16 Ocak 2019 Çarşamba

Osman bin Maz’un (r.a.)


Orta boylu, geniş sakallı, esmer bir zat, Re­sû­lul­lah’ın yanından geçiyordu. Evi­nin önünde oturan Resûl-i Ekrem Efendimize baktı ve gülümsedi. Efendimizin (a.s.m.) dikkatini çekti ve onunla sohbet etmeyi arzu etti. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:

“Biraz oturmaz mısınız?”

“Peki oturayım.” diyerek Re­sû­lul­lah Efendimizin karşısına oturdu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) anlattı. Anlatırken gözünü göğe dikiyordu. Bir müddet baktıktan sonra gözünü sağ taraftan aşağı doğru yavaş yavaş indirdi. Yanındaki zat bakakalmıştı.

“Ya Muhammed, daha önce senin böyle bir şey yaptığını görmedim!”

“Ne yaptığımı gördünüz?”

“Beni bırakıp gözünüzü göğe diktiğinizi, sonra yavaş yavaş sağ taraftan aşa­ğıya doğru süzerek indirdiğinizi, sonra söylenilen bir şeyi kavramak ister gibi bir durum gösterdiğinizi gördüm.”

“Seninle otururken bana Allah’ın elçisi Cebrâil (a.s.) geliverdi.”

“Allah’ın elçisi mi?”

“Evet, Allah’ın elçisi.”

“Peki Allah’ın elçisi gelip de sana ne söyledi?”

“Bana Allah’tan bir emir getirdi. Emir şöyle: Haberiniz olsun ki, Allah size adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işler, fenalık ve azgınlıkları da yasaklar. O, düşünüp emirleri yerine getiresiniz diye size nasihat edi­yor.”[1]

Dünya nizamının üç temel esasını koyan bu âyetin inmesine şahit olan zat, Osman bin Maz’un’dan başkası değildi. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ile bu kısacık sohbet, huzurunda büyük bir değişmenin başlangıcını teşkil etti. Az önce Re­sû­lul­lah’ın anlattıklarını merakla dinleyen Osman bin Maz’un, peygamberliğine şahitlik ederek hemen ona biat etti, Müslüman olduğunu ilan etti. Onun Müslü­man olmasıyla, yeryüzündeki ehl-i imanın sayısı 13’e çıkmış oldu.

Hz. Osman bin Maz’un, Müslüman olmakla, aynı zamanda müşriklerin tepki­lerini, kendilerine karşı takınacakları tavrı da hesaba katmıştı. Onlar boş dur­mayacak, “vazife”lerini yapacaklardı. Gerçekten de müşrikler, Müslümanların az olmalarını fırsat bilerek her türlü işkenceye başvurdular. Onları İslamiyet’ten uzaklaştırmak, imanlarından vazgeçirmek için çalıştılar. Fakat İslam aşkı ve Peygamber sevgisi bütün müşrik zulmünü hiçe indiriyordu. Ancak sonunda Müslümanların inançlarını biraz olsun rahat yaşayabilmeleri için Peygamberi­miz, bazı sahabilerin Habeşistan’a hicret etmesini tavsiye etti. Bu muhacirler arasında Hz. Osman bin Maz’un da vardı.

Aradan birkaç sene geçtikten sonra “Kureyşlilerin İslam’a girdikleri” haberi ya­yıldı. Bunun üzerine bir grup Müslüman’la birlikte Hz. Osman bin Maz’un, Mek­ke’ye dönmek üzere, gurbet diyarı olan Habeşistan’dan yola çıktı. Sevinçliydi; çünkü uzun süre vatanından, canından üstün tuttuğu Peygamber’den ayrı kal­mıştı. Mekke’nin yakınına geldikleri zaman durumlarda pek bir değişiklik ol­madığını öğrendiler. Müşrikler baskı ve işkencelerine ara vermedikleri gibi, da­ha da artırmışlardı. Artık tekrar Habeşistan’a gidilemezdi, bir defa dönüş yapıl­mıştı. Bir tek yol vardı: Mekke müşriklerinden birinin himayesine sığınmak… O zamanın âdetlerine göre, sözü dinlenir, şöhretli bir kabile reisinin himayesine giren kimseye dokunulmaz ve ilişilmezdi.

Hz. Osman bin Maz’un nihayet Velid bin Mugîre’nin himayesine girdi. Bir müşrikin himayesine girmek ruhuna çok ağır geliyordu. Başka bir çare de gö­rülmüyordu. Bunu yapmazsa ölümü kabul edecek, böylece ileride İslam’a yapa­cağı hizmetler gerçekleşmemiş olacaktı. Hâlbuki Re­sû­lul­lah’ı yalnız bırakıp ahiret âlemine gitmek istemiyordu. Onun için dayanabildiği kadar dayanıyor­du. Velid de onu rahat bırakmıyordu. İslami yaşayışına karışıyordu. Artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Bir gün kendi kendine şu kararı verdi:

“Dava arkadaşlarım, dindaşlarım her gün Allah yolunda işkence ve baskılara maruz bırakılırken benim böyle bir müşrikin himayesinde emniyet içinde yaşa­mam bir eksikliktir!”

Bu kararından sonra doğruca Velid bin Mugîre’nin yanına vardı. “Ey Velid, hakkımdaki himaye taahhüdünü sana iade ediyorum!” diyerek Velid’in himaye­sini reddetti. Velid, “Öyle ise Kâbe’ye git, üzerindeki himayemi bana orada açıktan iade et!” dedi. Birlikte Kâbe’ye gittiler. Müşrikler orada toplanmış, konu­şuyorlardı. Velid, “Bu Osman yanıma geldi. Kendisi üzerindeki himayemi red­dediyor.” dedi. Osman (r.a.), “Evet, doğru söylüyor. Ben artık Allah’tan başkası­nın himayesinde bulunmaktan hoşlanmıyorum! Himayesini bunun için reddediyorum” dedi. Sonra da oradan ayrıldı.

Bu hadiseden biraz sonraydı… Osman bin Maz’un, müşriklerin bir toplantısın­da bu­lu­nuyordu. Meşhur Şair Lebid şiir okuyordu. Lebid, “Allah’tan başka her şey boştur.” dedi. Osman (r.a.), “Doğru söyledin!” mukabelesinde bulundu. Le­bid devamla, “Her nimet elbet zeval bulur.” deyince, “Yalan söyledin! Cennet nimeti zeval bulmaya­caktır.” dedi. Lebid kızdı, “Vallahi Kureyş topluluğu, siz beni üzmüş, bana sövmüş ol­du­­nuz! Sizde böyle akılsızlık yoktu. Bu adam ne za­man türedi?!” diye sitem etti. Müşrik­ler, “O, Kureyş halkından akılsız bir gençtir. Kavminin dinine muhaliftir. Akılsızlığı yüzünden dinimizden ayrılmıştır. Sen ona bakma.” diyerek Lebid’in gönlünü almaya çalıştılar. Bu arada müşrik Ab­dullah bin Ebû Ümeyye, Hz. Osman’ın yüzüne şiddetli bir yumruk attı. Gözünü morarttı. Velid bin Mugîre de oradaydı. Yeğeninin gözünün morardığını görün­ce, “Ey kardeşimin oğlu! Sen benim himayemden çıkmasaydın gözün böyle ol­mazdı.” dedi. Bunun üzerine Hz. Osman, bir Müslüman’ın vermesi gereken en güzel cevabı verdi:

“Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda bu sağlam gözüm de aynı akıbete uğrasa gam yemem. Ben Cenâb-ı Hakk’ın himayesi altındayım. Allah rızası uğ­runda gözüme vurulan tokadın sevabını da Allah verecektir. Allah kimden razı olursa o bahtiyardır. Bana sefih, yolunu şaşırmış da deseler, ben Muhammed’in dinindeyim. Bana ne kadar zulmetseler, işkence yapsalar da ben bu yolda yürü­yeceğim.”

Yeğeninin bu sözleri Velid’e dokundu. “Gel, tekrar himayeme gir.” dedi. Fakat Hz. Osman, “Ben Allah’tan başkasının himayesini kabul edemem.” diyerek onu reddetti.

Hz, Osman (r.a.) artık İslam’ın kahraman bir eri olmuştu. Bütün hayatını müşriklerle mücadeleyle geçirdi. Malını mülkünü, her şeyini Re­sû­lul­lah’a fe­da etti. İslam’ın yayılması için canla başla çalıştı. Ne lazımsa yaptı. Hicret et­mek gerektiğinde Mekke’den Medine’ye hicret etti. Böylece Allah yolunda ikinci defa muhacir oldu.

Hz. Osman son derece hayâlı biriydi. Zahidane bir hayat yaşıyordu. Evlen­memek için izin istediyse de Peygamberimiz müsaade etmedi. O, ibadete çok düşkündü. Gecelerini namaz kılmakla, gündüzlerini de oruç tutmakla geçiri­yordu. Peygamberimiz bunu haber aldı. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:

“Ey Osman, ben sana güzel bir örnek değil miyim?”

“Anam babam size feda olsun! Bu soruya sebep ne, yâ Re­sû­lal­lah?”

“Sen gündüzlerini oruçla, gecelerini de namazla geçiriyormuşsun…”

“Evet, böyle yapıyorum.”

“Böyle yapma! Senin üzerinde gözlerinin hakkı var. Bedeninin hakkı var. Ailenin hakkı var… Hem namaz kıl, hem yat uyu. Bazen oruç tut, bazen tutma. Ey Osman, Allah beni ruhbanlıkla değil, Allah yanında en hayırlı, gerçeğe en uygun, tatbiki en kolay olan bir dinle gönderdi.”

Osman (r.a.), Hicret’in 2. senesinde Allah’ın rahmetine kavuştu. Cenaze­siyle bizzat Peygamberimiz (a.s.m.) meşgul oldu.

Bâki mezarlığına defnedilen ilk sahabi olan Osman bin Maz’un’u defne­derken Peygamber Efendimiz şunu söylemişti:

“Ne mutlu sana, dünyalık olarak hiçbir şey bırakmadan gittin! Osman bin Maz’un bizim en güzel, en iyi selefimizdir.”[2]


__________________________________
[1]Nahl Sûresi, 90.
[2]Tabakât, 3: 398-400; Sîre, 2: 9-10.

15 Ocak 2019 Salı

Osman bin Talha (r.a.)




Cahiliye devrinde Kâbe’nin anahtarları sadece Hz. Osman bin Talha’nın sülale­sinin yanında bulunurdu. Bu vazife en son babasına kalmıştı. Uhud cihadı’nda, müşriklerin safında bulunan babası Talha öldürüldüğünde, bu görev kendisine kaldı.

Peygamberimiz, Mekke’de bulunduğu sırada Osman bin Talha’yı İslamiyet’e davet etmişti. Osman da, “Sen kavminin dinine aykırı davranıp yeni bir din or­taya çıkarmış bulunuyorsun.” dedi. Bunun üzerine Re­sû­lul­lah (a.s.m.) şöyle buyur­muştu:

“Ey Osman, ümit ederim ki, bir gün sen beni, bu anahtarı nereye istersem ko­ya­bi­leceğim, kime istersem verebileceğim bir mevkide de göreceksin…”

Osman, bu sözlerdeki gerçeği anlayamamış, “O zaman Kureyş kıymetten düşmüş olur.” demişti. Re­sû­lul­lah ise, “Hayır, Kureyş asıl o zaman kıymetlene­cek.” buyurmuştu.

Aradan yıllar geçti. Osman bin Talha’nın kalbi İslamiyet’e ısındı. Hicret’in 8. yılında, Mekke’nin Fethi’nden biraz önce Müslüman oldu. Medine’ye hicret et­ti.

Mekke fethedildikten sonra Peygamberimiz, Osman’ı (r.a.) göndererek an­nesinden anahtarı getirmesini istedi. Geldiğinde de, “Sana vaktiyle söylediğim şey gerçekleşmedi mi?” buyurdu. Osman (r.a.), “Evet, şehadet ederim ki, sen Allah’ın Resûl’üsün.” dedi. Peygamberimiz daha sonra, “Cenâb-ı Hak size, emanet­leri ehline vermenizi emreder.” âyetini okudu ve anahtarı tekrar Osman bin Talha’ya (r.a.) verdi. Hicret’in 42. senesinde vefat eden Osman bin Talha’nın (r.a.) sülalesi, Kâbe’nin anahtarcılığı görevini uzun müddet yürüttü.[1]


________________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 3: 372; Müstedrek, 3: 429; Hz. Muhammed ve İslamiyet, 8: 298-299.

14 Ocak 2019 Pazartesi

HZ. OSMAN İBNİ MAZ'UN (r.anh)



Medine'de Vefat Eden İlk Muhacir

Osman İbni Maz'un radıyallahu anh Medine'de vefat eden ilk sahâbî... Bakî kabristanlığına defnedilen ilk muhacir... Mâbedi hayat olan bir âbid zâttır.

O, ilk müslümanlardandır. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimiz Dâru'l-Erkam'a yerleşmeden once islâmla şereflendi. Cahiliye döneminde de temiz yaratılışlı, ağırbaşlı bir insandı. O dönemde de hiç içki içmedi. "Aklı gideren, benden aşağıdakileri bana güldüren bir şeyi içmem" derdi. Onun islâm'a girişi Ahmed İbni Hanbel'in Müsned'inde şöyle anlatılır:

"Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir gün Mekke'de evinin yanında oturuyordu. Osman İbni Maz'un da oradan geçiyordu. Rasûlullah (s.a.)'e bakıp tebessüm etti. İki cihan Güneşi Efendimiz de ona: "Biraz oturmaz mısın?" buyurdu. O da karşısına oturdu. Konuşurlarken Rasûlu Ekrem (s.a.) Efendimize bir hal oldu. Sanki karşısında birisi ona bir şeyler anlatıyor, Efendimiz de anladım dercesine başını sallıyordu. Bu hal bir müddet sonra geçti. Osman bu hali merak etti ve Efendimize sordu. Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz kendisine Allah'ın elçisi cebrâil'in geldiğini ve Nahl Sûresi 90. âyet-i celileyi indirdiğini söyledi. Meâlen: "Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsânı ve akrabaya vermeyi emrediyor. Zinâdan, fenalıklardan ve insanlara zulum yapmaktan da nehyediyor. Size böylece ögüt veriyor ki, benimseyip tutasınız."

Bu hadise Osman İbni Maz'un'un gönlünde iman nurunun parlamasına vesile oldu. Oracıkta islâm'a giriverdi. İslâm'ın ilk günlerinde Osman'ın bu hareketi Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimizi pek memnun etti. Ailesine de islâm'ı anlattı ve onlar da müslüman oldu. Diğer müslümanlar gibi o da müşriklerin ezâ ve cefâlarına mâruz kaldı. Ama imanından hiç taviz vermedi. Sonunda Habeşistan'a hicret etti.

O, hicret eden ilk gurubun başkanıydı. Habeşistanda inançlarını daha rahat bir şekilde yaşama imkânı bulan ilk muhacirler her an Mekke'den haber bekliyorlardı. İki cihan Güneşi Efendimizden ayrı kalmalarına çok üzülüyorlardı. Bir ara Kureyş'in islâm'a girdiği haberini aldılar. Bunun üzerine müslümanlar Mekke'ye geri dönmeye başladılar. Ancak Mekke'ye yaklaşınca bu haberin yalan olduğunu öğrendiler. Aralarında istişare ettiler ve herkes bir dostunun himayesine girmek sûretiyle Mekke'de kalmağa karar verdiler. Kimi himaye edecek birini buldu, kimi de gizlice Mekke'ye girdiler. Osman İbni Maz'un (r.a.) Velid bin Mugiyre'nin himayesine girmişti. Fakat inanan bir insan için müşrik birinin himayesinde olmak hazmedilir şey değildi. Bu yüzden hepsinin gönlü huzursuzdu.

Osman İbni Maz'un (r.a.) bu durumun acısını kalbinde hissetti ve bunu imandan taviz vermek olarak kabul etti. Birgün kendisini: "Vallahi benim arkadaşlarım Allah yolunda eziyet ve sıkıntı çekerken, bir müşriğin himayesinde rahat ve emniyet içinde yaşamam benim için büyük bir eksikliktir." diyerek iç muhasebeye tâbi tuttu. Sonra kalktı Velid bin Mugire'ye geldi ve ona: "Ey Ebû Abdişşems! Artık senin himayeni kabul etmiyorum." dedi. Velid: "Niçin ey Kardeşimin oğlu!" dedi. O da: "Ben artık Allah'ın himâyesini kabul ediyorum. Ondan başkasının himâyesine girmek istemiyorum." diye cevap verdi. Velid: "Öyleyse bunu Kâbe'ye git ve orada açıkla." dedi. Birlikte Kâ'be'ye gittiler. Osman İbni Maz'un (r.a.) orada: "Ben Allah'dan başkasının himâyesinde bulunmayı sevmiyorum. Onun için Velid'in himâyesini artık kabul etmiyorum." diye ilân etti ve Velid'in himayesinden çıktı.

