4 Kasım 2018 Pazar

SAFVAN İBN-Ü MUATTAL (R.A.)



Safvan (RA) Muattal'ın oğludur. O da Rubey'a'nın, O da Huzai'nin, O da Muahrıb'ın, O da Murre'nin, O da Sa'Iebe'nin O da Buhse'nin, O da Süleyme'nin O da Mensur'un, oğlu olup, Süleym kabilesinin Zekvan 
Sülalesindendir. Mureysi cihadında Müslüman olup, diğer cihadlara Resulullah (SAV) ile beraber katılmıştır. 
Ivaz ibn-ü Ğanem'in kumandasında bulunup, Iyaz ibn-u Ğanem'in komutasında Ebul As-ı Sakafi ile beraber Fırat Nehri'nin kenarında büyük bir belde olan Samsat'ı fethetmek için Ermenilerle cihadmış, orada şehit 
ve aynı yere defnedilmiştir. 
Bu büyük Sahabe Ifk hadisesi ile müptela olmuş, Cenab-i Allah Nur Sure-i Cehlesinde beraati ile İlgili 1O Ayet-i Kerime inzal etmiştir. Cesaret, Şecaat ve iffeti ile meşhur olmuştur. Cahiliye devrinde bile (Müslüman olmadan önce) harama bulaşmamıştır. 
Resulullah (SAV)'in " O öyle bir insandır ki; Ondan hayırdan başka bir şey bilmem" diye medh-u senasına mazhar olmuştur. Hazreti Ömer'in halifeliği zamanında Iyaz ibn-ü Ğanem'in Cezire'nin (Dicle ve Fırat Nehirleri arası) fethinde Osman ibnül As-i Sakafi ile beraber Ermenilerin yoğun bulunduğu Samsat'ın Fethinde Şehit olmuş ve orada defnedilmiştir. 
Safvan ibn-ü Muattal (R.A.)'ın Ermenilerin yoğun olarak bulunduğu yerlerden birisi olan 4. Ermeniya, yani Samsat'ın fethinde şehit olduğuna ve orada defnedildiğine dair 8 kaynak kitaptan bilgi aktaracağız.

SAFVAN IBN-Ü MUATTAL (R.A.)

1- Hikem-i Ataiye'nin şerhi muhkem kitabında söyle geçer, Safvan ibn-i Muattal Essülemi Ezzekvani Peygamberimiz S.A.V. zamanında orduyu hümayun'un arkasında bulunmak geride kalan insanları ve eşyaları sevk etmek orduya ulaştırmak vazifesi ile mükellef idi. Peygamberimizin " O öyle bir adamdır ki, hayırdan başka onda bir şey bilmem" diye medh-u senasına mazhar olmuştur. Ve O, ashab-i kiramın kahraman cesurlarından idi. Safvan ibn-i Muattal, Hazreti Ömer’in halifeliği zamanında Hicretin 17. veya 19. Yılında Ermenilerin savasına katılarak "Samsat" beldesinde şehit olup, orada defnedilmiştir. Allah Rahmetiyle affedip bizi de şefaatine nail eylesin 
(Hikem-i ataiyye serhi muhkem clid 1 S. 45)

SAFVAN İBN-Ü MUATTAL (R.A.)

