tuttuğu Peygamber’den ayrı kal­mıştı. Mekke’nin yakınına geldikleri zaman durumlarda pek bir değişiklik ol­madığını öğrendiler. Müşrikler baskı ve işkencelerine ara vermedikleri gibi, da­ha da artırmışlardı. Artık tekrar Habeşistan’a gidilemezdi, bir defa dönüş yapıl­mıştı. Bir tek yol vardı: Mekke müşriklerinden birinin himayesine sığınmak… O zamanın âdetlerine göre, sözü dinlenir, şöhretli bir kabile reisinin himayesine giren kimseye dokunulmaz ve ilişilmezdi.

Hz. Osman bin Maz’un nihayet Velid bin Mugîre’nin himayesine girdi. Bir müşrikin himayesine girmek ruhuna çok ağır geliyordu. Başka bir çare de gö­rülmüyordu. Bunu yapmazsa ölümü kabul edecek, böylece ileride İslam’a yapa­cağı hizmetler gerçekleşmemiş olacaktı. Hâlbuki Re­sû­lul­lah’ı yalnız bırakıp ahiret âlemine gitmek istemiyordu. Onun için dayanabildiği kadar dayanıyor­du. Velid de onu rahat bırakmıyordu. İslami yaşayışına karışıyordu. Artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Bir gün kendi kendine şu kararı verdi:

“Dava arkadaşlarım, dindaşlarım her gün Allah yolunda işkence ve baskılara maruz bırakılırken benim böyle bir müşrikin himayesinde emniyet içinde yaşa­mam bir eksikliktir!”

Bu kararından sonra doğruca Velid bin Mugîre’nin yanına vardı. “Ey Velid, hakkımdaki himaye taahhüdünü sana iade ediyorum!” diyerek Velid’in himaye­sini reddetti. Velid, “Öyle ise Kâbe’ye git, üzerindeki himayemi bana orada açıktan iade et!” dedi. Birlikte Kâbe’ye gittiler. Müşrikler orada toplanmış, konu­şuyorlardı. Velid, “Bu Osman yanıma geldi. Kendisi üzerindeki himayemi red­dediyor.” dedi. Osman (r.a.), “Evet, doğru söylüyor. Ben artık Allah’tan başkası­nın himayesinde bulunmaktan hoşlanmıyorum! Himayesini bunun için reddediyorum” dedi. Sonra da oradan ayrıldı.

Bu hadiseden biraz sonraydı… Osman bin Maz’un, müşriklerin bir toplantısın­da bu­lu­nuyordu. Meşhur Şair Lebid şiir okuyordu. Lebid, “Allah’tan başka her şey boştur.” dedi. Osman (r.a.), “Doğru söyledin!” mukabelesinde bulundu. Le­bid devamla, “Her nimet elbet zeval bulur.” deyince, “Yalan söyledin! Cennet nimeti zeval bulmaya­caktır.” dedi. Lebid kızdı, “Vallahi Kureyş topluluğu, siz beni üzmüş, bana sövmüş ol­du­­nuz! Sizde böyle akılsızlık yoktu. Bu adam ne za­man türedi?!” diye sitem etti. Müşrik­ler, “O, Kureyş halkından akılsız bir gençtir. Kavminin dinine muhaliftir. Akılsızlığı yüzünden dinimizden ayrılmıştır. Sen ona bakma.” diyerek Lebid’in gönlünü almaya çalıştılar. Bu arada müşrik Ab­dullah bin Ebû Ümeyye, Hz. Osman’ın yüzüne şiddetli bir yumruk attı. Gözünü morarttı. Velid bin Mugîre de oradaydı. Yeğeninin gözünün morardığını görün­ce, “Ey kardeşimin oğlu! Sen benim himayemden çıkmasaydın gözün böyle ol­mazdı.” dedi. Bunun üzerine Hz. Osman, bir Müslüman’ın vermesi gereken en güzel cevabı verdi:

“Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda bu sağlam gözüm de aynı akıbete uğrasa gam yemem. Ben Cenâb-ı Hakk’ın himayesi altındayım. Allah rızası uğ­runda gözüme vurulan tokadın sevabını da Allah verecektir. Allah kimden razı olursa o bahtiyardır. Bana sefih, yolunu şaşırmış da deseler, ben Muhammed’in dinindeyim. Bana ne kadar zulmetseler, işkence yapsalar da ben bu yolda yürü­yeceğim.”

Yeğeninin bu sözleri Velid’e dokundu. “Gel, tekrar himayeme gir.” dedi. Fakat Hz. Osman, “Ben Allah’tan başkasının himayesini kabul edemem.” diyerek onu reddetti.