Bir gün o, Kureyşlilerin toplandığı yere gitmişti. Lebid şiir okurken: "Şüphesiz Allah'tan başka her şey bâtıldır." dedi. Osman İbni Maz'un da: "Doğru söyledin." dedi. Lebid: "Her nimet mutlaka yok olacaktır." mısrasını okurken Osman (r.a.): "Yalan söyledin, cennet nimetleri yok olmaz." dedi. Lebid Kureyşlilere sitemle: "Sizin meclisinizde böyle kimseler olmazdı. Ne oldu size?" dedi. Bu sırada Abdullah İbni Umeyye adındaki müşrik Osman İbni Maz'un (r.a.)'in gözüne şiddetli bir yumruk vurdu. Velid yeğenine: "Himayemi reddetmeseydin böyle olmazdı." dedi. Bunun üzerine o da: "Vallahi, Allah yolunda bu sağlam gözüm de ötekinin akîbetine uğrasa gam yemem. Süphesiz ben senden daha güçlü birinin himâyesindeyim. Bana ne kadar eziyet etseler de bu yolda yürüyeceğim." dedi. Sa'd İbni Ebî Vakkas (r.a.) da o meclisdeydi. Kardeşine yapılan bu zulme dayanamadı ve o kâfirin suratına müthiş bir yumruk da o indirdi. Abdullah İbni Ümeyye'nin yüzü gözü kanlar içerisinde kaldı. Lâyık olduğu cezayı buldu.

Osman İbni Maz'un (r.a.) Mekke'de kaldığı müddetçe belâ ve musîbetleri sabırla karşıladı. İki cihan Güneşi Efendimiz Medine'ye hicret izni verince, kardeşleri, zevcesi Havle binti Hakim ve oğlu Sâib ile beraber Medine'ye hicret etti. Sevgili Peygamberimiz onu Ebu'l-Heysem ile kardeş yaptı.

O, dünyaya hiç değer vermedi. Geceleri namaz kılar, gündüzleri oruç tutardı. Her şeyi bırakıp Allah'a yönelen âbid, zâhid bir kişiydi. Birgün o, Rasûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz ashabıyla otururken mescide girdi. Üzerinde post parçasıyla yamanmış bir elbise vardı. Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimiz ona hüzünlü hüzünlü baktı ve şöyle dedi: "Sizden birinizin giderken gelirken bir başka elbise giydiği, önüne bir tabak konulup başka bir tabağın kaldırıldığı, Kâbe'nin örtüldüğü gibi evlerinizi örttüğünüz gün siz nasil olursunuz acaba?" Bu inci danesi sözleri dinleyen Osman İbni Maz'un (r.a.) daha zâhidâne bir hayat sürmeye başladı. O kadar ki meşrû nimetlerden kaçmaya kadar vardı. Bunun üzerine iki cihan Güneşi efendimiz ona: "Ben senin için güzel bir örnek değil miyim? Gözlerinin, bedeninin, ailenin senin üzerinde hakkı var. Namaz kıl, fakat aynı zamanda yat ve uyu, oruç tut, ancak bazan da tutma. Ey Osman! Allah Teâlâ beni ruhbanlıkla değil, tatbiki kolay bir din ile gönderdi." buyurdu. Bundan sonra o, hayatı terkedip inzivaya çekilen abidlerden değil, aksine hayatı güzel amellerle, Allah yolunda cihadla dolduran örnek hayat âbidlerinden oldu.

Hak yolunda yılmadan çalışan, hayırlı işlerde devamlı fedâkârlıklar gösteren Osman İbni Maz'un (r.a.) hicretten otuz ay sonra ebedî aleme göçtü. O sırada müslümanların henuz bir kabristanı yoktu. Efendimiz Medine etrafına çıktı ve Bakî' ile emrolundum buyurdular. Osman İbni Maz'un (r.a.) Medine'de ilk vefat eden sahabî ve Bakî kabristanlığına defnedilen ilk muhacir oldu. Zevcesi kabri başında: "Ey Ebâ Sâib! cennet sana âfiyet olsun." dedi. Sevgili Peygamberimiz de: "Allah ve Resûlunu severdi, desen kâfi idi" buyurdu. Techiz ve tekfin hazırlığı sırasında iki cihan Güneşi Efendimiz alnından öperken gözyaşlarını tutamadı ve "Ey Ebû Sâib!.. Allah sana rahmet etsin!. Dünyadan çekip gittin... Ama ne sen ona iltifat ettin, ne de o sana..." buyurdu. Defnedildikten sonra da: "O bizim ne iyi selefimizdir..." dedi ve kabrinin başına bir taş dikti. Ondan sonra birisi vefat edince "nereye defnedelim" diye sorulunca Rasûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz "Selefimiz Osman İbni Maz'un'un yanına" cevabını verirlerdi. Kızı Rukiyye vefat ettiğinde de: "Bizim hayırlı selefimiz Osman'a kavuş..." buyurarak devamlı onu anardı. Cenab-ı Hak şefaatlerine nâil eylesin. Amin.

13 Ocak 2019 Pazar

HZ ÖMER ra


 İkinci Raşid Halife. İslâmı yeryüzüne yerleştirip, hakim kılmak için Resulullah (s.a.s)'in verdiği tevhidî mücadelede ona en yakın olan sahabilerden biri. Hz. Ömer (r.a), Fil Olayından on üç sene sonra Mekke'de doğmuştur. Kendisinden nakledilen bir rivayete göre o, Büyük Ficar cihadından dört yıl sonra dünyaya gelmiştir (İbnül-Esîr, Üsdül-gâbe, Kahire 1970, IV,146). Babası, Hattab b. Nüfeyl olup, nesebi Ka'b'da Resulullah (s.a.s) ile birleşmektedir. Kureyş'in Adiy boyuna mensup olup, annesi, Ebu Cehil'in kardeşi veya amcasının kızı olan Hanteme'dir (bk. a.g.e., 145).

Kaynaklar Hz. Ömer (r.a)'in müslüman olmadan önceki hayatı hakkında fazlaca bir şey söylemezler. Ancak küçüklüğünde, babasına ait sürülere çobanlık ettiği, sonra da ticarete başladığı bilinmektedir. O, Suriye taraflarına giden ticaret kervanlarına iştirak etmekteydi (H. İbrahim Hasan, Tarihul-İslâm, Mısır 1979, I, 210). Cahiliyye döneminde Mekke eşrafı arasında yer almakta olup, Mekke şehir devletinin sifare (elçilik) görevi onun elindeydi. Bir cihadçıkması durumunda karşı tarafa elçi olarak Ömer gönderilir ve dönüşünde onun verdiği bilgi ve görüşlere göre hareket edilirdi. Ayrıca kabileler arasında çıkan anlaşmazlıkların çözümünde etkin rol alır ve verdiği kararlar bağlayıcılık vasfı taşırdı (Suyûtî, Tarihul-Hulefâ, Beyrut 1986, 123; Üsdül-gâbe, IV, 146).

Hz. Ömer, sert bir mizaca sahip olup, islâma karşı aşırı tepki gösterenlerin arasında yer almaktaydı. Sonunda o, dedelerinin dinini inkâr eden ve tapındıkları putlara hakaret ederek insanları onlardan yüz çevirmeğe çağıran Muhammed (s.a.s)'i öldürmeye karar vermişti. Kılıcını kuşanarak, Peygamberi öldürmek için harekete geçmiş, ancak olayın gelişim şekli onun müslümanların arasına katılması sonucunu doğurmuştu. Tarihçilerin ittifakla naklettikleri rivayete göre, Ömer (r.a)'in müslüman oluşu şöyle gerçekleşmişti: Ömer, Resulullah (s.a.s)'i öldürmek için onun bulunduğu yere doğru giderken, yolda Nuaym b. Abdullah ile karşılaştı. Nuaym ona, böyle öfkeli nereye gittiğini sorduğunda o, Muhammed (s.a.s)'i öldürmeye gittiğini söylemişti. Nuaym, Ömer'in ne yapmak istediğini öğrenince ona, kızkardeşi ve eniştesinin yeni dine girmiş olduğunu söyledi ve önce kendi ailesi ile uğraşması gerektiğini bildirdi. Bunu öğrenen Ömer (r.a), öfkeyle eniştesinin evine yöneldi. Kapıya geldiğinde içerde Kur'an okunmaktaydı. Kapıyı çalınca, içerdekiler okumayı kesip, Kur'an sayfalarını sakladılar. İçeri giren Ömer (r.a), eniştesini dövmeye başlamış, araya giren kızkardeşinin aldığı darbeden dolayı burnu kanamıştı. Kızkardeşinin ona, ne yaparsa yapsın dinlerinden dönmeyeceklerini söyleyerek kararlılığını bildirmesi üzerine, ona karşı merhamet duyguları kabarmaya başlamış ve okudukları şeyleri görmek istediğini söylemişti. Kendisine verilen sahifelerden Kur'an ayetlerini okuyan Ömer (r.a), hemen orada imân etti ve Resulullah (s.a.s)'in nerede olduğunu sordu. O sıralarda müslümanlar, Safa tepesinin yanında bulunan Erkam (r.a)'ın evinde gizlice toplanıp ibadet ediyorlardı. Resulullah (s.a.s)'ın Daru'l-Erkam'da olduğunu öğrenen Ömer (r.a), doğruca oraya gitti. Kapıyı çaldığında gelenin Ömer olduğunu öğrenen sahabiler endişelenmeye başladılar. Zira Ömer silahlarını kuşanmış olduğu halde kapının önünde duruyordu. Hz. Hamza: "Bu Ömer'dir. İyi bir niyetle geldiyse mesele yok. Eğer kötü bir düşüncesi varsa, onu öldürmek bizim için kolaydır" diyerek kapıyı açtırdı. Resulullah (s.a.s), Ömer (r.a)'in iki yakasını tutarak; "Müslüman ol ya İbn Hattab! Allahım ona hidayet ver!" dediğinde, Ömer (r.a), hemen Kelime-i şehadet getirerek imân ettiğini açıkladı (İbn Sa'd, Tabakatu'l Kübra, II, 268-269; Üsdül-gâbe, IV, 148-149; Suyûtî, Tarihu'l-Hulefa, Beyrut 1986, 124 vd.). Rivayetlere göre Ömer (r.a)'in müslüman oluşu, Resulullah (s.a.s)'in yapmış olduğu; Allahım! İslâmı Ömer b. el-Hattab veya Amr b. Hişam (Ebû Cehil) ile yücelt" şeklinde bir duanın sonucu olarak gerçekleşmişti (İbnul-Hacer el-Askalânî, el-isâbe fi Temyîzi's-Sahâbe, Bağdat t.y., II, 518; İbn Sa'd, aynı yer; Suyûtî, a.g.e., 125).

Ömer (r.a), risaletin altıncı yılında müslüman olmuştur. O, iman edenlerin arasına katıldığı zaman müslümanların sayısı yetmiş seksen kişi kadardı (İbn Sa'd, aynı yer).

Mekkeli müşriklerin, gösterdiği zorbaca tepkiden dolayı müslümanlar, Beytullah'a gidip namaz kılamıyor ve ancak gizlice bir araya gelebiliyorlardı. Ömer (r.a) müslüman olunca doğruca Beytullah'ın yanına gitti ve müslüman olduğunu haykırdı. Orada bulunanlar şiddetli tepki gösterdi. Ancak o, müşriklere karşı cihadını sürdürerek onların, müslümanlara gösterdiği muhalefeti kırdı ve bir avuç müslümanla birlikte herkesin gözü önünde Beytullah'ta namaza durdu. Onun bu şekilde saflarına katılması müslümanlara büyük bir moral desteği sağlamıştı. Abdullah İbn Mes'ud'un; "Ömer'in müslüman oluşu bir fetihti" (Üsdül-gâbe, IV,151; İbn Sa'd, a.g.e., III, 270) sözü bunu açıkça ortaya koymaktadır. Taberî'nin İbn Abbas'tan tahric ettiği bir hadise göre, müslümanlığını ilk ilân eden kimse Hz. Ömer (r.a) olmuştur (Suyûtî, a.g.e.,129). Ömer (r.a) benliğini kuşatan imanın verdiği heyecanla, küfre karşı açık ve net bir şekilde, hiç bir tehdide aldırış etmeden mücadele ediyordu. Müşrikler, secaat ve kararlılığını eskiden beri bildikleri için ona sataşmaya cesaret edemiyorlardı.

Müslüman olduktan sonra sürekli Resulullah (s.a.s)'in yanında bulunmuş, onu korumak için elinden gelen gayreti göstermiştir. O, imân ettikten sonra müşriklere karşı çok sert davranmış ve dinini her ortamda, kimseden çekinmeden herkese meydan okuyarak savunmuştur. İslâm tebliğinin yeni bir veche kazanması için Medine'ye hicret emrolunduğu zaman müslümanlar Mekke'den gizlice Medine'ye göç etmeye başladıklarında, Hz. Ömer, gizlenme ihtiyacı duymamıştı. Ömer (r.a), beraberinde yirmi arkadaşı olduğu halde Medine'ye doğru yola çıkmıştı. Hz. Ali (r.a) onun hicretini şu şekilde anlatmaktadır: "Ömer'den başka gizlenmeden hicret eden hiç bir kimseyi bilmiyorum. O, hicrete hazırlandığında kılıcını kuşandı, yayını omuzuna taktı, eline oklarını aldı ve Kâ'be'ye gitti. Kureyş'in ileri gelenleri Kâ'be'nin avlusunda oturmakta idiler. O, Kâ'be'yi yedi defa tavaf ettikten sonra, Makâm-ı İbrahim'de iki rek'at namaz kıldı. Halka halka oturan müşrikleri tek tek dolaştı ve onlara; "Yüzler pisleşti. Kim anasını evladsız, çocuklarını yetim, karısını dul bırakmak istiyorsa şu vadide beni takip etsin" dedi. Onlardan hiç biri onu engellemeye cesaret edemedi (Suyûtî, a.g.e., 130). Bunun içindir ki İbn Mes'ud; "Onun hicreti bir zaferdi" (İbn Sa'd, aynı yer; Üsdül-gâbe, IV, 153) demektedir.

Ömer (r.a), Medine dönemi boyunca islamın yücelişini etkileyen bütün olaylara aktif olarak iştirak etmiştir. Resulullah (s.a.s)'ın önemli kararlar alacağı zaman görüşlerine başvurduğu kimselerin başında Ömer (r.a) gelir. Onun ileri sürdüğü görüşler o kadar isabetliydi ki; bazı ayetler onun daha önce işaret ettiğine uygun olarak nazil oluyordu. Resulullah (s.a.s) onun bu durumunu şu sözüyle ifade etmekteydi: "Allah, hakkı Ömer'in dili ve kalbi üzere kıldı" (Üsdül-gâbe, IV, 151).

Ömer (r.a), Bedir, Uhud, Hendek, Hayber vb. gazvelerin hepsine ve çok sayıda seriyyeye katılmış, bunların başında komutan olarak görev yapmıştır. Bunlardan biri Hicretin yedinci yılında Havazinliler'e karşı gönderilen seriyyedir.

Ömer (r.a), bütün meselelere karşı net ve tavizsiz tavır koymakla tanınır. Onun küfre karşı düşmanlığı; müşriklerin, islâma karşı olan saldırılarını hazmedememe konusundaki hassasiyeti; bazı kararlara şiddetle karşı çıkmasına sebep olmuştur. Hudeybiye'de yapılan anlaşmanın müşrikler lehine görünen maddelerine karşı çıkışı bunlardan biridir. Ancak o, Resulün, Allah Teâlâ'nın gösterdiği doğrultuda hareket etmekten başka bir şey yapmadığı uyarısı karşısında, hemen kendini toparlamış ve olayın iç gerçeğini kavramıştı.