2- Hadis hafızlarından Dimeşk'li ibn-u Kesir, Bidayet ve Nihayet kitabında şöyle der, "Cezire'nin Fatihi "İyad ibnü Ğanem, Cezire'yi (Dicle ve Fırat Nehirleri arası) fethetmek için gönderildi. Ordusunda Ebu Musa El Eşari Saad İbn-i Ebi Vakkkas'ın oğlu Ömer ve Ebul As'ın Oğlu Osman da var idi. (R.A.) Bunlar Reha'yı (Urfa) kuşatma altına aldılar. Cizye vermek üzere onlarla sulh yaptılar. Harran'ı da aynı şekilde sulh yolu ile feth ettiler. Musa El Eşari'yi de Nusayb'in fethi için gönderdi. Saad'ın oğlu Ömer’i de Re'sulayn'e (Suriye'de bir şehir) gönderdi. Kendisi de Dara'ye (Nusaybin'e yakın bir şehir) gitti. Bu memleketi de sulh yolu ile feth ettiler. İbnül As'ın oğlu Osman’ı ve beraberinde Safvan İbn-i Muattal’ı 4. Ermeneniya'ya yani Samsat'a gönderdi. (O zaman Ermenilerin yoğun bulunduğu bir yerdi.) Orada savas. basladi. Buyuk sahabe Safvan ibn-ü Muattal Essülemi şehid edildi. Sonra her ev için Bir Dinar cizye karşılığı alınarak onlarla sulh yapıldı. Sonra Iyad Bin Ğanem (R.A.) Samsat1 a giderek her Bir evden Bir Dinar Cizye alarak Onlarla Sulh yaptı. 
(ibn-u Kesir Bidayet ve Nihayet Kitabi Cilt 7. Sayfa 76)

SAFVAN İBN-Ü MUATTAL (R.A.) 
.      
3-İmam-ı Taberi Ümmetler ve Mülükler isimli Tarih kitabında söyle der," Irak Emiri Saad İbn-i Ebi Vakkas (R.A.) Hazretleri, Hazreti Ömer’in emri ile Cezire'yi (Dicle ve Fırat arasını) Feth etmek üzere İyad İbn-ü Ğanem'in Komutasında bir ordu gönderdi. Ordunun içinde Ebu Musa El Eşari ve Oğlu Ömer, Ebul As’ın Oğlu Osman R. A. de vardı. Reha (Urfa'ya) girdiler. Cizye vermek üzere sulh yaptılar. Ve sonra aynı şekilde Harran'ı da feth ettiler. Ebu Musa El Eşari'yi Nusaybin'e, İbn-ul Ebul As'ın oğlu Osman’ı 4. Ermeniya'ya (Samsat) gönderdi. Samsat'ta cihadbaşladı. Ashab-i Kiramdan Safvan ibn-ü Muattal Es-Sülemi Şehid oldu. Sonra her evden Bir Dinar Cizye alarak sulh yaptılar. 
(imam-ı Tabari 'nin Tarihul Ümemi vel Mülük Kitabi Cilt 3 Sayfa 156) 
SAFVAN İBN-Ü MUATTAL (R.A.)
4- Fûtuhul Buldan Müellifi Ebil Hasan El Belazırı kitabında şöyle der; Iyad İbn-ü Ğanem R.A. Harran'a geldi Ve Safvan İbn-i Muattal ve Habib Bin Müslime'yi Samsat'a gönderdi. İyad İbnü Ğanem Harran ahalisini Urfa ahalisi gibi sulh yolu ile cizye almak şartı ile fethetti. Harran'ın kapılarını onlara açtılar. Bir adamı oraya emir olarak görevlendirdi. Sonra Samsat'a gidip Safvan ibn-ü Muattal ve Habib ibn-ü Müslime'nin şehri muhasara altına aldıklarını gördüler. Samsat'ın etrafında bulunan kaleleri ve köyleri fethetmişlerdi". Reha (Urfa) ahalisi gibi onlarla barış edip cizye'ye bağladı. Ve daha sonra Reha'ya geri döndüler. 
(Ebul Hasan'ın Belazri'nin Futuh-ul Buldan isimli kitabı Sahife 197)