Hz, Osman (r.a.) artık İslam’ın kahraman bir eri olmuştu. Bütün hayatını müşriklerle mücadeleyle geçirdi. Malını mülkünü, her şeyini Re­sû­lul­lah’a fe­da etti. İslam’ın yayılması için canla başla çalıştı. Ne lazımsa yaptı. Hicret et­mek gerektiğinde Mekke’den Medine’ye hicret etti. Böylece Allah yolunda ikinci defa muhacir oldu.

Hz. Osman son derece hayâlı biriydi. Zahidane bir hayat yaşıyordu. Evlen­memek için izin istediyse de Peygamberimiz müsaade etmedi. O, ibadete çok düşkündü. Gecelerini namaz kılmakla, gündüzlerini de oruç tutmakla geçiri­yordu. Peygamberimiz bunu haber aldı. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:

“Ey Osman, ben sana güzel bir örnek değil miyim?”

“Anam babam size feda olsun! Bu soruya sebep ne, yâ Re­sû­lal­lah?”

“Sen gündüzlerini oruçla, gecelerini de namazla geçiriyormuşsun…”

“Evet, böyle yapıyorum.”

“Böyle yapma! Senin üzerinde gözlerinin hakkı var. Bedeninin hakkı var. Ailenin hakkı var… Hem namaz kıl, hem yat uyu. Bazen oruç tut, bazen tutma. Ey Osman, Allah beni ruhbanlıkla değil, Allah yanında en hayırlı, gerçeğe en uygun, tatbiki en kolay olan bir dinle gönderdi.”

Osman (r.a.), Hicret’in 2. senesinde Allah’ın rahmetine kavuştu. Cenaze­siyle bizzat Peygamberimiz (a.s.m.) meşgul oldu.

Bâki mezarlığına defnedilen ilk sahabi olan Osman bin Maz’un’u defne­derken Peygamber Efendimiz şunu söylemişti:

“Ne mutlu sana, dünyalık olarak hiçbir şey bırakmadan gittin! Osman bin Maz’un bizim en güzel, en iyi selefimizdir.”[2]


__________________________________
[1]Nahl Sûresi, 90.
[2]Tabakât, 3: 398-400; Sîre, 2: 9-10.

15 Ocak 2019 Salı

Osman bin Talha (r.a.)




Cahiliye devrinde Kâbe’nin anahtarları sadece Hz. Osman bin Talha’nın sülale­sinin yanında bulunurdu. Bu vazife en son babasına kalmıştı. Uhud cihadı’nda, müşriklerin safında bulunan babası Talha öldürüldüğünde, bu görev kendisine kaldı.

Peygamberimiz, Mekke’de bulunduğu sırada Osman bin Talha’yı İslamiyet’e davet etmişti. Osman da, “Sen kavminin dinine aykırı davranıp yeni bir din or­taya çıkarmış bulunuyorsun.” dedi. Bunun üzerine Re­sû­lul­lah (a.s.m.) şöyle buyur­muştu:

“Ey Osman, ümit ederim ki, bir gün sen beni, bu anahtarı nereye istersem ko­ya­bi­leceğim, kime istersem verebileceğim bir mevkide de göreceksin…”

Osman, bu sözlerdeki gerçeği anlayamamış, “O zaman Kureyş kıymetten düşmüş olur.” demişti. Re­sû­lul­lah ise, “Hayır, Kureyş asıl o zaman kıymetlene­cek.” buyurmuştu.

Aradan yıllar geçti. Osman bin Talha’nın kalbi İslamiyet’e ısındı. Hicret’in 8. yılında, Mekke’nin Fethi’nden biraz önce Müslüman oldu. Medine’ye hicret et­ti.

Mekke fethedildikten sonra Peygamberimiz, Osman’ı (r.a.) göndererek an­nesinden anahtarı getirmesini istedi. Geldiğinde de, “Sana vaktiyle söylediğim şey gerçekleşmedi mi?” buyurdu. Osman (r.a.), “Evet, şehadet ederim ki, sen Allah’ın Resûl’üsün.” dedi. Peygamberimiz daha sonra, “Cenâb-ı Hak size, emanet­leri ehline vermenizi emreder.” âyetini okudu ve anahtarı tekrar Osman bin Talha’ya (r.a.) verdi. Hicret’in 42. senesinde vefat eden Osman bin Talha’nın (r.a.) sülalesi, Kâbe’nin anahtarcılığı görevini uzun müddet yürüttü.[1]


________________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 3: 372; Müstedrek, 3: 429; Hz. Muhammed ve İslamiyet, 8: 298-299.

14 Ocak 2019 Pazartesi

HZ. OSMAN İBNİ MAZ'UN (r.anh)



Medine'de Vefat Eden İlk Muhacir

Osman İbni Maz'un radıyallahu anh Medine'de vefat eden ilk sahâbî... Bakî kabristanlığına defnedilen ilk muhacir... Mâbedi hayat olan bir âbid zâttır.