Resulullah (s.a.s)'ın vefatının hemen peşinden ortaya çıkan karışıklığın Hz. Ebû Bekir'in halife seçilmesiyle yok edilmesinde Hz. Ömer büyük rol oynamıştır. Hz. Ebû Bekir'in kısa halifelik döneminde en büyük yardımcısı Ömer (r.a) olmuştur.

Hz. Ebû Bekir (r.a) vefat edeceğini anladığında, Hz. Ömer'i kendisine halef tayin etmeyi düşünmüş ve bu düşüncesini açıklayarak bazı sahabilerle istişarelerde bulunmuştu. Herkes Ömer (r.a)'in fazilet ve üstünlüğünü kabul etmekle beraber, onu bu iş için biraz sert mizaclı buluyorlardı. Hatta Talha (r.a) ve diğer bazı sahabiler ona; "Rabbin seni Ömer'i halife tayin ettiğinden dolayı sorgularsa ona ne cevap vereceksin? Bilirsin ki Ömer oldukça sert bir kimsedir" demişlerdi. Hz. Ebû Bekir onlara; "Derim ki: Allahım! Kullarının en iyisini onlara halife yaptım" karşılığını vermişti. Sonra da Hz. Osman'ı çağırarak bir kâğıda Hz. Ömer'i halife tayin ettiğini yazdırdı. Kâğıt katlanıp mühürlendikten sonra, Hz. Osman dışarı çıkarak insanlardan kâğıtta yazılı olan kimseye bey'at edilmesini istedi. Oradakilerin bey'at etmesiyle Hz. Ömer'in II. Raşid halife olarak iş başına gelişi gerçekleşmiş oldu (Üsdü'l-gâbe, IV,168-199; İbn Sad, a.g.e., III, 274 vd.; Suyûtî a.g.e., 92-94).

Hz. Ömer Döneminde İslam Devleti ve Fetihler : Resulullah (s.a.s)'ın sağlığında Arap yarımadası islâmın hakimiyetine boyun eğdirilmiş ve insanlar bölük bölük ihtida ederek müslümanlarla bütünleşmişlerdi.Bunun peşinden Resulullah (s.a.s), islam tebliğinin insanlara ulaştırılmasının önünde bir set teşkil eden, müşrik zalim güçlerden biri olan Bizans imparatorluğuna karşı askerî seferleri başlatmıştı. Ebû Bekir (r.a), Resulullah (s.a.s)'ın vefatından hemen sonra ortaya çıkan Ridde hareketlerini bastırdıktan sonra, Bizans hakimiyetindeki topraklara askerî akınlar başlatmış, öte taraftan çağın despot devletlerinden ikincisi olan İran imparatorluğuna karşı da askerî faaliyetlere girişmişti. Hz. Ömer (r.a)'in üzerine düşen, bu siyaseti devam ettirmekten ibaretti. Hz. Ömer bir taraftan Suriye'nin fethinin tamamlanması için gayret gösterirken, öte taraftan İran cephesinde netice almak için ordular sevkediyordu. Kadisiye cihadıyla İran ordusu hezimete uğratılmış ve Kisrâ, saraylarını islam ordusuna terk ederek doğuya kaçmak zorunda kalmıştı. Peşpeşe gönderilen ordularla İranın bazı bölgeleri cihadile, bazı bölgeleri de sulh yoluyla islam'ın hakimiyetine boyun eğdirilmişti. Kuzeye yönelen Mugîre b. şu'be, Azerbaycanı sulh yoluyla ele geçirmişti. Ermenistan bölgesi fethedilen yerler arasındaydı.

Suriye'nin fethi tamamlandıktan sonra bu bölgedeki askerî harekât batıya doğru kaydırıldı. Etraftaki şehir ve kasabalar fethedildikten sonra Kudüs kuşatma altına alındı. Şehirdeki hristiyanlar bir süre direndilerse de sonunda barış istemek zorunda kaldılar. Ancak, komutanlardan çekindikleri için şart olarak şehri bizzat halifeye teslim etmek istediklerini bildirmişlerdi. Durum Ebu Ubeyde tarafından bir mektupla Hz. Ömer (r.a)'a bildirildi. Hz. Ömer (r.a) Ashabın ileri gelenleriyle istişare ettikten sonra, Medine'den komutanlarıyla buluşmayı kararlaştırdığı Cabiye'ye doğru yola çıktı. Cabiye'de yapılan bir anlaşmadan sonra Hz. Ömer, bizzat Kudüs'e kadar giderek şehri teslim aldı (H.16-M. 637). Hz. Ömer (r.a) kısa bir müddet Kudüs'te kaldıktan sonra Medine'ye geri döndü.

Bu arada İran cephesinde durumlar karışmaya başlamıştı. Hz. Ömer, bölgede bulunan orduları takviye ederek İran meselesini kesin bir sonuca bağlamaya karar verdi. Hicri 21 yılında başlayan ve sürekli takviye edilen akınlarla Azerbaycan ve Ermenistan da dahil olmak üzere, Horasan'a kadar bütün İran toprakları islam devletinin sınırları içine alınmış ve Fars cephesinde askerî harekâtlar tamamlanmıştı.

Öte taraftan Amr b. el-As, hazırlayıp uygulamaya koyduğu harekât planıyla Mısır'ı fethetmeyi başarmış, müslümanları Mısır'dan geri püskürtmek için İskenderiye'de hazırlıklara girişen Bizanslıların üzerine yürüyerek burayı ele geçirmişti (H. 21). Böylece Suriye'den sonra, Mısır'da da Bizans'ın hakimiyetine son verilmiş oluyordu (Sibli Numanî, Bütün yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet idaresi, Terc. Talip Yaşar Alp, İstanbul t.y., I, 285-286).

İslam ordularının fethettiği bölgelerdeki halk, müslümanlardan gördükleri müsamaha ve âdil davranışlardan etkilenerek kitleler halinde islâma giriyorlardı. Asırlarca Bizans ve İran devletlerinin zulmü altında ezilen, horlanan topluluklar islâmın kuşatıcı merhameti ile yüz yüze geldiklerinde müslüman olmakta tereddüt göstermiyorlardı. Kendi dinlerinden dönmek istemeyenler ise hiç bir baskıya maruz kalmadıkları gibi, geniş bir inanç hürriyetine kavuşuyorlardı.

Hz. Ömer, bir taraftan islâmın insanlığa tebliğinin önündeki engelleri kaldırmak için ordular sevkederken, öte taraftan da henüz müesseselerine kavuşmamış bulunan devleti teşkilatlandırmaya çalışıyordu.

Hz. Ömer'den önce, orduya katılan askerler ve bunlara dağıtılan paralar belirli defterlere yazılıp kayıt altına alınmazdı. Bu durum normal olarak bazı karışıklıkların çıkmasına sebep olur, gelir ve giderlerin hesabı yapılamazdı. İlk zamanlar buna pek ihtiyaç da yoktu. Ancak devletin sınırları genişlemiş ve bu geniş cografya içerisinde devletin etkinliğini sağlayabilmek için idarî düzenlemeler yapılması zarureti doğmuştu. O, ilk olarak askerlerin kayıtlarının tutulduğu ve fey ve ganimet gelirlerinin dağıtımının kaydedildiği "divan" teşkilatını kurdu.

Ayrıca, Suriye ve Irak'ta bulunan divanlar varlıklarını korumuşlardır. Bunlar vergilerin toplanması ile alakalı çalışmaları yürütmekteydiler. Suriye ve Irak'taki divanlar her ne kadar İran ve Bizans malî teşkilatından kalma idiyse de, onun Medine'de tesis ettiği divan hiçbir yabancı tesir söz konusu olmaksızın, ortaya çıkan ihtiyaçları karşılamak için kurulmuştur. Hz. Ömer, feyden elde edilen gelirlerden verdiği atiyyeleri bir gruplandırmaya tabi tutmuştur.

Hz. Ömer, yargı (kaza) işlerini bir düzene koymak için valilerden ayrı ve bağımsız çalışan kadılar tayin eden ilk kimsedir. O, Kufe'ye, Sureyh b. el-Haris'i, Mısır'a da Kays b. Ebil-As es-Sehmî'yi kadı tayin etmiştir. Onun Medine'deki kadısı Ebû Derda (r.a)'dır. Bu dönemin tanınmış kadılarından birisi de Ebu Mûsa el-Eşari'dir. Hz. Ömer, tayin ettiği kadılara, görevlerini ne şekilde ifa etmeleri gerektiğine dair talimatlar verir ve onların bu çerçeve dışına çıkmamalarını tenbihlerdi (Mustafa Fayda, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1986, II, 176-177).

Hz. Ömer (r.a)'in, üzerinde titizlikle durduğu ve asla müsamaha göstermediği en önemli konu adâlet meselesiydi. O, mevki, rütbe, soyluluk vb. hiçbir ayırım gözetmeden hakların sahiplerine verilmesi için çok şiddetli davranmıştır. Bu konuda onun yanında bir köle ile efendisi arasında bir fark yoktur.

O, her tarafta adâletin eksiksiz yerine getirilmesi, muhtaç ve yoksul kimselerin gözetilmesi için ülkenin en ücra köşelerindeki durumlardan zamanında haberdar olmak için imkân oluşturmaya çalıştı. O, muhtaç kimseler konusunda din ayırımı gözetmemiş, hristiyan ve yahudilerden olan yoksullara da yardımlarda bulunmuştur.

Devletin temel görevlerinden birisi ilmin insanlara ulaştırılmasıdır. Hz. Ömer, fethedilen bölgelerde okullar açmış, buralara müderrisler tayin etmiş ve Kur'an-ı Kerim'i okumak ve onunla amel edebilmek için gerekli olan eğitimin verilmesini sağlama yolunda gayret sarfetmiştir. İslâm'ın, müslüman olan insanlara öğretilmesi ve tebliğ çalışmalarının yürütülmesi için sahabîlerden ve diğer âlimlerden istifade etmiş ve onları değişik bölgelerde görevlendirmiştir. Kur'an, Hadis ve Fıkıh öğretimi ile uğraşan bu âlimlere büyük meblağlar tutan maaşlar bağlamıştır. Hz. Ömer, devletin her tarafında camiler inşa ettirmişti. Onun zamanında dört bin tane cami yapılmış olduğu rivayet edilmektedir (Ahmed en-Nedvi, Asr-ı Saadet, Terc. Ali Genceli, İstanbul 1985, I, 317). İlk defa bir takvimin kullanılmasına Hz. Ömer zamanında ihtiyaç duyulmuş ve böylece Hicret esas alınarak oluşturulan takvimle devlet işlerinde tarihleme açısından ortaya çıkan problemler ortadan kaldırılmıştır (H. 16).

İslâm devleti, bağımsız bir devlet olmasına ve çok geniş bir coğrafî sahayı kaplayan ekonomik faaliyetlerin yürütülmesine rağmen, kullanılan paralar yabancı kaynaklıydı. Irak ve İran bölgelerinde Fars dirhemleri; Suriye ve Mısır taraflarında da Bizans dinarları tedavülde bulunmaktaydı. Bu durum o devirde henüz hissedilmeye başlanmamış olsa bile, bir ekonomik baskı tehlikesini beraberinde getirmekteydi. Hz. Ömer'in, devleti müesseselere kavuşturup yapısını sağlamlaştırmaya çalışırken, bu duruma da müdahale etmemesi düşünülmezdi. O, Hicri 17 de para bastırarak piyasaya sürdü. Ayrıca Halid b. Velid'in Taberiye'de Hicrî 15 tarihinde dinar darbettirdiği de bilinmektedir (Hassan Hallâk, Dirâsât fî Tarihil-Hadâretil-İslamiye, Beyrut 1979, 13-15). Hz. Ömer (r.a), İslâm devletinin dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı güvenliğini sağlamak ve orduları düşman bölgelerine yakın yerlerde bulundurabilmek için ordugah şehirler tesis etmiştir. İran ve Hindistan taraflarından gelebilecek deniz akınlarına karşı Basra ordugah şehri kuruldu. Bu şehrin mevkii bizzat Hz. Ömer tarafından tesbit edilmiştir. O, bu iş için Utbe b. Gazvan'ı görevlendirmişti. Utbe, sekizyüz adamıyla o zaman boş ve ıssız olan Haribe bölgesine gelip H. 14 yılında Basra şehrinin inşasına başladı.

Sa'd b. Ebi Vakkas, Kadisiye'de kazandığı büyük zaferden sonra İran içlerine akınlara başlamıştı. Onun ordusu Medâin'de bulunmaktaydı. Ancak buranın ikliminin Arap askerlerin sağlığını olumsuz yönde etkilediği anlaşılınca, Hz. Ömer, Sa'd'a iklim bakımından uygun ve merkez ile arasında deniz bulunmayan bir yer bulup burada bir şehir kurması talimatını verdi. Bu iş için görevlendirilen Selmân ve Huzeyfe, Kufe mevkiini uygun buldular. H. 17 de kurulan bu ordugah şehir kırk bin kişiyi iskân edebilecek büyüklükte inşa edildi.

Amr b. el-As, Mısır'ı fethettikten sonra İskenderiye'yi karargah edinmek için Hz. Ömer (r.a)'dan izin istedi. Hz. Ömer (r.a), haberleşme açısından endişe duyduğu için kendisiyle Mısır'daki kuvvetler arasında bir nehrin bulunmasını kabul etmedi. Amr, Nil'in doğu yakasına geçerek burada Fustat adlı şehri kurdu (H. 21). Bu ordugah şehirlerinden başka yine askerî amaçlı merkezler de oluşturulmuştur.

Hz. Ömer'in idare anlayışı : Hz. Ömer, toplumu ilgilendiren meselelerde karar vereceği zaman müslümanların görüşüne başvurur, onlarla istişare ederdi. O "istişare etmeden uygulamaya konulan işler başarısızlığa mahkûmdur" demekteydi. İstişarede takip ettiği yöntem şuydu: Önce meseleyi müslümanların ulaşabildiği çoğunluğu ile görüşür, peşinden Kureyşliler'in düşüncesini sorar, son olarak da sahabilerin görüşlerini alırdı. Böylece en isabetli fikir ortaya çıkar ve uygulamaya konulurdu. Hz. Ömer, müslümanların yaptığı işlerde bir hata gördükleri zaman kendisini uyarmalarını isterdi. Başka dinlere mensup olup, zimmî statüsünde bulunan kimselerle alâkalı işlerde de onların görüşlerine başvurur ve meseleyi onlarla istişare ederdi. Bu durum Hz. Ömer'in adâlet anlayışının ne kadar kapsamlı olduğunu ortaya koymaktadır.

Hz. Ömer idarede görevlendirdiği memurlarına karşı oldukça sert davranır, onların bir haksızlıkta bulunmalarına asla göz yummazdı. Halka karşı ise son derece şefkatle yaklaşır, onların varsa gizledikleri problemlerini öğrenip çözümlemek için gece-gündüz uğraşıp dururdu. O bu hassasiyetini: "Fırat kıyısında bir deve helak olsa, Allah bunu Ömer'den sorar diye korkarım" sözü ile ortaya koymaktadır. Hz. Ömer, merkezden uzak bölgelerde halkın durumunu yakından görmek için seyahatler yapma yoluna gitmişti. O, insanların çeşitli dertlerini uzak diyarlarda olmaları sebebiyle kendisine ulaştıramadıklarından endişe ediyordu. Bazı bölgeleri dolaşmasına rağmen başka yerlere gitmeyi tasarladığı halde ömrü o şehirlere ulaşmasına yetmemişti. İslâm tarihinde adâletin timsali olarak yerini alan Hz. Ömer (r.a) hakkında rivayet edilen şu olay onun bu sıfatla bütünleşmiş olduğunun en açık delilidir.