Not Ermenilerin Merkezlerinden Birincisi Tiflis ve etrafı idi. İkinci merkezleri Suracıttayr ve etrafı idi Üçüncü merkezleri Ahlat ve etrafı idi. Dördüncü merkezleri ise Samsat ve etrafı idi 
(Kaynak Fütuh-ul Buldan Ebul Hasan SA97) 
SAFVAN İBN-Ü MUATTAL (R.A.)
5- Şemsettin-i Sami, Osmanlıca yazmış olduğu Kamus-ul Alam Kitabında Şöyle der; Ebu Amr'ın babası Safvan İbn-ü Muattal, Resulullah SAV.'in cihadlarının çoğuna katılmış ve Allah'ın Resulü O'nu medh-ü sena etmiştir. Hazreti Ömer R.A.'ın halifeliği zamanında Hicretin 17. yılında Ebül As'ın oğlu Osman ile beraber Erminiya (Samsat) Muharebesine katılıp o sırada şehid olmuş ve Namaz'la ilgili bir hadis-i şerifi rivayet etmiştir. 
(Kaynak Kams-ul Alam Şemsettin-i Sami Cilt 4 sayfa 2951)
SAFVAN İBN-Ü MUATTAL (R.A.)
6- İbnül Esir El Cezeri, Ashab-ı Kiramın hayatını anlatan Üsd-ül Ğa'be adındaki kitabında şöyle der: Safvan R. A. Muattal' in oğludur. O da Rubeya'nın Oğludur. O da Huzai'nin oğludur. O da Muharib'in oğludur. O da Murre'nin Oğludur. O da Falıc'ın oğludur. O da Zekvan'm Oğludur. O da Sa'lebe'nin oğludur. O da Buhsen'in Oğludur.  O da Sûleymi'nin Oğludur. O da Mansur'un Oğludur. Sülemi Kabilesinin Zekvan sülalesindendir. Mureysi cihadından önce Müslüman olup, Mureysi cihadına katılmıştır. İmam-ı Vakıdı Şöyle der; Safvan hendek cihadına katılıp ondan sonra bütün cihadlara katılmıştır. Hendek cihadı hicretin 5. senesinde olmuştur. 
Resulullah SAV.'in develerini kaçıran Araniyin Kabilesinden kişileri yakalamak için Cabir oğlu Kerz'i ve Safvan  İbn-ü Muattalı da göndermiştir. Safvan İbn-ü Muattal Resulullah'ın Ordusunu arkadan kontrol ederdi. 
Ebu Hûreyre R.A. ve Abdurrahman oğlu Ebu Bekir O'ndan Hadis Rivayet etmişlerdir. Resulullah S.A.V'ın medhü senasına mazhar olmuştur. Ve hakkında şöyle demiştir." O öyle bir adamdır ki O'nun hakkında hayırdan başka bir şey bilmem." 
Safvan R.A. Cesur, faziletli, hayırlı bir kişi idi. Basra şehrinde evi vardı. Ermenilerle cihadırken Samsat 'ta şehit olup, orada defnedildi. Ordunun Emiri Ebul As Sakafi'nin oğlu Osman idi. (Hazret-i Ömer'in halifeliği zamanında.) 
Ebu Hüreyre RA. Şöyle der; Safvan İbn-ü Muattal RA. Resulullah'tan Sordu. "Ey "Allah'ın Resulü, sana bir soru soracağım. Siz bilensiniz. Ben bilen değilim." Allah'ın Resulü "nedir?" diye sordu. Safvan İbnü Muattal R.A. "Gece ve gündüzde namaz kılmak için mekruh olan bir vakit var mıdır?" diye sordu. Allah'ın Resulü "evet" dedi. "Sen Sabah Namazı kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar namaz kılma. Çünkü Güneş şeytanın İki boynuzu arasından doğar. Sonra kılınan namaz makbul olup, Melekler bile hazır olurlar. Güneş Dünya ortasına gelince namazı terk et Güneş sağ kaşından ayrılıncaya kadar o zaman kılman namaz kabul olup, melekler şahit olurlar. İkindi Namazından sonra namazı terk et (nafileleri) Güneş batıncaya kadar. 