O, ilk müslümanlardandır. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimiz Dâru'l-Erkam'a yerleşmeden once islâmla şereflendi. Cahiliye döneminde de temiz yaratılışlı, ağırbaşlı bir insandı. O dönemde de hiç içki içmedi. "Aklı gideren, benden aşağıdakileri bana güldüren bir şeyi içmem" derdi. Onun islâm'a girişi Ahmed İbni Hanbel'in Müsned'inde şöyle anlatılır:

"Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir gün Mekke'de evinin yanında oturuyordu. Osman İbni Maz'un da oradan geçiyordu. Rasûlullah (s.a.)'e bakıp tebessüm etti. İki cihan Güneşi Efendimiz de ona: "Biraz oturmaz mısın?" buyurdu. O da karşısına oturdu. Konuşurlarken Rasûlu Ekrem (s.a.) Efendimize bir hal oldu. Sanki karşısında birisi ona bir şeyler anlatıyor, Efendimiz de anladım dercesine başını sallıyordu. Bu hal bir müddet sonra geçti. Osman bu hali merak etti ve Efendimize sordu. Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz kendisine Allah'ın elçisi cebrâil'in geldiğini ve Nahl Sûresi 90. âyet-i celileyi indirdiğini söyledi. Meâlen: "Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsânı ve akrabaya vermeyi emrediyor. Zinâdan, fenalıklardan ve insanlara zulum yapmaktan da nehyediyor. Size böylece ögüt veriyor ki, benimseyip tutasınız."

Bu hadise Osman İbni Maz'un'un gönlünde iman nurunun parlamasına vesile oldu. Oracıkta islâm'a giriverdi. İslâm'ın ilk günlerinde Osman'ın bu hareketi Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimizi pek memnun etti. Ailesine de islâm'ı anlattı ve onlar da müslüman oldu. Diğer müslümanlar gibi o da müşriklerin ezâ ve cefâlarına mâruz kaldı. Ama imanından hiç taviz vermedi. Sonunda Habeşistan'a hicret etti.

O, hicret eden ilk gurubun başkanıydı. Habeşistanda inançlarını daha rahat bir şekilde yaşama imkânı bulan ilk muhacirler her an Mekke'den haber bekliyorlardı. İki cihan Güneşi Efendimizden ayrı kalmalarına çok üzülüyorlardı. Bir ara Kureyş'in islâm'a girdiği haberini aldılar. Bunun üzerine müslümanlar Mekke'ye geri dönmeye başladılar. Ancak Mekke'ye yaklaşınca bu haberin yalan olduğunu öğrendiler. Aralarında istişare ettiler ve herkes bir dostunun himayesine girmek sûretiyle Mekke'de kalmağa karar verdiler. Kimi himaye edecek birini buldu, kimi de gizlice Mekke'ye girdiler. Osman İbni Maz'un (r.a.) Velid bin Mugiyre'nin himayesine girmişti. Fakat inanan bir insan için müşrik birinin himayesinde olmak hazmedilir şey değildi. Bu yüzden hepsinin gönlü huzursuzdu.

Osman İbni Maz'un (r.a.) bu durumun acısını kalbinde hissetti ve bunu imandan taviz vermek olarak kabul etti. Birgün kendisini: "Vallahi benim arkadaşlarım Allah yolunda eziyet ve sıkıntı çekerken, bir müşriğin himayesinde rahat ve emniyet içinde yaşamam benim için büyük bir eksikliktir." diyerek iç muhasebeye tâbi tuttu. Sonra kalktı Velid bin Mugire'ye geldi ve ona: "Ey Ebû Abdişşems! Artık senin himayeni kabul etmiyorum." dedi. Velid: "Niçin ey Kardeşimin oğlu!" dedi. O da: "Ben artık Allah'ın himâyesini kabul ediyorum. Ondan başkasının himâyesine girmek istemiyorum." diye cevap verdi. Velid: "Öyleyse bunu Kâbe'ye git ve orada açıkla." dedi. Birlikte Kâ'be'ye gittiler. Osman İbni Maz'un (r.a.) orada: "Ben Allah'dan başkasının himâyesinde bulunmayı sevmiyorum. Onun için Velid'in himâyesini artık kabul etmiyorum." diye ilân etti ve Velid'in himayesinden çıktı.