Bir defasında Eslem'le birlikte Harra taraflarında (Medine'nin dış bölgesi) dolaşırlarken ışık yanan bir yer gördü ve Eslem'e; "şurada, gecenin ve soğuğun çaresizliğine uğramış biri var. Haydi onların yanına gidelim" dedi. Oraya gittiklerinde bir kadını iki çocuğuyla üzerinde tencere bulunan bir ateşin etrafında otururken gördüler. Hz. Ömer, onlara; "Işıklı aileye selâm olsun" dedi. Kadın selâmı aldıktan sonra yanlarına yaklaşmak için izin alan Hz. Ömer ona yanındaki çocukların neden ağladıklarını sordu. Kadın, karınlarının aç olduğunu söyleyince, Hz. Ömer merakla tencerede ne pişirdiğini sordu. Kadın, tencerede su bulunduğunu, çocukları yemek pişiyor diye avuttuğunu söyledi ve; "Allah bunu Ömer'den elbette soracaktır" diye ekledi. Hz. Ömer, ona; "Ömer bu durumu nereden bilsin ki?" diye sorduğunda kadın; "Madem bilemeyecekti ve unutacaktı neden halife oldu" karşılığını verdi. Hz. Ömer bu cevap karşısında irkilerek Eslem'le birlikte doğruca erzak deposuna gitti. Doldurdukları yiyecek çuvalını Eslem taşımak istedi. Ancak Hz. Ömer (r.a); "Kıyamet gününde benim yüküme ortak olacak değilsin. Onun için bırak da yükümü kendim taşıyayım" diyerek buna izin vermedi; çuvalı omuzuna aldı ve kadının bulunduğu yere götürdü. Orada bizzat yemeği Hz. Ömer (r.a) hazırlayıp pişirdi ve onları doyurdu. Eslem; "O, ateşe üflerken şakakları arasından çıkan dumanları seyrediyordum" demektedir. Hz. Ömer oradan ayrılırken kadın; "Siz bu işe Ömer'den daha layıksınız" dedi. Hz. Ömer; "Ömer'e dua et. Bir gün onu ziyarete gidersen beni orada bulursun" dedi.

Bu onun insanlara yardım etmede ve mağduriyetlerini gidermede gösterdiği hassasiyetin örneklerinden sadece bir tanesidir.

İlmi : Hz. Ömer'in fıkıh ilminde ayrı bir yeri vardır. O, her yönüyle devleti teşkilatlandırmaya çalışırken diğer taraftan da bu teşkilatlanmanın alt yapısı olan ilmî gelişmeyi sağlayabilmek için gayret sarfediyordu. Fıkıh usulünün oluşumu Hz. Ömer (r.a) ile başlar. Fıkıh ilminin temellerini meydana getiren kaideleri, karşılaştığı kazâî ve idarî meseleleri çözüme kavuştururken takip ettiği yöntemlerle belirlemeye başlamıştır. Ondan sahih senetlerle rivayet olunan fikhî hükümlerin sayısı birkaç bini bulmaktadır. Hz. Ömer'in içtihadlarının İslâm hukuku açısından çok büyük bir önemi vardır ve Resulullah (s.a.s)'in hadislerinden başka hiç bir şey onun bu içtihadlarının üzerinde değildir (Muhammed Revvâs Kal'acı, Mevsuatu Fıkhî Ömer b. el-Hattab, 1981, 8; Bu kitabta Hz. Ömer'in Fıkhî içtihadları bir araya toplanarak ansiklopedik bir tarzda tasnif edilmiştir).

Hz. Ömer (r.a), Hadis rivayeti konusunda çok titiz davranmıştır. O, Peygamber (s.a.s)'den hadis rivayet eden bazı kimseleri sorguya çekmiş, onlardan rivayet ettikleri hadisler için şahid istemişti. Hz. Ömer'in kendisinden beş yüz otuz dokuz hadis rivayet edilmiştir (Suyutî, a.g.e., 123).

Ayrıca o, Kur'an-ı Kerim'in te'vil ve tefsirinde ilim sahibiydi. İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre, kendisine Resulullah (s.a.s) hayattayken kimlerin fetva verdiği sorulduğunda: "Ebu Bekir ve Ömer'den başkasının fetva verdiğini bilmiyorum" karşılığını vermişti (H.i.Hasan, İslâm Tarihi, İstanbul 1985, I, 319).

Şahsiyeti : Hz. Ömer, inandığı şeyi yerine getirme hususunda şiddetli davranmakla tanınır. O, müslüman olmadan önce ilk iman edenlere karşı sert muamele etmişti. Müslüman olduktan sonra ise bu sertliği islâm'ın lehine müşriklere karşı yönelmiştir. Hz. Ömer Halife olduktan sonra da doğruların uygulanması ve hakkın elde edilmesi konusunda titiz davranmaya ve en ufak ayrıntıları bile bizzat takip etmeye aşırı dikkat göstermiştir. O, bir şeyi emrettiği veya yasakladığı zaman ilk önce kendi ailesinden başlardı. Aile fertlerini bir araya toplayarak onlara şöyle derdi; "şunu ve şunu yasakladım. İnsanlar sizi yırtıcı kuşun eti gözetlediği gibi gözetlerler. Allah'a yemin ederim ki, her hangi biriniz bu yasaklara uymazsa onu daha fazlasıyla cezalandırırım". Sert bir mizaca sahip olmasına rağmen insanlara karşı oldukça mütevâzî davranırdı. Geniş toprakları, güçlü orduları olan bir devletin başkanı olması onu diğer insanlar gibi mütevazî ve sade bir hayat yaşamaktan alıkoyamamıştır. Pahalı, lüks elbiseler giymekten kaçınır, diğer insanlar gibi gerektiğinde alelade işlerle uğraşmaktan çekinmezdi. Tanımayan kimse onun müslümanların halifesi olduğunu asla anlayamazdı. Çünkü çoğu zaman giydiği elbise yamalarla doluydu.

Hz. Ömer güçlü bir hitabet kudretine sahipti ve konuşurken beliğ bir uslubla konuşurdu. Onun üstün kabiliyeti yazı için de geçerliydi. Valilerine yazmış olduğu talimatları ve mektupları Arap dili için bir numune addedilmekteydi. Hz. Ömer şiire de ilgi duyan ve şiir zevki olan sahabilerden birisidir. Çok sayıda Arap şairlerinin şiirlerini ezberlemiş, az da olsa şiir yazmıştır. Hz. Ömer ibadet ederken bütün benliğiyle Rabbine yönelirdi. Halife olduktan sonra gündüz işlerinin yoğun olmasından dolayı nafile namazlarını gece kılar, ev halkını sabah namazına; "ve namazı ailene emret" (Tâhâ, 20/132) mealindeki ayeti okuyarak uyandırırdı. O, her sene haccetmeyi asla ihmal etmez ve hac farizasını yerine getirmek için Mekke'ye gelen hacılara bizzat riyaset ederdi. Rabbine karşı duyduğu sorumluluğun altında öylesine ezilirdi ki, kıyamet günü hesaptan, cezasız kurtulmayı başarabilirse sevineceğini söylerdi. O, ölüm döşeğinde bu endişesini şu anlamdaki bir beyitle dile getiriyordu:

"Müslüman oluşum, namazları kılıp, orucu tuttuğum müstesna, nefsime zulmetmiş bulunuyorum" (Siblî, a.g.e., II, 373). Hz. Ömer (r.a)'in, şahsi hayatı oldukça sadeydi. Hz. Ömer (r.a), Bizans ve İran'a karşı büyük ordular sevkeden ve onları tarihlerinde pek nadir tattıkları sürekli yenilgilerle perişan eden güçlü ve muktedir bir devletin başkanıdır. Ama o buna rağmen yamalı elbiseler, eskimiş sarık ve yırtık ayakkabılarla hayatını sürdüren bir kişidir. O, bazen dul bir kadına su taşırken görülür, bazan da günün yorgunluğunu hafifletmek için mescid'in çıplak zemini üzerinde uyuduğuna şahit olunurdu. Medine'den Mekke'ye çok sayıda yolculuk yapmış olduğu halde hiç bir zaman yanına çadır almamış ve yolda, bir çarşafı dalların üzerine gererek basit bir şekilde dinlenmeyi tercih etmiştir. Yine bir gün, Ahnef b. Kays yanında Arapların ileri gelenlerinden bazı kimselerle birlikte Hz. Ömer (r.a)'i ziyarete gitmiş; onu, elbisesinin eteklerini beline sıkıştırmış olduğu halde koşar bir vaziyette bulmuştu. Ömer (r.a), Ahnef'i gördüğünde ona; "Gel de kovalamaya katıl. Devlete ait bir deve kaçtı. Bu malda kaç kişinin hakkı olduğunu biliyorsun" dedi. Bu esnada biri ona neden kendini bu kadar üzdüğünü ve deveyi yakalamak için bir köleyi görevlendirmediğini söyleyince O; "Benden daha iyi köle kimmiş?" diyerek karşılık vermiştir (Siblî, a.g.e., I, 384-385). Günlük yaşayışını gösteren bu örnekler, Hz. Ömer (r.a)'in ümmetin sorumluluğunu üstlenen kimselerin yüklenmiş oldukları görevleri ne şekilde yerine getirmeleri ve makamlarının cazibesine kapılıp sıradan insanların yaşayış tarzından kopmadan hükmetmeleri gerektiğini, çağları aşan bir örnek sergileyerek ortaya koymuştur. Bir devlet başkanı ancak bu şekilde, insanlardan ve onların günlük yaşamlarından kopmadan âdil bir yönetim kurabilir. Hz. Ömer (r.a)'a âdil sıfatını kazandıran, onun bu şekilde islâm'ı yeryüzüne hakim kılma yolunda varlığını ortaya koymuş olmasıdır. Hz. Ömer (r.a) geçimini ticaretle temin ederdi. Bunun yanında Peygamber (s.a.s)'in Medine'de ona bazı tarlalar verdiği de bilinmektedir. Hayber'in fethini müteakip burada ele geçirilen araziler, cihada katılanlar arasında taksim edilmişti. Ancak, Hz. Ömer (r.a) kendi payına düşen araziyi vakfetmiş ve bir vakıf şartnamesi de düzenlemişti: "Bu arazi satılamaz, hibe edilemez ve miras yolu ile sahip olunamaz; geliri fakirlere, akrabaya, kölelere, Allah yolunda, yolcu ve misafirlere harcanacaktır. Vakfı yöneten kişinin ölçülü olarak yemesinde ve yedirmesinde bir sakınca yoktur" (Buharî, surût, 19). İslâmda ilk vakıf olayı budur.

Halife olduktan sonra, devlet işleriyle uğraşmasından dolayı kendi iaşesinin temini için Ashab'a müracaat etmis, Hz. Ali (r.a)'in teklifine uyularak ona ve ailesine normal ölçülerde devlet malından geçim imkânı sağlanmıştı. H. 15 yılında müslümanlara maaş bağlandığı zaman, ona da ileri gelen Ashab'a verilen miktarda, beş bin dirhem maaş tayin edilmişti. Ancak onun günlük gideri çok mütevazi meblağdı. Ömer (r.a), yemek olarak genellikle şunları yerdi: Ekmek (buğdaydan olduğu zaman kepekli), bazen et, süt, sebze ve sirke.

Hz. Ömer (r.a)'in fazileti ve üstünlüğü hakkında çok sayıda sahih hadis bulunmaktadır. Hz. Ömer din konusunda o kadar tavizsizdi ki, şeytanlar bile onunla karşılaşmaktan çekinirlerdi. Bir defasında Resulullah (s.a.s)'ın yanına gitti. Resulullah (s.a.s)'dan bir şey istemek için orada bulunan kadınlar, Hz. Ömer'in sesini duyduklarında hemen kalkıp perdenin arkasına geçtiler. Hz. Ömer içeri girdiğinde Resulullah (s.a.s) gülüyordu. Hz. Ömer ona; "Allah yasını güldürsün ya Resulullah" dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s); "şu benim yanımda olanlara şaşarım. Senin sesini işitince perdeye koştular" dediğinde Hz. Ömer; "Ya Resulullah, onların çekinmesine sen daha layıksın" dedi. Sonra da kadınlara dönerek; "Ey nefislerinin düşmanları! Resulullah (s.a.s)'den çekinmiyorsunuz da benden mi çekiniyorsunuz?" diyerek onlara çıkıştı. Kadınlar; "Evet. Sen Resulüllah (s.a.s)'den sert ve haşinsin" dediler. Resulullah (s.a.s), Nefsim yed-i Kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki, şeytan sana bir yolda rastlamış olsa, mutlaka yolunu değiştirirdi" (Müslim, Fedâilü's-Sahâbe, 22).

Başka bir rivayette Resulullah (s.a.s) onun için şöyle buyurmuştu:

"Gökte bir melek bulunmasın ki Ömer'e saygı duymasın. Yeryüzünde ise bir şeytan bulunmasın ki Ömer'den kaçmasın" (Suyûtî, a.g.e., 133).

Resulullah (s.a.s), hakkı görmek ve onu tatbik etmek konusunda Ömer (r.a)'in üstünlüğünü şöyle ifade etmekteydi: "Sizden önce geçen ümmetlerde bazen ilham sahipleri bulunurdu. Eğer benim ümmetimde onlardan biri bulunursa, Ömer b. Hattab onlardandır" (Müslim, Fedâilü's-Sahâbe, II). Bu, Hz. Ömer (r.a)'in işlerinde ve verdigi kararlarda isabetli davranmasını bir anlamda açıklar niteliktedir. Nitekim Resulullah (s.a.s); Allah doğruyu Ömer'in lisanı ve kalbi üzere kılmıştır" (Üsdül-gâbe, IV, 151; Suyutî, 132) demektedir. Bir defasında da Hz. Ömer'i göstererek şöyle demişti: Bu aranızda yaşadığı sürece, sizinle fitne arasında kuvvetlice kapanmış bir kapı bulunacaktır" (Suyûtî, aynı yer).

Ömer (r.a)'in bu durumunu bazı konularda inen ayetlerin daha önce onun gösterdiği doğrultuda olması da te'yid etmektedir. Hz. Ömer şöyle demiştir: "Rabbime üç şeyde muvafık düştüm: Makam-ı İbrahim'de, hicab'da ve Bedir esirlerinde" (Müslim, Fedâilüs-Sahabe, II). Hz. Ömer ötekileri zikretmemiştir. Örneğin münafıkların cenaze namazını kılmaması için Resulullah (s.a.s)'e inen ayet bunlardan biridir (bk. Müslim, aynı bab; Hz. Ömer (r.a)'in görüşleri doğrultusunda nâzil olan ayetler için bk. Suyûtî, a.g.e., 137-140).

12 Ocak 2019 Cumartesi

Rabi’ bin Âmir (r.a.)


Hz. Ömer’in (r.a.) hilafeti zamanı idi… İslam adaleti altında Müslümanlar bir ta­rafta altın devirlerini yaşarken, İslam orduları da dört bir cephede yeni fetihler yapıyor, zaferler kazanıyor ve İslam topraklarını genişletiyorlardı.

Sa’d ibni Ebî Vakkas’ın (r.a.) kumandası altındaki 34 bin kişilik İslam ordusu Acem topraklarına dayanmıştı. Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) duasının tahakkuk et­mesine çok az bir zaman kalmıştı. Bilindiği üzere, “Perviz” denilen İran kisrası, Resûl-i Ekrem’in mektubunu parçalamış, Re­sû­lul­lah da, “Yâ Rabbi, nasıl o be­nim mektubumu parçaladıysa, sen de onu ve onun mülkünü parça parça et!” diye dua etmişti. Bu dua gerçekleşmiş, oğlu Şirviye, Perviz’i hançerle öldürmüş, şimdi sıra mülkünün parçalan­masına gelmişti.

İran ordusu kumandanı Rüstem, dâhilî saltanat çatışmalarından dolayı İslam ordusuyla çarpışmak istemiyor, bir musalaha zemini arıyordu. Ancak hazırlık­ları ihmal etmemişti. İslam ordusunun 34 bin mevcuduna karşılık, İran ordusu­nun 80 bin yedeği yanında 120 bin mevcudu vardı. Bu mevcudun 30 bini, kaç­maması için zincirlerle birbirine bağlanmıştı. Ona rağmen Rüstem kendine gü­venemiyor, İslam’ın bahadır kumandanı Sa’d ibni Ebî Vakkas’tan sık sık elçiler isteyerek onu oyalamaya çalışıyordu.

Rüstem’in yanına giden ikinci elçi de Rabi’ bin Âmir (r.a.) idi. Rüstem’in yanı­na vardığında, hiç görmediği şatafatlı bir manzarayla karşılaştı. Rüstem’in bu­lunduğu yer, nakışlı yastıklar, kadifeden halılar, inci ve yakutlar ve daha birçok ziynet ile süslenmişti. Rüstem altından yapılmış bir koltukta oturuyor, etrafın­daki insanlar bir köle gibi kendisine hizmet ediyorlardı.