(Buhari, Müslüm, Ebu Davud) Kaynak İbn-ü Esir-i Cezeri 'nin Ûsdül Ğa 'be Kitabı Cilt 3. Sayfa 30)
SAFVAN İBN-Ü MUATTAL (R.A.)
7- Ebul Fadl Ali Oğlu Ahmet Ibn-ül Hacer-il Askalani (Sahih-i Bubari'yi Şerh eden kişi) İbn-ü Hacer-il Askalani ile tanınmış Ashab-ı Kiramın hayatını anlatan lsabe Fi Temyizissahabe isimli kitabında şöyle der; Safvan, Muattal'ın oğludur. O da Rube'a'nın, O da Huzai'nin, O da Muhribin, O da Murre'nin, O da Falıc'ın, O da Zekvan'ın oğludur. Medine'de oturuyordu, Hendek cihadı ve daha sonra bütün cihadlara katılmıştır. İlk cihadı Mureyse cihadı idi. Resulullah'ın Medh-ü senasına mazhar olmuştur. Ebu Hüreyre R.A. namazın kerahet vakti ile ilgili O'ndan bir hadis rivayet etmiştir. 
Safvan İbn-i Muattal R.A., Hazreti Ömer R.A.. Halifeliği zamanında 4. Erminiya (Samsat) cihadına katılıp orada şehit olmuştur. 
İmam-ı Buhari tarih kitabında rivayet eder; Resulullah S.A.V.'in develerini kaçıranları bulmak İçin Kerz İbn-i Fahr ile beraber Safvan İbn-i Muattal'ı da göndermişti, İbn-i İshak Şöyle der; "Samsat'ta şehid olmuştur. Ve İmam-ı Taberi kesin bir olaydır." Demiştir. 
İbn-i Hacer'il Askalani İsabe kitabında 537, Sayfada şöyle der; Safvan ibn-ûl Muattal ve arkadaşları Allah'a ve Resulüne inanmış ve sahabe olmuş, Resulullah'tan Kur'an-ı Kerim-i işiten 9 Cin sahabeden birisi ve en sonuncusu olan Cabir'in oğlu Amr'ı defn etmişlerdir. (Rivayet eden İmam Ahmed Bin Hanbel'in Oğlu Abdullah, Hadis Kitabı Sahibi Hâkim, Taberani, îbn-i Merdevehi,) 
(Kaynak: lsabe Fi Temyizissahabe cild 2 Sayfa 191)
SAFVAN İBN-Ü MUATTAL (R.A.)
8- İbn-i Abdul Birr İstiab Fi Marifetli Ashab isimli kitabında şöyle der, Safvan İbnü Muattal R.A. Sullem Kabilesinden Zekvan sülalesindendir. Ebu Amr lakabı ile lakablanmıştı. Mureyse cihadından evvel Müslüman olmuş, diğer bütün cihadlara katılmıştır. Resulullah SAV.'ın Devesini kaçıranların arkasına Kerz Ibnül Fahr ile beraber yakalamaya gitmiştir. 
Hazreti Ömer zamanında Ebul As Oğlu Osman-i Sakafi ile birlikte Cezire'nin Fethine gitmiş, Samsat'ın yakınında vefat etmiş, orada defnolunmuştur. Hayırlı, faziletli, cesur ve kahraman idi. O'nun beraatı ile ilgili on ayet-i kerime nazil olmuştur. 
(Istıab Fi Marifetti Eshab. İbnü Abdul Birr cild 2 Sayfa 187) 
Not: Semisat, Semsat veya Samsat, Elazığ Vilayetinde Malatya Sancağına Hüsn-ü mensur (Adıyaman) kazasında Fırat'ın sağ yanı, Urfa'nın (48) km. kuzeyinde nahiye merkezi olup, vakti ile büyük ve mamur bir şehir idi. Meşhur İslam Ulemalarından bir kaç zatın doğum yeridir. 
(Kamus-ul alam Cild 4 Sayfa 2633)