Bir gün o, Kureyşlilerin toplandığı yere gitmişti. Lebid şiir okurken: "Şüphesiz Allah'tan başka her şey bâtıldır." dedi. Osman İbni Maz'un da: "Doğru söyledin." dedi. Lebid: "Her nimet mutlaka yok olacaktır." mısrasını okurken Osman (r.a.): "Yalan söyledin, cennet nimetleri yok olmaz." dedi. Lebid Kureyşlilere sitemle: "Sizin meclisinizde böyle kimseler olmazdı. Ne oldu size?" dedi. Bu sırada Abdullah İbni Umeyye adındaki müşrik Osman İbni Maz'un (r.a.)'in gözüne şiddetli bir yumruk vurdu. Velid yeğenine: "Himayemi reddetmeseydin böyle olmazdı." dedi. Bunun üzerine o da: "Vallahi, Allah yolunda bu sağlam gözüm de ötekinin akîbetine uğrasa gam yemem. Süphesiz ben senden daha güçlü birinin himâyesindeyim. Bana ne kadar eziyet etseler de bu yolda yürüyeceğim." dedi. Sa'd İbni Ebî Vakkas (r.a.) da o meclisdeydi. Kardeşine yapılan bu zulme dayanamadı ve o kâfirin suratına müthiş bir yumruk da o indirdi. Abdullah İbni Ümeyye'nin yüzü gözü kanlar içerisinde kaldı. Lâyık olduğu cezayı buldu.

Osman İbni Maz'un (r.a.) Mekke'de kaldığı müddetçe belâ ve musîbetleri sabırla karşıladı. İki cihan Güneşi Efendimiz Medine'ye hicret izni verince, kardeşleri, zevcesi Havle binti Hakim ve oğlu Sâib ile beraber Medine'ye hicret etti. Sevgili Peygamberimiz onu Ebu'l-Heysem ile kardeş yaptı.

O, dünyaya hiç değer vermedi. Geceleri namaz kılar, gündüzleri oruç tutardı. Her şeyi bırakıp Allah'a yönelen âbid, zâhid bir kişiydi. Birgün o, Rasûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz ashabıyla otururken mescide girdi. Üzerinde post parçasıyla yamanmış bir elbise vardı. Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimiz ona hüzünlü hüzünlü baktı ve şöyle dedi: "Sizden birinizin giderken gelirken bir başka elbise giydiği, önüne bir tabak konulup başka bir tabağın kaldırıldığı, Kâbe'nin örtüldüğü gibi evlerinizi örttüğünüz gün siz nasil olursunuz acaba?" Bu inci danesi sözleri dinleyen Osman İbni Maz'un (r.a.) daha zâhidâne bir hayat sürmeye başladı. O kadar ki meşrû nimetlerden kaçmaya kadar vardı. Bunun üzerine iki cihan Güneşi efendimiz ona: "Ben senin için güzel bir örnek değil miyim? Gözlerinin, bedeninin, ailenin senin üzerinde hakkı var. Namaz kıl, fakat aynı zamanda yat ve uyu, oruç tut, ancak bazan da tutma. Ey Osman! Allah Teâlâ beni ruhbanlıkla değil, tatbiki kolay bir din ile gönderdi." buyurdu. Bundan sonra o, hayatı terkedip inzivaya çekilen abidlerden değil, aksine hayatı güzel amellerle, Allah yolunda cihadla dolduran örnek hayat âbidlerinden oldu.

Hak yolunda yılmadan çalışan, hayırlı işlerde devamlı fedâkârlıklar gösteren Osman İbni Maz'un (r.a.) hicretten otuz ay sonra ebedî aleme göçtü. O sırada müslümanların henuz bir kabristanı yoktu. Efendimiz Medine etrafına çıktı ve Bakî' ile emrolundum buyurdular. Osman İbni Maz'un (r.a.) Medine'de ilk vefat eden sahabî ve Bakî kabristanlığına defnedilen ilk muhacir oldu. Zevcesi kabri başında: "Ey Ebâ Sâib! cennet sana âfiyet olsun." dedi. Sevgili Peygamberimiz de: "Allah ve Resûlunu severdi, desen kâfi idi" buyurdu. Techiz ve tekfin hazırlığı sırasında iki cihan Güneşi Efendimiz alnından öperken gözyaşlarını tutamadı ve "Ey Ebû Sâib!.. Allah sana rahmet etsin!. Dünyadan çekip gittin... Ama ne sen ona iltifat ettin, ne de o sana..." buyurdu. Defnedildikten sonra da: "O bizim ne iyi selefimizdir..." dedi ve kabrinin başına bir taş dikti. Ondan sonra birisi vefat edince "nereye defnedelim" diye sorulunca Rasûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz "Selefimiz Osman İbni Maz'un'un yanına" cevabını verirlerdi. Kızı Rukiyye vefat ettiğinde de: "Bizim hayırlı selefimiz Osman'a kavuş..." buyurarak devamlı onu anardı. Cenab-ı Hak şefaatlerine nâil eylesin. Amin.