 Rabi’nin ise eski bir kıyafeti, eğri bir kılıcı, yer yer eğilmiş bir kalkanı ve çe­limsiz bir atı vardı. Aslına bakılırsa, gördüğü şatafat Rabi’ bin Âmir’i hiç mi hiç cezbet­me­mişti. Bütün onlara karşılık, onun da sarsılmaz bir imanı, yıkılmaz bir şehameti ve cesareti vardı.

Halılarla örtülü yere varınca atından indi ve hemen oraya atını bağladı. Silahı, zırhı üzerinde ve miğferi başında idi. Ona, “Silahını bırak.” dediler. O da, “Ben kendiliğimden buraya gelmedim. Böyle kabul ederseniz ne âla, yoksa döner gi­derim!” diye, gayet vakur bir cevap verdi. Orada bulunanlar, bu çelimsiz insan­dan çıkan cesurane sözler karşısında şaşırıp kalmışlardı.

Rüstem, “Bırakın onu.” dedi. Rabi’ ilerledi ve Rüstem’in yanına yaklaştığında mızrağını yere sapladı. Yerde ise ipekli yastıklar vardı. Mızrağın keskin ucuyla ipek yastıkları delip geçti. Etrafındakilerin fevkalade değer verdiği bu süslü yastıkların Rabi’ için hiçbir ehemmiyeti yoktu. Onun tek düşündüğü, elçilik va­zifesini, İslam’ın izzetine uygun bir şekilde yerine getirebilmekti.

Rüstem, “Ne diyorsan, anlat bakalım.” dedi.

“Allah bize, dilediği kimseleri, kula kulluktan Kendisine kulluğa, dünya sı­kın­tı­la­rından feraha çıkaralım, batıl dinlerinin zulmünden kurtarıp İslam adale­tine ulaştıralım diye bir peygamber gönderdi. Kim bu dini kabul ederse bizden olur, biz de döner gideriz. Kim de kabul etmezse, Allah’ın vaat ettiğine kavuşun­caya kadar onunla cihadırız!”

“Allah’ın vaat ettiği nedir?”

“Kâfirlerle cihadırken ölen için cennet, geride kalanlar için ise zaferdir.”

“Söylediklerini dinledim. Bu mevzuu düşünmemiz için bize mühlet verir misin?

“Kaç gün?”

“Bir veya iki gün…”

“Hayır! Âlimlerimiz ve reislerimizle mektuplaşmamız için bu vakit az olur.”

“Peygamberimiz düşmanla karşılaştığımız zaman üç günden fazla mühlet vermememizi emretti. Düşün ve adamlarına sor, bu mühlet içinde üç şıktan biri­ni tercih et: Müslüman olmak, cizye vermek ve harp etmek...”

“Sen onların efendisi misin?”

“Hayır, Müslümanlar birbirlerine kuvvet veren tek vücut gibidir.”

Rüstem bunun üzerine adamlarını topladı ve “Bu adamın sözlerinden daha kıymetli ve kabule şayan bir söz duydunuz mu?” dedi.

Adamları Rüstem’in bu sözlerine şiddetli bir şekilde karşılık verdiler: “Kendi dinini bırakıp, onun söylediklerine meyletmekten Allah seni muhafa­za etsin. O adamın elbiselerini görmedin mi? Böyle elbiseler giyen adamın söz­lerinde ne olabilir ki?!”

Kısa bir zaman sonra Rabi’ gibi elbise giyenlerden müteşekkil 34 bin kişilik İslam ordusu, süslü elbiseler ve ziynetler içerisinde bulunanların 200 bin kişilik ordusuna galip gelmiş ve İslam orduları Medâyin’e girerek Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) duasının gerçekleşmesine şahit olmuşlardı. İslam ordusundan sadece 8 bin kişi, şehit olarak Cennet‑i Âla’ya yükselirken, İran ordusu 120 bin kişi zayiat vermiş, geri kalanları da yaralı olarak firar etmişlerdi.[1]


[1]İsâbe, 1: 503; Hayâtü’s-Sahâbe, 1: 157.

Sa’d bin Muâz (r.a.)


Sa’d bin Muâz (r.a.) kısa dünya hayatının sadece altı yılını Müslüman olarak ge­çirmesine rağmen, büyük hizmetlere vesile olan ve Peygamberimiz için, “Ensar içinde en sevgili olma” şerefini kazanan bahtiyar bir sahabidir.

Hz. Sa’d, Evs kabilesinin Eşhel kolunun reisi olmakla birlikte, umumi manada Evs’in reisliği de onun üzerindeydi. Hz. Peygamber’in Medine’de İslam nurunu yaymak için Hicret’ten önce göndermiş olduğu Mus’ab bin Umeyr (r.a.) vasıtasıyla kalbinde kutsi İslam davası kökleşmiş ve ondan sonra da bütün Evs kabilesinin hidayetine vesile olmuştur.

Mus’ab önce Hz. Sad’ın teyze oğlu olan Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) hanesine inmişti ve orasını faaliyet merkezi yaparak, Medine’de İslam’la müşerref olan­ların sayısını günden güne artırıyordu. O sıralarda henüz Müslüman olmamış bulunan Sa’d, bu durumdan çok rahatsızlık duyuyor, ancak işin içinde teyze oğlu bulunduğu için bir türlü mâni olamıyordu. Bir akrabasının evinde olup bitenlere müdahele etmeyi, mevkii ve mertliğiyle bağdaştıramıyordu. Nihayet bir gün, Abdüleşheloğullarının ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr ile görüşmüş ve Mus’ab’ın faaliyetlerine son verme işini ona havale etmişti. Ne var ki, tehditkâr vaziyette Mus’ab’ın yanına giden Üseyd, onu dinledikten sonra hemen Müslü­man olmuş ve şöyle demişti:

“Ben size öyle bir kimse göndereceğim ki, o size tabi olursa, kavmi içinde herkes ona uyarak İslamiyet’e girer.”

Üseyd, Sa’d’ın yanına döndü, ama Müslüman olarak… Sa’d değişikliği hemen fark etmiş ve sormuştu:

“Üseyd, ne yaptın?!”

“Onlarla görüştüm ve bir fenalıklarını görmedim.”

Bu kadarcık bir cevap Sa’d’ın kızgınlığını tahrik etmeye yetmişti. Doğruca Es’ad’ın ve Hz. Mus’ab’ın bulunduğu yere gitti. Hz. Mus’ab, Sa’d’ı oturttu, ona İslamiyet’i anlattı ve Kur’ân okudu. Kur’ân dinledikçe Sa’d’ın kalbi inceldi ve oracıkta Müslüman oldu.

Hz. Sa’d hemen kalkıp gitti, temizlendi, Kelime-i Şehadet getirdi ve iki rekât namaz kıldıktan sonra yanına, kendisinden hemen önce Müslüman olmuş olan Üseyd bin Hudayr’ı da alarak kavmini toplantı yerine çağırdı. Reisi olduğu Abdüleşheloğullarının toplandığını gören Hz. Sa’d, onlara şöyle hitap etti:

“Ey Eşheloğulları! Beni nasıl tanırsınız?”

“Sen bizim efendimiz, en ileri görüşlümüz ve en güvenilir adamımızsın.” de­diler. Sa’d bu sözler üzerine şöyle dedi:

“Ben de size söylüyorum ki, sizler de benim gibi Allah’a ve Resûlüne iman edinceye kadar, ben içinizden erkek veya kadın, hiçbir kimseyle konuşmayaca­ğım!”

Hz. Sad’ın bu konuşması, kabilesi üzerinde hemen tesirini göstermiş ve o gü­nün akşamına kadar, Eşheloğullarından erkek ve kadın, Müslüman olmayan kimse kalmamıştı.

Hz. Sa’d, İslam’a girdikten sonra eski şeref ve itibarı daha da artmış, Allah Resûlü’nün yanında sahabenin ileri gelenleri arasına dâhil olmuştu.

Bedir cihadı öncesinde yapılan meşverette, feragat, fedakârlık ve cesaret te­rennüm eden konuşmalar yapan sahabilerden biri de Sa’d bin Muâz idi. Şöyle diyordu:

“Yâ Re­sû­lal­lah! Biz sana iman ettik ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de hak olduğuna şehadet ettik. Seni dinlemek ve itaat etmek üzere de kesin vaatlerde bulunduk. Nasıl bilirsen öyle yap. Biz seninle beraberiz. Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan, biz de peşinden dalarız! Bizden hiç kimse geri kalmaz. Biz düşmana karşı gitmekten çekinmeyiz, harpte geri kalmayız. Allah’ın bereketiyle yürüt bizi.

“Ey Allah’ın Resûl’ü, sana bir gölgelik yapalım. Sen orada otur; biz düşmanla cihadalım. Allah bizi düşmana galip getirirse, ne âla. Zaten istediğimiz de bu­dur. Yok eğer mağlup olursak, sen hayvanına biner, Medine’ye dönersin.”

Peygamberimiz, Hz. Sâid’in bu konuşmasından çok memnun oldu ve ona dua­da bulundu.

Hz. Sa’d bin Muâz, Uhud cihadı’na da iştirak ederek büyük kahramanlıklar gösterdi. Bu cihadta Peygamberimizin etrafında etten bir duvar teşkil ederek koruyanlar arasında Hz. Sa’d da vardı. Oğlu Amr da Uhud’da şehit oldu.

Aradan yıllar geçmiş, Hicret’in 5. senesinde Kureyş müşrikleri Medine’yi mu­hasara etmişlerdi. Müslümanlar çile ve mahrumiyetler içerisinde, kazdıkları bir hendekle kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Muharebeler sırasında “İbnü’l-Araka” denilen bir müşrik, elinde yayı ile devamlı olarak Hz. Sa’d’ı gözlüyordu. Neticede onun attığı bir okla Sa’d’ın kol damarlarından biri parçalandı. Sa’d bin Muâz, yarasının ağır olduğunu anlayınca hemen ellerini açıp dua etti:

“Yâ Rabbi! Eğer Kureyş’le aramızdaki harp devam edecekse ben hayatta ka­layım. Senin Peygamberine eziyet eden, onu yalanlayan bu adamlarla harp et­mekten hoşlandığım kadar başka bir şeyden hoşlanmıyorum. Eğer aramızdaki harp sona eriyorsa beni şehadet mertebesine yükselt. Yâ Rabbi! Bir de, Benî Kureyza’nın akıbetini bana göstermeden canımı alma…”

Re­sû­lul­lah, hemen mescidin içine bir çadır kurulmasını emretmiş ve Sa’d bin Muâz’ı oraya yerleştirmişti. Eşlem kabilesinden Refîde’yi de onun tedavisine memur etmişti. Sık sık ziyaretine gelir, gönlünü alırdı.

Hz. Sa’d’ın yarası ağırdı. Ancak henüz vade yetmemişti. İslam için göreceği mühim bir hizmet daha vardı.

Benî Kureyzâ Yahudileri daha önce Müslümanlarla ahit yaptıkları hâlde, Hendek Harbi sırasında müşriklerle iş birliği yapmışlar ve ahdi bozmuşlardı.

İslam’a girmeden önce Sa’d bin Muâz ile Benî Kureyzalılar arasında iyi münasebetler vardı. Onun için, Yahudiler ahdi bozmalarıyla ilgili hüküm ver­mek üzere Hz. Sa’d’ın hakem yapılmasını teklif ettiler. Re­sû­lul­lah, Hz. Sa’d’ı ha­kem yapmak üzere davet etti. Hasta ve yaralı vaziyette yatağından kalkan Hz. Sa’d, mühim bir hizmeti ifa etmek üzere yola çıktı. Kureyza mevkiine yaklaştı­ğında Allah’ın Resûl’ü şöyle buyurdu:

“Büyüğünüz, efendiniz geliyor. Ayağa kalkın, onu indirin.”

Daha sonra da Hz. Sa’d’a dönüp, “Onlar hakkında hükmü­nü ver.” dedi.

Hz. Sa’d, eli silah tutanların kılıçtan geçirilmesine, çoluk-çocuklarının esir edilmesine ve malların Müslümanlara dağıtılmasına hükmetti. Bu hü­küm Tevrat’ta da vardı. Hz. Peygamber bu hükümden çok memnun olarak şöyle buyurdu:

“Onlar hakkında Allah ve Resûl’ünün vereceği hükmün aynını ver­din.”

Hz. Sa’d tekrar, Allah Resûlü’nün kurdurmuş olduğu çadıra döndü. Re­sû­lul­lah, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de orada idi. Yarası tekrar açılmış, kanlar akmaya başlamıştı. Hz. Sa’d artık yarasına aldırmıyordu. Çünkü Cenâb-ı Hak, müşriklerin Hendek cihadı’nda hezimetini ve Benî Kureyza’nın perişanlığını ona göstermişti. Anbean şehadete yaklaşıyordu. Hz. Âişe der ki: “O sırada, Ebû Bekir’in ağıdını, Ömer’inkinden ayırt edemiyordum.” Hz. Âişe, Re­sû­lul­lah’ın da ağlayıp ağlamadığını soran sahabiye şöyle cevap verir:

“O, kimseye ağlamazdı. Fakat birisi için üzüldüğü zaman sakalını tutardı. Bu sefer de sakalını tutmuştur.”

Sa’d bin Muâz, altı senelik bir İslami hayattan sonra şehit olarak vefat etti.

Vefatı üzerine Peygamberimiz, “Sa’d’ın cenazesi üzerine Rahmân’ın Arş’ı tit­remiştir,” “Sa’d bin Muâz için, daha önce yeryüzüne ayak basmamış 70 bin melek inmiştir.” buyurdu.

Sa’d bin Muâz’ın (r.a.) cenazesi taşınırken münafıklar, “Ne de hafif bir cena­ze!” diyerek alaya aldılar. Bu sözler Re­sû­lul­lah’a ulaştığında, “Onun cenazesini muhakkak melekler taşıyordu.” buyurdu.

Hz. Sa’d’ın defnedilmesinin üzerinden bir müddet geçmişti. Bir zat onun kab­rinden bir miktar toprak almıştı. Toprağın etrafa misk gibi bir koku yaydığını hissetti. Peygamberimiz de bunu gördüğünde, “Sübhanallah, Sübhanallah!” de­di.

Hz. Peygamber için Muhacirler içinde en sevgili insanın Ebû Bekir, Ensar içinde Sa’d bin Muâz olduğu rivayet edilir.

Bir defasında Allah’ın Resûl’ü, kendisine hediye edilen bir elbisenin çok yu­muşak olduğunu söyleyen sahabilere şöyle demiştir:

“Siz bunun yumuşaklığı­na mı hayret ediyorsunuz? And olsun ki, Sa’d bin Muâz’ın cennetteki mendille­ri bundan daha hayırlı ve daha yumuşaktır.”

Resûl-i Ekrem, Sa’d bin Muâz’ı gerçekten severdi. Vefatından sonra da onun meziyetlerini ve manevi makamını yâd ederdi.

Allah onlardan razı olsun!

11 Ocak 2019 Cuma

Sa’d bin Rabî (r.a.)


Hicret’ten bir sene önceydi… 12 kişilik bir kafile Mekke’ye geldi. Bunlardan altısı bir sene önce İslam’la şereflenmiş, seneye görüşmek üzere Peygamberi­mizle sözleşmişlerdi. Fakat bu buluşmadan kimse haberdar olmayacaktı. Mek­ke’ye yakın, “Akabe” denilen dar ve küçük bir vadide Peygamberimizle görüştü­ler. “Allah’a şirk koşmamak, hırsızlık ve zina yapmamak, çocuklarını öldürme­mek, kimseye iftira etmemek ve her nevi işte Peygamberimizin sözünden çık­lamak” üzere biat ettiler. Peygamberimiz de onlara, “Verdiği sözde duranın üc­ret ve mükâfatını Allah tekeffül etmiş, onlara cenneti vaat etmiştir.” müjdesini verdi. Bunun üzerine, diğer altı kişi de oracıkta iman ettiler.[1]

Bu anlaşma “Birinci Akabe Biatı” olarak İslam tarihine geçti. İşte bu 12 zat­tan birisi de, Medine’nin ileri gelenlerinden ve zenginlerinden olan Sa’d bin Rabî (r.a.) idi. Hz. Sa’d, Hicret’ten az önce meydana gelen İkinci Akabe Biatı’nda da Hazreç kabilesi­ni temsil eden dokuz kişinin arasında bulunuyordu. Yine çok gizli olarak geceleyin ya­pılan bu biatta Peygamberimiz, hazır bulunanlara ebedî saadet müjdesini vermişti.