16.04.2007
Bu belgeleri araştırıp yazan Emekli Vaiz Abdulcelil ÜNALAN

3 Kasım 2018 Cumartesi

HZ. SAİD B. ZEYD (r.anh)




Hayattayken Cennetle müjdelenen on sahabiden biri. Babası Zeyd b. Amr olup, nesebi Ka'b da Rasûlüllah (s.a.s) ile birleşmektedir. Künyesi Ebul-A'ver'dir. Ebu Tür olarak da çağrılırdı (İbnül-Esir, Üsdül-Gâbe, II, 387). Annesi Fatıma binti Ba'ce'dir. Babası Zeyd, Mekke müşriklerinin dinlerini akıl dışı bularak cansız putlara tapınmanın anlamsızlığı karşısında gerçek dine ulaşmak için araştırma yapmaya başlamış ve bunun için Suriye taraflarına giderek yahudi ve hristiyan âlimleriyle görüşmelerde bulunmuştu. Ancak onların verdikleri dini bilgiler Zeyd'i tatmin etmemişti. Zeyd'in bu durumunu gören bir papaz ona, şirkten ve hurâfelerden uzak, Hz. İbrahim (a.s)'in dini olan Hanifliğe tabi olmasını tavsiye etmişti. Zeyd, Hanifliğin ne olduğunu öğrendiği zaman aradığı dini bulduğunu anlamış ve Mekke'ye dönmüştü. O, Kâbe'ye yönelerek ibâdet eder, Mekke'de İbrahim'in dini üzere bulunan tek kimse olduğunu Kureyş müşriklerine karşı iftihar ederek söyler ve onların putlar adına kurban kesmelerini ayıplardı. Zeyd, İsmail (a.s)'in neslinden bir peygamberin geleceğini öğrenmişti. Arkadaşı Amr b. Rabî'a'ya kendisinin bu peygambere kavuşamayacağını zannettiğini, eğer ona ulaşırsa kendi selamını ona iletmesini söylemişti (İbn Sa'd, Tabakâtül-Kübra, Beyrut (t.y), III, 379). Zeyd, Rasûlüllah (s.a.s)'ın Peygamberlikle görevlendirilmesinden önce vefat etti.

Said, babası Zeyd'in kendisine telkin ettiği hanif dininin bilincinde olarak yetişmişti. Rasûlüllah (s.a.s), islâm dinini tebliğe başladığı zaman, onun çağırdığı dinin babasının söylediği prensiplerle aynı olduğunu gördü ve ona tabi olmakta gecikmedi. Rivayetlere göre o, Rasûlüllah (s.a.s)'ın az sayıdaki ashabıyla Erkam'ın evinde gizlice toplanmaya başlamasından önce iman etmiştir. Doğum tarihi kaynaklarda zikredilmemektedir. Ancak, onun Hicri 50 veya 51 yılında öldüğü zaman yetmiş yaşını aşmış olduğu (İbnül-Esir, Üsdül-Gâbe, II, 389) gözönünde bulundurulursa Hicretten yirmi beş yıl önce doğmuş olabileceği söylenebilir. Said (r.a); Hz. Ömer'in kızkardeşi Fatıma ile evli idi. Hz. Ömer (r.a) da Said'in kızkardeşi Atîke ile evli bulunmaktaydı (İbnül-Esir, a.g.e., II, 387). Hz. Ömer, onların yeni dine girdiklerini öğrendiği zaman son derece kızmış ve yaptıklarının hesabını sormak için hemen evlerine gitmişti. Ancak olay Ömer (r.a)'in iman etmesi sonucunu doğuracak bir şekilde gelişmişti (bk. Ömer İbn et-Hattab mad.).

Medine'ye hicret edildiği zaman Said, Rifaa b. Abdul-Munzir (r.a)'in evinde misafir olmuştur. Muâhât olayında bir rivayete göre Ebu Lübabe başka bir rivayete göre de Rafi' b. Malik ile kardeş ilan edilmişti (İbn Sad, III, 382). İbnül-Esîr ise, Ubey b. Ka'b ile kardeş ilan edildiğini kaydetmektedir (Üsdül-Gabe, II, 387).

Saîd b. Zeyd, Bedir cihadı hariç, Uhud, Hendek ve Rasûlullah (s.a.s)'in diğer bütün cihadlarına katılmıştır.