Hz. Sa’d bin Rabî, Cahiliye Devri’nde az sayıdaki okuma-yazma bilen kişiler­den birisiydi. Kabile reisi olması dolayısıyla da sözü geçen, nüfuzlu bir insan­dı.

Hicret’ten sonra Peygamberimiz, Muhacir’le Ensar arasında kardeşlik bağı ku­runca, Mekke’nin zenginlerinden ve cennetle müjdelenenlerden Abdurrahman bin Avf’ı (r.a.) Sa’d bin Rabî ile kardeş ilan etti. Hz. Sa’d, kardeşini evine götür­dü. Yemek yediler. Yemekten sonra Hz. Sa’d, öz kardeşin yapmadığı bir yakınlık ve fedakârlık manzarası sergiledi: “Ben mal bakımından Ensar’ın en zenginiyim. Malımın yarısını sana ayırdım. Sonra bak [senin hanımın yok], iki hanımımdan hangisini istersen senin için boşa­yayım, iddeti bitince onunla evlenirsin.”

Hz. Abdurrahman, evini barkını ve malını mülkünü Mekke’de bırakmış, gel­mişti. Muhtaç durumdaydı. Fakat o, tok gönüllü bir insandı.

Hz. Sa’d’ın sözleriyle, samimiyetin ve muhabbetin en ulvi hazzını duydu. Memnuniyet ve şükranını bildirdikten sonra, “Kardeşim, Allah, aileni ve ma­lını sana mübarek etsin! Benim bunlara ihtiyacım yoktur. İçinde ticaret yapılan bir çarşınız yok mu, bana orayı gösterin.”[2]

Hz. Sa’d, ona Kaynuka kabilesinin pazarını gösterdi. Hz. Abdurrahman pa­zara gitti, alım satım yaptı, kısa zamanda büyük servet elde etti. Nitekim kendi­si, “Allah’a şükür, elime kum alsam altın olur!” demektedir.

Hz. Sa’d, fedakârlığıyla Kur’ân’ın senasına mazhar olmuş, Hz. Abdurrahman da kanaatinin bereketiyle varlığa kavuşmuştu. Bu hadise, Asr-ı Saadet’teki “isar” hasletinin, din kardeşini her hususta kendi nefsine tercihin en açık bir misaliydi.

Bedir Gazası’na katılan Hz. Sa’d’ın üstün cesareti Uhud’da hemen görüldü. Hep ön saf­larda kılıç sallıyordu. Çevresine de devamlı cesaret veriyordu. Bir ara bozgun görüldü­ğünde, Hz. Sa’d’ın hızı hiç kesilmemişti. Ümitsizliğe düşen­ler de, Akabe Biatı’nda Re­­sû­lul­lah’ın emrinden çıkmamak üzere ettikleri yemini hatırlıyorlardı. Fakat cihades­na­sında bir grup müşrik, üzerine hücum edip ağır şekilde yaraladılar. Öyle ki, vücudu ta­nınmaz hâle gelmişti. 12 dişi kırıl­mış, 70 yerinden de kılıç, mızrak ve ok yarası almıştı.

cihadsona erip müşrikler çekilip gittikten sonra şehit ve yaralıların toplan­masına başlanmıştı. Hz. Sa’d’ın, Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Onu merak ediyordu. Daha sonra sahabilere, “Sa’d bin Rabî’nin ne yaptığını, hayatta kalanlar arasında mı, yoksa şehitler arasında mı bulunduğunu araştırıp bana kim haber getirecek?” dedikten sonra eliyle işaret ederek, “cihadesnasın­da ben onu bir ara şurada görmüştüm.” buyurdular.

Ubeyy bin Kâ’b (r.a.) anlatıyor:

“Peygamberimizin gösterdiği tarafa doğru gittim. Uhud Vadisi’ne serilmiş bulunan şehitler arasında Sa’d’ı tanıyabilir miyim, diye seslenerek bir müddet dolaştım. Fakat bir cevap alamadım. Sonra, ‘Ey Sa’d, Re­sû­lul­lah beni sana gön­derdi.’ diye yüksek sesle bağırdım. Az sonra boğuk bir ses cevap verdi. Sesin gel­diği tarafa yöneldim. Hz. Sa’d yerde yatıyordu, ona son nefesinde yetişmiş­tim.

“‘Ey Sa’d, Re­sû­lul­lah senin hayatta kalanlar içinde mi, yoksa şehitler arasında mı bulunduğunu görüp kendisine haber vermemi emretti.’ dedim.

“Hz. Sa’d’ın sesi çok hafif, inilti gibi çıkıyordu: ‘Ben artık ölüler arasındayım.’ diyor, kurtulamayacağını söylemeye çalışıyordu. Zor anlaşılır bir sesle son söz­lerini söylüyordu: ‘Benden Re­sû­lul­lah’a selam söyle ve ona, Sa’d bin Rabî senin için, ümmetlerine doğru yolu gösteren peygamberlerin alacakları mükâfatla­rın en hayırlısı ve en üstünüyle Allah bizden dolayı mükâfatlandırsın, diyor, de. Kavmim Ensar’a da selamımı ilet; onlara da, Allah, Allah! Siz Akabe gecesinde Re­sû­lul­lah’ı koruma hakkında biat etmediniz mi? Vallahi gözleriniz kımıldar­ken Re­sû­lul­lah’ı düşmanlarından korumaz da ona bir zarar dokunursa, sizin Al­lah katında ileri sürecek hiçbir mazeretiniz yoktur, de!’”[3]

Zeyd bin Sâbit’in rivayetine göre, o sırada Hz. Sa’d şunları da söylüyordu:

“Re­sû­lul­lah’a selam olsun, sana da selam olsun! Ona, ‘Yâ Re­sû­lal­lah, ben artık cennetin kokusunu duymaya ve bulmaya başladım.’ sözlerimi naklet.”

“Hz. Sa’d bunları söyledikten sonra şehadet şerbetini içti. Geldim, Hz. Sa’d’ın durumunu Re­sû­lul­lah’a bildirdim. Re­sû­lul­lah kıbleye dönüp ellerini açtı: ‘Al­lah’ım, Sa’d bin Rabî’yi karşıla, ondan razı ol. Allah’ım, ona rahmet et. O sağlı­ğında da, ölürken de Allah ve Resûl’ü için nasihat ederdi.’ buyurdu.”[4]

Peygamberimiz, Uhud şehitlerinin bazılarını ikişer üçer defnettiriyordu. Sa’d bin Rabî de, Hârice bin Zeyd’le (r.a.) birlikte aynı kabre defnedildi.

Hz. Sa’d şehit olunca kızı Ümmü Sa’d öksüz kalmıştı. Küçük bir çocuktu. Hz. Ebû Be­kir onu himayesi altına aldı ve ona babasını arattırmamaya çalıştı. Bir gün Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’in ziyaretine gelince yanında bir kızcağız gördü. Hz. Ebû Bekir, onun üzerine hırkasını örtmüş, yanına oturtmuştu. Hz. Ömer “Bu kimdir?” diye sorunca, “Bu, benden ve senden daha hayırlı olan bir zatın kı­zıdır.” dedi. Hz. Ömer, merakla sor­du: “Senden daha hayırlı olan kimdir?” Hz. Ebû Bekir, “O, Re­sû­lul­lah’ın cennetle müj­delediği ahd üzerine öldü, ben ve sen ise yaşıyoruz!” dedi.[5]Hz. Ebû Bekir bu sözle üstün bir tevazu gösteriyor ve aynı zamanda müminin korku ve ümit içinde bulunması gerektiğini ders veriyordu. Kendisi cennetle müjdelendiği hâlde, Hz. Sa’d’a imreniyordu...


__________________________________
[1]Sîre, 2: 75.
[2]Buhârî, Büyû: 1.
[3]Sîre, 3: 100-101; Üsdü’l-Gàbe, 2: 277.
[4]İstiâb, 2: 35.
[5]İsâbe, 2: 27.

9 Ocak 2019 Çarşamba

Sa’d bin Ubâde (r.a.)


Hz. Sa’d (r.a.), Medineli Müslümanlardandır. İkinci Akabe Biatı’na katıldı. İslam nurunun Medine’yi aydınlatmasında çok büyük gayret gösterdi. Malıyla canıyla İslam davasına hizmet etti. Uhud cihadı’ndan itibaren Peygamberimizle (a.s.m.) birlikte bütün cihadlara katıldı ve Evs kabilesinin sancaktarlığını yap­tı.

Hz. Sa’d’ın bizlere ışık tutacak birçok vasfı vardır. Bunlardan en belirgin olanı, cömertliğidir. Bilindiği üzere, insan fıtratında dünya malına karşı aşırı bir sevgi vardır. Bu itibarla, malından başkalarına ikram etmek nefse ağır gelir. Bu­nun içindir ki cömertlik, insanlar arasında sevilen ve beğenilen bir vasıf olmuş­tur. İşte Hz. Sa’d, bu vasıfta diğer sahabiler arasında müstesna bir mevkie yük­seldi. Öyle ki, tanıdığı tanımadığı herkese yemek yedirir, misafirsiz sofraya oturmaya razı olmaz, misafir ne kadar çok olursa o derece sevinirdi. Hizmetçisi­ni gönderir, kimin canı et isterse davet etmesini emrederdi.[1]

Sa’d bin Ubâde, Ashâb’ın fakirlerine, bilhassa Suffe Ashâbı’na her vesileyle ikramlarda bulunurdu. Bilindiği gibi Ashâb-ı Suffe, sadece Kur’ân ve sünnet öğrenmekle meşgul olan, başka bir maksatları olmayan sahabilerdi. Onların Peygamberimizin sohbetinden daha fazla feyiz alabilmeleri için, Suffe Ashâbı’nın bütün ihtiyaçlarını karşılamaya gayret sarf ediyordu. Bazen onların kaldığı yere yiyecek bir şeyler gönderiyor, bazen de bunlardan birkaç tanesini evine gö­türüyordu. Bir defasında da bu sahabilerden 80 tanesini birden evine götürdü. Onlara çeşitli yemekler ikram etti.[2]Hz. Sa’d çoğu zaman onların giyecek ih­tiyaçlarını da karşılıyordu.

Peygamberimiz de diğer bazı sahabiler gibi çoğu zaman aç kalıyor, bir şey yemeden sabahlıyordu. Hattâ açlıktan, karnına taş bağladığı zamanlar olurdu. Sahabiler bunu bildikleri için Peygamberimizi davet ediyor, sofralarını onunla şenlendirmeyi arzu ediyorlardı. Hz. Sa’d da çoğu zaman sofrasını Peygamberi­mizle şereflendiriyordu. Bazen de evine çeşitli yiyecekler gönderirdi. Peygam­berimiz bu fedakâr sahabiyi kırmaz, ikramlarını reddetmezdi.

Hz. Sa’d’ın şirk ve inkâr karanlıklarından çıkıp iman nuruyla aydınlanmasına, İslamiyet’le şereflenmesine Peygamber Efendimiz vesile olduğu için, diğer sahabiler gibi, ona minnettardı. Bütün varlığını Re­sû­lul­lah uğrunda harcamaya hazırdı. Kendisinin yemesinden değil, Peygamberine ikram etmekten hoşlanır­dı.

Peygamberimizle birlikte bir sefere katılmıştı. Peygamberimizin yiyecek yüklü bir devesi kayboldu. Sahabiler deveyi çok aramalarına rağmen bulamadı­lar. Bir müddet sonra Cenâb-ı Hakk’ın izniyle deve geri geldi. Hz. Sa’d, devenin kaybolduğunu işitmişti. Fakat geri geldiğinden habersizdi. Yanında bulunan yiyeceklerden çok az bir kısmını kendisine ayırdıktan sonra kalanını bir deveye yükleyerek Peygamberimize götürdü, “Yâ Re­sû­lal­lah! Erzak yüklü devenizin kaybolduğunu işittim. Yanımda bulunan yiyecekleri size getirdim. Bunları benden kabul ediniz.” dedi. Hz. Sa’d’ın bu fedakârlığından son derece memnun olan Peygamberimiz şöyle buyurdu:

“Allah bize erzak yüklü devemizi geri gönderdi. Siz artık yiyeceklerinizi götürünüz. Allah size onu mübarek kılsın! Ey Ebû Sâbit! Medine’ye geldiğimiz günden beri bizi ağırlamak için yaptıklarınız yetmiyor mu?”

Sa’d bin Ubâde, Peygamber Efendimizin bu sözlerine karşılık olarak, “Yâ Re­sû­lal­lah! Biz, İslam’la müşerref olduğumuz için Allah ve Resûl’üne minnettarız. Vallahi mallarımız içerisinde sizin almış olduğunuz şeyler, bize bırakmış ol­duklarınızdan daha çok hoşumuza gider.” dedi. Hz. Sa’d’ın ihlasla söylediği bu sözler karşısında Peygamberimiz onu şöyle taltif etti:

“Ey Sa’d! Doğru söylüyorsun. Felaha ve kurtuluşa ermiş olduğunu müjdele­rim! Güzel ahlak Yüce Allah’ın elindedir. Allah, güzel ahlakı kime bağışlamayı dilerse, ona bağışlar. Allah sana güzel ahlakı bağışlamıştır.”

İslam davası uğrunda malını tasadduk etmekten çekinmeyen, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiklerini yine O’nun yolunda sarf eden Hz. Sa’d, bazı cihadlarda mücahitlerin silah, teçhizat ve erzak ihtiyaçlarını temin ediyordu. Bir defasında İslam ordusuna 10 deve yükü hurma göndermişti. Bu fedakârlığından dolayı son derece memnun olan Peygamberimiz, “Ey Allah’ım! Sa’d ve Sa’d’ın ailesini rahmetinle esirge!” diye dua etti ve “Sa’d bin Ubâde ne iyi insandır!” buyurdu.

Peygamberimiz diğer sahabileri ziyaret ettiği gibi, Hz. Sa’d’ı da zaman za­man ziyaret eder, hâlini hatırını sorardı. Bir gün yine ziyaretine gitmişti. Selam verdi, fakat içeriden bir cevap alamadı. Tekrar selam verdi, yine bir ses duyma­dı. Üçüncü defa selam verdi, bu defa da cevap alamayınca döndü. Hz. Sa’d, Re­sû­lul­lah’ın uzaklaştığını görünce hemen koştu ve “Anam babam sana feda ol­sun, yâ Re­sû­lal­lah! Selamınızı işitiyor ve cevap veriyordum; bize verdiğiniz selamların sayısını artırmak için, cevabımı size işittirmiyordum!” dedi. Sonra Peygamberimizi evine davet etti. Uzun bir müddet Re­sû­lul­lah’ın sohbetinden feyiz aldı.[3]

Hz. Sa’d, Hicret’in 15. yılında vefat etti.

Allah ondan razı olsun!


_____________________________________
[1]Tabakât, 3: 613.
[2]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 317.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 2: 283.

8 Ocak 2019 Salı

Sâbit bin Dahdaha (r.a.)


Hicret’ten birkaç yıl sonraydı... Yetim bir çocukla bir sahabi arasında, hurma ağacı se­bebiyle anlaşmazlık çıkmıştı. Mesele Peygamberimize intikal etti. Re­sû­lul­lah da her iki tarafı dinledikten sonra, sahabi lehine hüküm verdi. Bunun üzerine çocuk ağlamaya baş­ladı. Peygamberimiz, yetimin ağlamasına daya­namadı. Sahabiden, ağacı çocuğa bağış­lamasını istedi. Fakat sahabi kendisinin de ihtiyacı olduğunu söyleyerek özür beyan etti.

Sâbit bin Dahdaha da oradaydı. Re­sû­lul­lah’ın üzüldüğünü görünce, “Yâ Re­sû­lal­lah, benim malımdan meyveli bir hurma ağacını bu yetime vermemi uygun görür müsün?” diye sordu. Peygamberimiz (a.s.m.), “Bunun karşılığı cennette bir hurma ağacıdır.” mukabelesinde bulundu. Hz. Sâbit, daha fazla beklemeden hurma ağacını o sahabiden satın aldı ve yetim çocuğa verdi. Peygamberimiz onun bu davranışından son derece memnun oldu, “Yâ Rab, Sâbit bin Dahda­ha’ya cennette yemişli bir hurma ağacı nasip et!” diyerek duada bulundu.

O günden sonra Hz. Sâbit’in tek düşüncesi vardı: Allah yolunda bir an önce şehit olmak… Bu arzuyla yanıp tutuşuyor, bunun için dua ediyordu.

Nihayet arzu ettiği fırsat, Uhud Harbi’nde karşısına çıktı. Müslümanların boz­guna uğradığı, Re­sû­lul­lah’ın ölüm haberi yayıldığı bir sırada gür bir şekilde şöyle seslendi:

“Ey Ensar topluluğu, bana geliniz! Bana geliniz! Ben Sâbit bin Dahdaha’yım, bana geliniz! Şayet Re­sû­lul­lah şehit edildiyse, Allah ölümsüzdür. Dininiz için çalışınız. Şüphesiz Allah size yardım edecektir.”

Onun sesini duyan birkaç kişi yanına geldi. Hep birlikte hücuma geçtiler. Fa­kat kalabalık ve azgın müşrik güruhu karşısında fazla dayanamadılar. Çarpışa çarpışa şehit oldular.

Allah onlardan razı olsun![1]


_____________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 1: 222; İsâbe, 1: 191.

15 Kasım 2018 Perşembe

HZ. SABİT İBNİ KAYS (r.anh)



Sâbit İbni Kays radıyallahu anh gür sesli ve güzel konuşan bir sahâbi... Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin hatîbi olmakla tanınan bir yiğit... Konuşmasıyla dinleyenleri hayran bırakan bir hatip... cihadmeydanlarında ise cengâverliğiyle meşhur bir kahraman...
O, Yesrib'in sayılı kişilerindendi. Hazrec kabilesine mensuptu. Hicretten evvel müslüman oldu. Mekke'li genç davetçi Mus'ab (r.a)'ın güzel sesiyle okuduğu Kur'an ayetlerini dinledi. Bundan etkilendi ve gönlünü islâm'in nuruna açtı. Kelime-i şehadet getirerek islâm'a girdi.
O, iki Cihan Güneşi Efendimiz'i Medine-i Münevvere'ye hicret ettiği zaman, büyük bir süvari gurubuyla karşıladı. Onun önünde durarak son derece beliğ bir konuşma yaptı. şöyle ki:
"-Ya Rasûlallah! Biz canlarımızı, çocuklarımızı ve kadınlarımızı koruduğumuz gibi seni koruyacağımıza söz veriyoruz. Buna karşılık bize ne var? Bize neyi va'dediyorsunuz?" dedi. Fahr-i Kâinat (s.a) efendimiz bu samimi karşılama ve suâle karşı tek kelime ile: "Cennet..." diye cevap verdi. Orada bulunanlar bu cevaptan çok memnun oldu ve birlikte: "Kabul ettik Ya Rasûlallah!.. Râzıyız Yâ Rasûlallah!.." diye sevinçlerini bildirdiler.
Ne güzel va'd!.. Ne güzel cevap!... Kendisine tâbi olanlara Allah'ın rızası ve cennetini müjdelemek... Ashab bu halis niyyet ve maksatlarla başka şeylere değer vermediler... Gel-geç sevdâlara kapılmadılar... Fâni lezzetlerle telezzüzü terkedip ebedi hayat için çalıştılar...
Rasûl-i Ekrem (s.a) efendimiz arap şâir ve hatipleri geldiğinde hatiplere karşı Sâbit İbni Kays (r.a)'ı şairlere karşı da Hassan İbni Sâbit (r.a)'i görevlendirirdi. 630 m. senede Beni Temim'den bir heyet geldi. Fahr-i Kâinat (s.a)'den izin alarak övünme yarışı yapmak istediler. Efendimiz de: "Hatibinize izin verdim. Konuşsun." buyurdu Utarid isminde bir hatip ayağa kalktı. Zengin olduklarını iyi işler yaptıklarını, halkın en güçlüsü en faziletlisi olduklarını sayıca çok ve cihada çabuk hazırlandıklarını, sayıp döktü. Sonunda da; Bizim gibi faziletlere sahip olanınız varsa çıksın da görelim? dedi. İki Cihan Güneşi Efendimiz Sâbit İbni Kays (r.a)'a cevap vermesini emir buyurdu, Sâbit kalktı ve şöyle cevap verdi:
"Hamd Allah'a mahsustur. Ben O'na hamd ederim, O'na iman eder ve O'ndan yardım isterim. O'na güvenir, O'na dayanırım. O birdir. Eşi-benzeri yoktur. Gökde ve yerde ne varsa hepsini yaratan ve yaşatan O'dur. O'nun ilmi her şeyi içine almıştır. Gizli ve açık her şeyi bilir. Yarattıklarının en hayırlısını Peygamber olarak gönderdi. O insanların en doğru sözlüsüdür. Soyu en asil soydur. Emindir. En cömerddir. Her bakımdan insanların en üstünüdür. Allah Teâlâ ona kitabını indirdi. O insanları Allah'a iman etmeye çağırdı. Biz bu daveti kabul ettik. O'na tâbi olduk. Bu daveti kabul edenler kavmimizin en hayırlıları oldular. Bu davete karşı gelenlerle biz cihad edeceğiz. inananların canlarını ve mallarını koruyacağız. Allah'a hamdolsun ki bizleri dininin yayılmasına vasıta kılıp, Resûlünün yardımcıları olarak şereflendirdi. Ben bunları söylüyorum. Allah'dan kendim ve bütün mü'minler için afv ve âfiyet dilerim."
Temim heyetinin şâiri kalktı şiirini okudu. Buna karşı da Hassan İbni Sâbit cevap verdi. İslâm hatip ve şâirinin hutbe ve şiirleri karşısında Beni Temim'in reislerinden Akra İbni Habis Peygamber efendimiz için: "Bu zât muvaffak olmuştur. Vallahi onun hatibi ve şairi bizimkinden daha kuvvetlidir. Ses ve sedâları, mânâları daha güzeldir. Bu zat Allah tarafından korunuyor." diyerek hakkı kabul etti. Kelime-i şehadet getirerek müslüman oldu. Sevgili Peygamberimiz ona: "Bundan önceki halin sana zarar vermez." buyurdu Reislerinin peşinden Temim halkı da akın akın islâm'a girdi. 
Sâbit İbni Kays (r.a) Rabbinden çok korkan, onun gazabını çekecek her şeyden uzak duran bir müttaki mü'mindi. Birgün Resûl-i Ekrem (s.a) onu, korkudan titrerken gördü. "Neyin var Yâ Sâbit!" dedi. O da: "Mahvolmaktan korkuyorum." dedi. Efendimiz: "Niçin Ya Ebâ Muhammed!" dedi. Sâbit (r.a) da: "Allah Teâlâ, yapmadıklarımızla övülmeyi istemememizi emretti. Halbuki ben kendimi övülmeyi seviyor görüyorum. Allah bize büyüklenmeyi yasakladı ama ben kendimi beğendiğimi zannediyorum." diye cevap verdi! Bunun üzerine Fahr-i Kâinat (s.a) efendimiz onun korkusunu şöyle gidermeğe çalıştı: Sabit! Övülmüş olarak yaşamaya, şehid olmaya ve Cennet'e girmeye razı olmaz mısın?" dedi. Bu müjdeyle onun yüzü aydınlandı. Gülerek: "Evet isterim Yâ Rasûlallah!" dedi. Efendimiz: "İşte bunlar senin için var.." buyurdu.
Yine o: "Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığıniz gibi Peygambere yüksek sesle bağırmayın. Yoksa farkına varmadan, işledikleriniz boşa gidiverir" (Hucurat:2) ayeti nazil olunca evine çekildi. Rasûlullah'ın mescidine gelmedi. Kendini, yaptıklarım boşa mı gidiyor diye hesaba çekti. Yanına gelenlere bu sebepten gelmediğini söyledi. Efendimiz bunu haber alınca ona adam gönderdi ve:
"Git ona şöyle söyle. Sen cehennemlik değilsin. Cennetliksin..." buyurdu.
Ne hassasiyet!... Ne derinlik!... Ne iman!... Ne sevgi!... Allah'ım bizleri de böyle hassas anlayışlı ve titiz davranışlı eyle!...
Sâbit İbni Kays (r.a) Hz. Ebû Bekir (r.a) devrinde Yemâme cihadına katıldı. Müseylime üzerine gönderilen orduda Ensar'lı askerlerin kumandanıydı. O gün kefenini giydi. Hanut yağı sürerek bedenini kokuladı ve meydana atıldı. Müslümanların hamiyetlerini kabartan, müşriklerin de korkularını çoğaltan bir vuruşmaya girdi. Şiddetli darbeler aldı. Fakat düşmanın da gücünü kırdı. Orada şehid düştü. Cenâb-ı Hak şefaatlerine nail eylesin. Amin.

12 Kasım 2018 Pazartesi

HZ. SA'D B. EBİ VAKKAS (r.anh)



Sa'd b. Ebî Vakkas Malik b. Vuheyb b. Abdi Menaf b. Zühre. Babası Malik b. Vuheyb'dir. Malik'in künyesi Ebî Vakkas olup, Sa'd bu künyeye nisbetle İbn Ebî Vakkas olarak çağrılırdı. Rasûlüllah (s.a.s)'ın annesi Zuhreoğullarından olduğu için, anne tarafından da nesebi Rasûlüllah (s.a.s) ile birleşmektedir. Sa'd'ın annesi Hamene binti Süfyan b. Ümeyye'dir. Sa'd (r.a), ilk iman edenlerden biridir. Kendisinden yapılan rivayetlere göre o islâmı üçüncü kabul eden kimsedir. Ancak, Hz. Hatice, Hz. Ebu Bekr, Hz. Ali ve Zeyd b. Harise'den sonra müslüman olmuşsa beşinci müslüman olmuş oluyor. Sa'd (r.a), müslüman olduğu gün henüz namazın farz kılınmamış olduğunu ve o zaman on yedi yaşında bulunduğunu söylemektedir Sa'd, Tabakâtül-Kübrâ, Beyrut (t.y), III, 139). 

Sa'd (r.a) islâma girişine sebep olan olayı şöyle anlatır: "Müslüman olmadan önce rüyamda kendimi hiç bir şeyi göremediğim karanlık bir yerde gördüm. Bu arada ay doğdu ve ben onun aydınlığına tabi oldum. Benden önce bu aya kimlerin uymuş olduğuna bakıyordum. Onlar, Zeyd b. Harise, Ali b. Ebî Talib ve Ebû Bekir'di. Onlara ne kadar zamandan beri burada olduklarını sorduğumda, onlar; "Bir saat kadardır" dediler. Araştırdığımda öğrendim ki, Rasûlüllah (s.a.s) gizlice islâm'a davette bulunmaktadır. Ona Ecyad tepesi taraflarında rastladım. İkindi namazını kılıyordu. Orada islâmı kabul ettim. Benden önce bu kimselerden başkası imân etmemişti" (İbnül-Esir, Üsdül-Gâbe, II, 368). 

Sa'd'ın müslüman olduğunu öğrenen annesi, buna çok üzülmüş ve oğlunu atalarının dinine döndürebilmek için çareler aramaya başlamıştı. Sa'd'a, eğer girdiği dinden dönmezse, yemeyip içmeyeceğine dair yemin etmişti. Sa'd, annesine, bunu yapmamasını, çünkü dininden dönmeyeceğini söyledi. Yeminini uygulamaya koyan annesi, bir zaman sonra açlık ve susuzluktan bayılmıştı. Ayıldığında Sa'd ona; "Senin bin tane canın olsa ve bunları bir bir versen, ben yine de dinimden dönmeyeceğim" demişti. Onun kararlılığını gören annesi yemininden vazgeçmişti (Üsdül-Gabe, aynı yer). Sa'd (r.a) annesine çok düşkündü ve ona bir zarar gelmesini asla kabul edemezdi. Ancak imanla alakalı bir konuda Rabbine isyan edip başkalarının heva ve heveslerine de tabi olamazdı. Sa'd (r.a) ve benzerlerinin karşılaşacağı bu gibi durumları çözümlemek ve iman edenleri rahatlatmak için Allah Teâlâ şu âyet-i kerimeyi göndermişti: "Bununla beraber eğer, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşmak için seninle uğraşırlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dünya işlerinde onlara iyi davran..." (Lokman, 31 / 15). 

Sa'd (r.a), Medine'ye hicrete kadar Mekke'de kalmıştır. Dolayısıyla müşrikler tarafından uğradıkları bütün saldırı ve işkencelere diğer müslümanlarla birlikte Mekke dönemi boyunca muhatab olduğu muhakkaktır. Mekke'de müslümanlar, Mekke zorbalarının saldırılarından emin olmak için ibâdetlerini gizli ve tenha yerlerde ifa ediyorlardı. Bir gün Sa'd (r.a) arkadaşlarıyla birlikte ibâdet ederlerken müşriklerden bir grup onlara sataşarak islâmla alay etmişler ve onlara saldırmışlardı. Sa'd eline geçirdiği bir deve sırt kemiğini alıp müşriklere karşılık vermiş ve onlardan birini yaralayarak kanlar içerisinde bırakmıştı. İşte islâm'da Allah için ilk akıtılan kan budur (Üsdü'l-Gâbe, II, 367). 

Sa'd (r.a) kardeşi Ümeyr (r.a) ile Medine'ye hicret ettiği zaman, kan davası yüzünden Mekke'den kaçıp buraya yerleşmiş olan diğer kardeşleri Utbe'nin evinde kalmaya başlamışlardı. Muahat olayında Rasûlüllah (s.a.s), Sa'd'ı Mus'ab b. Umeyr ile kardeş ilân etmişti. Başka bir rivayete göre de kardeş ilân edildiği kimse Sa'd b. Mu'az'dır (İbn Sa'd, a.g.e., III, 139-140). 

Medine'ye hicretle birlikte islâm devlet olmuş ve kendini tehdit eden güçlere karşı askerî faaliyetler başlamıştı. Bu çerçevede Mekke kervanlarına yönelik askerî birlikler (seriyye) sevkediliyordu. İlk seriyye, Hicretin yedinci ayında Mekke kervanının yolunu kesmek için otuz kişiden oluşan Hz. Hamza komutasındaki seriyyedir. Sa'd (r.a)'da bu ilk askerî birliğe katılanlardandır (İbn Sad, aynı yer) Bir ay sonra Ubeyde b. Haris komutasında gönderilen seriyye Kureyş kervanıyla karşılaştığında ilk oku Sad b. Ebi Vakkas (r.a) atarak çatışmayı başlatmıştı. Mekke'de Allah yolunda ilk kan akıtan kimse olma şerefi Sa'd (r.a)'a ait olduğu gibi, yine Allah yolunda ilk ok atma şerefi de böylece ona nasip olmuştur. Sa'd (r.a) şöyle demektedir: "Araplardan Allah yolunda ilk ok atan kimse benim" (İbn Sa'd, aynı yer). 

Aynı yılın Zilkade ayında Rasûlüllah (s.a.s), Sa'd b. Ebi Vakkas'ı yirmi kişilik bir askerî birliğe komutan tayin ederek el-Harrar mevkiine göndermişti. Bu seriyyenin gayesi de Mekkelilere ait kervanı vurmaktı. Ancak kervan bir gün önceden bu yerden hareket etmiş olduğu için, bir çatışma çıkmamıştı. Rasûlüllah (s.a.s), sadece seriyyeler göndermekle yetinmiyor, bizzat ordusunun başına geçerek seferler düzenliyordu. Bunlardan biri olan ve II. Hicrî yılın Rebiu'l-Evvel ayında gerçekleştirilen Buvat gazvesinde, ordu sancağını Sa'd taşımaktaydı (Taberi, Tarih, Beyrut 1967, II, 407). Peşinden tehlikeli bir görevle Mekke ile Taif arasındaki Nahle mevkiine keşif maksadıyla gönderilen Abdullah b. Cahş seriyyesine katılan Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a)'ın bütün cihad faaliyetlerine aktif bir şekilde iştirak ettiği görülmektedir. 
Bedir cihadında müşrik süvari birliğinin komutanı olan Sa'id b. el-As'ı öldürüp kılıcını Rasûlüllah (s.a.s)'e getirmişti. O, Zülkife adındaki bu kılıcı ganimetlerin dağıtılışında Sa'd'a vermişti. 