Rasûlüllah (s.a.s), Said ile Talha b. Ubeydullah (r.a)'ı, Suriye taraflarına giden Kureyş kervanının dönüşü hakkında bilgi toplamak ve bu bilgileri hızlı bir şekilde Medine'ye ulaştırmakla görevlendirdi. Böylece, Ebu Süfyan'ın başkanlığındaki bu kervan Suriye dönüşünde yakalanabilecekti. Said, Talha ile birlikte el-Havra denilen yere kadar gitmiş ve kervanın dönüşünü beklemeye başlamıştı. Ancak onların bu kervanın dönüşü hakkındaki haberi Medine'ye ulaştırmadan önce Rasûlüllah (s.a.s) başka kaynaklardan gerekli bilgileri almış ve Medine'den Ensar ve Muhacirlerden oluşan ordusuyla yola çıkmıştı. Onlar Medine'ye Bedir cihadının vuku bulduğu gün ulaşabildiler. Rasûlüllah (s.a.s)'ın, kervanın yolunu kesmek için Medine'den ayrılmış olduğunu gören Said ve Talha derhal ona katılmak için Bedir'e doğru yola çıktılar. Onlar Turban denilen yere geldikleri zaman Bedir'den dönmekte olan Rasûlüllah (s.a.s)'le karşılaştılar. Bedir cihadına fiilen iştirak edememiş olmalarına rağmen Rasûlüllah (s.a.s) onları cihada katılmış sayarak ganimetten diğer mücahitler gibi pay vermişti (İbn Sa'd, III, 382-383). Said (r.a), Hz. Ömer zamanında Suriye bölgesinde sürdürülen askerî harekâtlara katılmış; Dımaşk muhasarası ve Yermük cihadında bulunmuştur (İbnül-Esir, a.g.e., II, 388; İbn ül-İmad el-Hanbelî, Sezerâtu'z-Zeheb, Beyrut (t.y), I, 57).

Said (r.a), ömrünün son günlerini, Medine'nin dışında bulunan Akik vadisindeki çiftliğinde geçirdi ve burada yetmiş yaşını geçmiş olduğu halde Hicrî 50 veya 51 yılında vefat etti. Abdullah İbn Ömer onun öldüğünü öğrendiği zaman doğruca Akik vadisindeki evine gitti ve cenazesiyle ilgilendi. Said (r.a)'in cenazesi Medine'ye taşındı ve Sa'd b. Ebi Vakkas tarafından yıkandı. Medine'de defnedilen Said (r.a)'in cenaze namazını İbn Ömer kıldırdı ve onu mezara Sa'd b. Ebi Vakkas ile birlikte indirdi (İbn Sa'd, III, 384; İbnül-Esir, II, 389). Onun Medine'de vefat etmiş olduğu kesin olarak bilinmekle beraber, Küfeliler, Muaviye döneminde Küfe'de vefat ettiğini ve cenazesinin Küfe valisi olan Mugîre b. Şu'be tarafından kıldırıldığını iddia etmişlerdir (İbn Sa'd, III, 381).

Said (r.a), Hz. Osman (r.a)'ın şehid edilmesiyle başlayan fitne olaylarına şahid olmuştur. O, ümmetin içine sürüklendiği fitne belasından ve kendini bilmez bazı kimselerin ileri gelen ashabdan bazılarına dil uzatmalarımdan aşırı derecede ızdırap duymuştur. Said (r.a), bir gün Küfe camiine gitmiş, orada Muaviye'nin Küfe valisi Mugîre b. Şu'be'yi, etrafında Kûfelilerden bir takım insanlarla otururken görmüştü. Mugîre ona saygı göstererek yanına oturtmuştu. O esnada bir adam birilerini kastederek kötü sözler sarfetti. Said, Mugîre'ye; "Bu adam kime küfrediyor" diye sorduğu zaman; "Ali b. Ebi Talib'e" cevabını alınca son derece üzüldü ve Mugîre'ye; "Mugîre, Mugîre! Rasûlüllah (s.a.s)'ın Ashabı senin önünde sövülüyor ve sen buna susuyor ve bir harekette bulunmuyorsun öyle mi? Ben Rasûlüllah (s.a.s)'ı; "Ebu Bekir Cennettedir, Ömer Cennettedir, Ali Cennettedir, Osman Cennettedir, Talha Cennettedir, Zübeyr Cennettedir, Abdurrahman b. Avf Cennettedir. Sa'd b. Ebi Vakkas Cennettedir" derken duydum dedi ve şunu ekledi; "Bunların dokuzuncusunu da gerekirse sayarım". Ertesi gün Küfeliler etrafını sarmış ve dokuzuncu kimsenin kim olduğunu söylemesi için çok israr etmişlerdi. Bunun üzerine o; "Dokuzuncu benim, onuncu da Rasûlüllah (s.a.s)'dır" dedi ve sonra da etrafındaki insanlara bakarak sahabilerin islâm'daki seçkin konumlarını; "Bir kimsenin, Rasûlüllah (s.a.s) ile bir arada bulunarak yüzünün tozlanması, sizin herhangi birinizin Hz. Nuh kadar yaşasa bile, bu müddet zarfında amellerinden daha hayırlıdır" sözüyle vurgulamıştır (Ahmed b. Hanbel, I, 187).

Onun hakkında kaynaklar şöyle bir olay zikretmektedir: "Erva adındaki bir kadın, Medine valisi Mervan b. Hakem'e giderek Said b. Zeyd'in kendi arazisine tecavüzde bulunduğunu şikayet etti. Mervan, memurlarını Akik vadisindeki çiftliğinde bulunan Said (r.a)'a göndererek şikayet konusu olayı soruşturdu. Said (r.a) gelenlere; "Ona haksızlık ettiğimi zannediyorsunuz değil mi? Rasûlüllah (s.a.s)'in şöyle dediğini duydum:

"Haksız yere her kim bir karış toprağı gasbetse, kıyamet gününde yedi kat yerin dibinde dahi olsa o toprak boynuna dolanır". Sonra şöyle ekledi: "Allahım bu kadın yalan söylüyorsa gözleri kör olmadan canını alma ve kuyusunu ona mezar yap". Rivayet edildiğine göre bu kadın, daha sonra kör oldu ve evine yürürken kuyuya düşerek öldü. Bu olaydan dolayı Medineliler birisine kızdıkları zaman ona, "Allah seni Erva gibi kör etsin" diyerek beddua etmekteydi (İbn Hacer el-Askalanî, el-İsabe fi Temyizi's-Sahabe, Bağdat (t.y), II, 46; İbnül-Esîr, Üsdül-Gabe, II, 388; ayrıca bk. Ahmed b. Hanbel, I, 188-189).

Said (r.a)'dan bazı hadisler rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi, Cennetle müjdelenen on kişi hakkında olanıdır. Abdullah b. Zalim el-Mazinî, Said b. Zeyd'den şöyle rivayet etmektedir:

"Muaviye Küfe'den ayrıldığı zaman, Mugîre b. Şu'be'yi vali tayin etmişti. Hatipler minberlere çıkarak Ali (r.a)'a hakaretlerde bulunuyordu. Ben Sâid b. Zeyd'in yanındaydım. O, kızdı ve kalktı. Benim de elimden tutmuştu. Ben de ona uydum, o bana; "Şu nefsine zulmeden adamı görüyor musun? Cennet ehlinden olan bir adama lânet edilmesini emrediyor. Ben şahitlik ederim ki dokuz kişi vardır ki onlar Cennettedirler. Onuncusuna da şahitlik etsem günah işlemiş olmam" dedi. Ve sormam üzerine şöyle devam etti; "Rasûlüllah (s.a.s) (sarsılan Hira dağına); "Hira, yerinde dur! Senin üzerinde nebi, sıddık ve şehidden başkası bulunmuyor" dedi ve arkasından Cennetle müjdelediği sahabileri saydı" (Ahmed b. Hanbel, I, 189; İbnül-Esir, a.g.e., II, 389; Sa'd b. Zeyd'in rivayet ettiği diğer hadisler için bk. İbn Hanbel, I, 187).

Sa'd b. Habib, Sa'îd b. Zeyd'in de aralarında bulunduğu, Cennetle müjdelenmiş kimselerin isimlerini zikrederek şöyle demektedir: "Onlar her zaman cihadta Rasûlüllah (s.a.s)'ın önünde, namazda ise arkasında durmuşlardır" (İbn Hacer, el-Askalanî, a.g.e., II, 46) demektedir.

27 Ekim 2018 Cumartesi

Sâid bin Âmir (r.a.)