Uhud cihadında, müşriklerin üstünlüğü ele geçirdiği ve müslümanların paniğe kapılarak dağıldığı esnada Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanından ayrılmayıp gövdelerini siper ederek onu korumaya çalışan bir kaç kişiden birisi Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a) idi. O, cesaretinden hiç bir şey kaybetmeden ok atmaya devam ediyordu. Sa'd (r.a) ok atmakta mahirdi ve hedefini şaşırmıyordu. Rasûlüllah (s.a.s) ona ok veriyor ve şöyle diyordu: "At Sa'd Anam babam sana feda olsun " (Müslim, Fezâilü's-Sahabe, 5; İbn Sa'd, a.g.e., III,141; İbnül-Esîr, el-Kâmil,)i't-Tarih, Beyrut 1979, II, 155). Rasûlüllah (s.a.s), övgü, rıza ve hoşnutluğu ifade eden bu kelimeleri, ana ve babasını bir arada zikrederek başka hiç kimse için kullanmamıştır (İbn Sa'd, aynı yer). 

Sa'd (r.a)'ın Uhud günü gördüğü hizmet ve gösterdiği kahramanlık gerçekten çok büyüktü. Onun bu günde tek başına bin ok attığı rivayet edilmektedir (Üsdül-Gâbe, II, 367). 
O, Hendek, Hudeybiye, Hayber, Mekke'nin fethi ve diğer gazvelerin tamamına katılmıştır (İbn Sa'd, a.g.e., 111, 142). 

Rasûlüllah (s.a.s)'ın vefatından sonra Hz. Ebu Bekir (r.a)'a bey'at eden Sa'd (r.a), Hz. Ömer döneminde aktif olarak devlet idaresinde görevler almıştır. Bu dönemde onun en önemli görevlerinden birisi, asrın emperyalist süper güçlerinden birisi olan İran İmparatorluğunu çökerten Kadisiye ordusunun kumandanlığıdır. 

Bizansa yönelik askerî faaliyetler sürerken, İran topraklarına da seferler yapılıyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a) döneminde İranlıların elinde olan Irak'ın büyük bir bölümü fethedilmişti. Hz. Ömer (r.a) iş başına geçtiği zaman İran'a karşı kapsamlı ve netice alıcı bir askerî sefer düzenlenmesi için çalışmalara başladı. Yapılan istişareler sonucunda Sa'd b. Ebî Vakkas'ın hazırlanan orduya komutan tayin edilmesi kararlaştırıldı. Havâzin kabilelerinden zekât toplamak için bu bölgede bulunan Sa'd, Medine'ye çağrılarak ordu ona teslim edildi. Sa'd ordusuyla Irak'a doğru yürüyüşe geçerek Kadisiye mevkiinde kârargah kurdu. İran şahı, müslümanlara karşı cihadmak üzere ünlü komutanı Rüstem'i görevlendirmişti. Yapılan cihadı müslümanlar kazanmış ve İran toprakları islâm tebliğine açılmıştı. Sa'd hasta olduğu için bizzat cihada iştirak edememiş ve yüksekçe bir yerden, cihadan orduyu idare etmişti. Kadisiye, islâm ordularının kazandığı en parlak ve kesin zaferlerden biri olarak tarihe geçmiştir. 

Daha sonra Sa'd (r.a), Celula'ya yönelmiş ve burasını fethetmişti (H 16). Celula'nın fethi bölgede büyük bir ihtida hareketini de peşinden getirmişti. Daha sonra İran İmparatorluk merkezi olan Medâin iki aylık bir kuşatmadan sonra düşmüş, büyük meblağlarda ganimet ele geçmiş ve Kisra III. Yezducerd buradan Hulvan'a kaçmıştı. Sa'd b. Ebi Vakkas, bir ordu göndererek sulh yoluyla burayı fethetmişti. Yezducerd ise İsfahan bölgesine kaçarak orada tutunmaya çalışmıştır. 

Sa'd (r.a), Medâin'e yerleşerek, fethedilen toprakların idarî yapısını oluşturmaya çalıştı. Medâin'in havası, askerlerin sıhhatini olumsuz yönde etkilediği için, Hz. Ömer (r.a)'in onayı alınarak yerleşime ve ordunun askerî stratejisine uygun bir konumda olan Küfe, ordugâh şehir haline getirildi. Sa'd bölge valisi olarak Kûfe'de üç buçuk yıl kalmıştır. O, tekrar toparlanıp kaybettikleri yerleri geri almak için hazırlıklara girişen İranlıların hareketlerini takip ediyor ve gerekli askerî önlemleri almaya çalışıyordu. Ancak tam bu sıralarda Kûfe'de bir topluluk, Hz. Sa'd'ı ganimetleri adil dağıtmadığı ve gaza işlerinde gevşek davrandığı yolunda iddialarla Hz. Ömer (r.a)'a şikayet etti. Ayrıca onun namaz kıldırış tarzını da beğenmiyorlardı. Hz. Ömer (r.a) meseleyi inceletmiş; yapılan şikayetlerin asılsız olduğunu anlamış olmakla birlikte, maslahatı gözeterek onu geri çağırmıştı (Asr-ı Saadet, I, 432 vd.). 

Hz. Ömer (r.a), kendisinden sonra halife seçimini gerçekleştirmek için altı kişilik bir şûra oluşturmuştu. Sa'd (r.a) da bunlar arasındaydı. Hz. Ömer (r.a)'in vefatından sonra halife tayini için müzakereler başladığı zaman Sa'd, Abdurrahman b. Avf lehine adaylıktan çekildiğini açıklamıştır. 

Hz. Osman (r.a), halife seçildigi zaman; Ömer (r.a)'in vasiyetine uyarak Sa'd'ı Küfe valiliğine tayin etti. Ancak, bu seferki Küfe valiliği de fazla sürmemiştir. O, hazineden borç olarak almış olduğu bir miktar parayı geri ödemekte zorluk çekince, hazine emini Abdullah İbn Mes'ud tarafından Halifeye şikayet edilmiş; bu şikayet üzerine Osman (r.a), onu Küfe valiliğinden azletmişti. Bunun üzerine Sa'd (r.a) Medine yakınlarındaki Akik vadisinde bulunan çiftliğindeki evine yerleşmiş ve ziraatle uğraşmaya başlamıştır. 
Sa'd (r.a), Hz. Osman (r.a)'ın şehid edilişiyle başlayan fitne ve ihtilaflardan tamamen uzak kalmaya gayret etmiştir. O, müslümanlar arasında kan dökülmesinden çok rahatsız oluyor ve taraflardan kendisine gelen teklifleri geri çeviriyordu. O, ümmetin üzerinde anlaştığı bir halife ortaya çıkıncaya kadar kendisine hiç bir şeyden bahsedilmemesini istemişti. Sa'd (r.a), gruplar arasında verilen mücadelelerde kimin haklı kimin haksız olduğunun açıklığa kavuşturulmasının mümkün olmadığını bildiği ve haksız yere bir müslümanın kanını akıtmaktan çekindiği için böyle davranıyordu. O, kendisine gelenlere şöyle diyordu: "Bana, iki gözü, dili ve iki dudağı olan ve şu kâfirdir, şu mü'mindir diyen bir kılıç getirilinceye kadar asla kimseyle cihadmam" (İbn Sa'd, a.g.e., III,143; Üsdül-Gâbe, II, 368). 

Sa'd (r.a), güçlü bir kişiliğe ve siyasî destege sahip olduğu halde, riyaset çekişmelerinin içine girmekten ömrünün son günlerine kadar kaçınmıştır. Oğlu Ömer ve kardeşinin oğlu Haşim gidip ona; "Yüz bin kılıç sahibi var ki, hepsi seni hilafet için en liyakatli adam tanıyor" dediklerinde onun buna verdiği cevap şu olmuştu: 
"Bu sizin yüz bin kılıcınızdan daha kuvvetli tek bir kılıç, mü'mine çekilince onu kesmeyen, kâfire karşı sıyrılınca onu kesen kılıçtır" (Asrı Saadet, I, 436). Onun bu anlamlı sözleri, müslümanların birbirlerine zarar vermelerine karşı ne kadar hassas olduğunu ifade etmektedir. 
Sa'd (r.a), Hicrî 55 yılında ikâmet etmekte olduğu Medine'nin dışındaki Akik vadisinde vefat etmiştir. Onun vefat tarihi hakkında, 54 ila 58 tarihleri arasında değişen farklı rivâyetler bulunmaktadır (Üsdül-Gâbe, II, 369). 

Sa'd (r.a)'ın cenazesi Medine'ye on mil kadar uzaklıkta olan Akik vadisindeki evinden alınarak Medine'ye getirilmiş ve Mescid-i Nebi de kılınan namazdan sonra, Bâkî mezarlığına defnedilmiştir (İbn Sa'd, III,148). Cenaze namazını Emevilerin Medine valisi Mervan b. Hakem kıldırmıştır. Rasûlüllah (s.a.s)'ın zevceleri de namaza iştirak etmişlerdi (Üsdül-Gâbe, aynı yer). 

Sa'd (r.a), vefat edeceğini anladığı zaman yünden mamül cübbesini getirtmiş ve ölünce onunla kefenlenmesini vasiyet etmişti. Bunun sebebi olarak, Bedir gününde müşriklerle karşılaştığı zaman onu giymekte olduğunu ve bundan dolayı bu cübbesini çok sevdiğini söylemiştir (Üsdül-Gâbe, aynı yer). İbnül Esir'in kaydettiği, Sa'd (r.a)'ın oğlu Âmir'den nakledilen rivayete göre Sa'd (r.a) Muhacirlerden en son vefat eden kimsedir (Üsdül-Gâbe, aynı yer). 

Sa'd (r.a), Ashabın seçkinlerinden biri olup sağlığında Cennetle müjdelenen on kişi arasındadır. Yine tarihe şûrâ olayı olarak geçen ve Hz. Osman (r.a)'ın halife seçilmesini gerçekleştiren Hz. Ömer (r.a)'in oluşturduğu altı kişilik şûrânın içinde bulunmaktaydı. O, ilk iman eden bir kaç kişiden biri olarak Mekke döneminin sıkıntılarına Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanından ayrılmayarak gögüs germişti. Kıyamete kadar devam edecek olan cihad hareketi için, müslümanları taciz eden kâfirlere saldırarak ilk kanı akıtan odur. Yine Medine döneminin başlarında kâfirlere karşı ilk oku atan kimse olma şerefi de ona aittir. Sa'd (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'ın bütün gazalarına, katılmış, Bedir'de büyük yararlılıklar göstermiştir. Allah yolunda, islâm dışı nizamları yok etmek için canını feda etmeye her zaman hazır olduğunu pratik bir şekilde ortaya koymuştur. Uhud gününde müslümanlar dağıldığı zaman Rasûlüllah (s.a.s)'ı canlarını feda etme pahasına sonuna kadar korumaya çalışan bir kaç kişiden biri de odur. O, müşriklerin Rasûlüllah (s.a.s)'ı öldürmek için yaptıkları hamleleri, attığı oklarla sonuçsuz bırakmıştı. İşte Rasûlüllah (s.a.s) bu krıtik anda onun gösterdiği sebat ve yararlılıktan dolayı onu başka hiç bir kimseyi övmediği bir şekilde "Ânam babam sana feda olsun, At" (Müslim, Fezailu's-Sahabe, 5) diyerek övmüş ve bunu defalarca tekrarlamıştı. Ve yine onun için dua ederek şöyle demişti: "Allahım! Sa'd dua ettiği zaman onun duasını kabul et ". Bu dua çerçevesinde Sa'd (r.a)'ın yaptığı bütün dualar gerçekleşmekteydi (Üsdül-Gâbe, II, 366-369; İbn Sa'd, III,139 vd.). 

Sa'd (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'ı korumak ve ona gelebilecek zararları engellemek için sürekli gayret içerisinde bulunmaktaydı. Aişe (r.an) şöyle anlatmaktadır: "Rasûlüllah (s.a.s) Medine'ye gelişinde bir gece uyuyamadı ve; "Keşke ashabımdan Salih bir zat bu gece beni korusa"dedi. Biz bu durumda iken dışarıdan bir silah hışırtısı duyduk. Rasûlüllah (s.a.s); "Kim o?" dedi. Gelen zat; "Sa'd b. Ebi Vakkas'ım" karşılığını verdi. Rasûlüllah (s.a.s), ona; "Neden buraya geldin?" diye sorduğunda Sa'd, şöyle cevap verdi: "İçime Rasûlüllah (s.a.s) hakkında bir korku düştü de onu korumak için geldim". Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s) ona dua etti ve sonra da uyudu" (Müslim, Fedâilu's-Sahabe, 5). İşte Rasûlüllah (s.a.s)'ın kendisi için duyduğu endişeyi Allah Teâlâ bu seçkin insanın kalbine ilham etmiş ve onu Rasûlünü korumak için harekete geçirmişti. Buradan, Sa'd (r.a)'ın, islâm davasını yüceltmek ve düşman güçlerin ona karşı komplolarını engellemek için o kadar büyük bir özveriyle çalıştığı açıkça anlaşılmaktadır. Onun Rasûlüllah (s.a.s)'e karşı duyduğu sevginin sınırsızlığı, Uhud'da olduğu gibi daha sonraları da onu kendi nefsini feda ederek korumaya sevketmiştir. 

Sa'd (r.a), hakkında âyet nazil olan sahabilerden biri olma şerefine de sahiptir. O, "Benim hakkımda dört âyet nazil olmuştur" (Müslim, Fedailu's-Sahabe, 5) demektedir. Bu âyetlerden bir tanesi, Mekkeli müşriklerin Rasûlüllah (s.a.s)'den yanındaki, ona iman etmiş güçsüz kimseleri kovmasını istemeleri üzerine nazil olan, Allah rızasını dileyerek akşam sabah ona dua eden kimseleri kovma" ayetidir (el-Enam, 6/52; Müslim, Fedailu's-Sahabe, 5; diğer âyetler şunlardır: el-Enfal, 8/1; Lokman, 31/15; el-Maide, 5/9). 
Sa'd (r.a), devrin putperest-müşrik süper güçlerinden biri olan İran İmparatorluğunu çökerten ve böylece islâmın kitlelere tebliği önündeki büyük engellerden birisini ortadan kaldıran islâm tarihinin en önemli cihadlarından biri olan Kadisiye cihadının komutanıydı. O, kendisine verilen görevi hakkıyla yerine getirip, Kisranın saraylarını ve hazinelerini ele geçirmiş ve yapılacak fetih hareketlerine yeni bir boyut kazandırmıştı. Böyle güçlü bir askerî yeteneğe ve siyasî güce sahip olmasına rağmen; bu, onun sade ve zahidâne yaşayışına hiç bir tesirde bulunamamıştı. Her zaman, ümmetin gerçek temsilcileri olan idarecilerin verdiği görevleri hakkıyla yerine getirmeye çalışmış, bu görevlerden azledildiği zaman kalbinde hiç bir eziklik ve kırgınlık hissetmeden köşesine çekilmiştir. Şunu söylemek mümkündür ki; Sa'd (r.a), islâm binasının sağlam temeller üzerine oturtulmasındaki temel taşlardan birisidir. 

Sa'd (r.a)'dan çok sayıda hadis rivayet edilmiştir. Ondan, İbn Ömer, İbn Abbas, Cabir b. Semure, Sâib b. Yezid, Aişe (r.a), Said İbn Müseyyeb, Ebu Osman en-Nehdî, İbrahim b. Abdurrahman b. Avf, Kays b. Ebi Hazm ve diğerleri hadis rivayet etmişlerdir. Ayrıca, Amir, Mus'ab, Muhammed, İbrahim ve Aişe'de babaları olan Sa'd (r.a)'dan hadis rivayetinde bulunmuşlardır (Üsdül-Gâbe, II, 369). O hadis rivayeti konusunda çok itimat edilenlerden birisidir. Rasûlüllah (s.a.s)'e atfedilen hadisler hakkında çok titiz ve hassas davranan Hz. Ömer (r.a)'in oğluna söylediği; "Oğlum, sa'd, Rasûlûllah'dan bir rivayette bulundu mu, artık o meseleyi bir başkasına sorma" sözü onun bu konudaki güvenilirliğini açıkça ortaya koymaktadır (Asrı Saadet, I, 437-438). Sa'd (r.a), orta boylu, güçlü, büyük kafalı, sert elli bir vücud yapısına sahip olup, sempatik bir kişiliği vardı (Asrı Saadet, I, 440; farklı bir rivayet için bk. Üsdü'l-Gâbe, II, 368). 

Sa'd (r.a), sekiz evlilik yapmış olup; bu evliliklerinde, on yedisi kız, on yedisi de erkek olmak üzere otuz dört çocuğa sahip olmuştu (Asr-ı Saadet, I, 441).