Peygamberimizin risalet ummanından feyiz alarak yetişen ve o eşsiz zattan hi­dayet nurları dererek insanlığa yol gösteren yıldız sahabiler, bulundukları de­virde ve gittikleri her yerde beşerin rahatı ve huzuru için çalışmış, iki dünya saa­detinin kazanılması için çok üstün bir gayret sarf etmişlerdir.

Peygamberimizin ders halkasında yetişerek mükemmel bir insan olan ve tam örnek bir şahsiyete bürünen sahabilerden birisi de, Hz. Sâid bin Âmir’dir (r.a.). Hz. Sâid, ri­sa­let güneşinden feyiz almaya Hayber’in fethinden önce başla­mıştı; imanın tatlı pınarlarından âb-ı hayat suyunu kana kana içmeye başlayın­ca Mekke’de duramadı, hicret ederek saadet kervanına karıştı. Bütün varlığıyla İslam’a sarılarak Peygamberimizin nurlu dersine devam etti. Sefer sırasında, cihad meydanlarında bir kahraman oldu.

Hz. Sâid kudretli bir kumandandı. Yermuk Muharebesi’nde Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.a.), Halife Hz. Ömer’den (r.a.) yardım isteyince, Hz. Ömer bin ki­şiye bedel dört sahabi gönderdi. Bunlardan birisi de Hz. Sâid bir Âmir’di. Bi­zans’a karşı yapılan Yermuk Muharebesi’nde Hz. Sâid üstün fedakârlıklar gös­terdi.

Hz. Sâid aynı zamanda ferasetli bir idareci, basiret sahibi, kabiliyetli ve ada­letli bir si­yaset dehası ve diplomat idi. Zira Peygamber iksirinden ilham alan bu şahsiyetler kısa zamanda üstün vasıflara sahip oluyorlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Bedevi bir kavim ve ümmi bir muhite, hayat-ı içtimaiyeden hali ve kitapsız ve fetret asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en me­deni ve malumatlı ve hayat-ı içtimai­ye­de ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükûmetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil, şarktan garba kadar cihanpesendane [bütün dünyanın takdirini kazanarak] idare eden ve sahabe namıyla dünyada namdar olan cemaat-i meşhure”yi yetiştirmişti.[1]

Peygamberimizin Suffe Ashâbı’ndan olan bu mübarek zatı Hz. Ömer, Humus valiliğine tayin etti. Kısa zamanda halk tarafından sayılan ve sevilen Hz. Sâid, her yönüyle mükemmel bir idarecilik yapıyordu. Halkın derdini dinliyor, kim­sesizleri himaye ediyordu. Gayrimüslimler bile onun idareciliğinden memnun­dular. Millet tarafından valinin çok sevildiğini haber alan Hz. Ömer, Humuslulara bunun sebebini sorduğu zaman, “Valimiz halkın dert ortağıdır.” cevabını al­dı.

Hz. Ömer, Şam’a gittiği sırada şehrin kuzey tarafında bulunan Humus’a uğra­dı. Oraya tayin ettiği güzide valisi Hz. Sâid’i görecekti. Valiyle bir müddet gö­rüştükten sonra, onun idareciliği hakkında halkın da fikrini alacaktı. Halifenin şehre geldiğini duyan halk toplanmıştı. Hz. Ömer ileri gelenlere, “Ey Humuslular, valinizi nasıl buldunuz? Memnun musunuz? Hakkında bir şikâyetiniz var mı?” diye sordu.

Halk, umumi olarak memnun olduklarını söyledikten sonra, hikmetini anla­madık­la­rı bazı hâllerden dolayı da şikâyetlerini dile getirdiler. Hz. Ömer’in ısra­rı üzerine, “Sabahleyin vazifesine erken değil de, kuşluk vakti geliyor!” dedi­ler.

Hz. Ömer, halkın şikâyet ettiği daha büyük bir kusur arıyordu: “Bundan daha büyük bir suçu var mı?”

“Gece olunca bizden hiç kimseyi kabul etmiyor. Ayda bir gün eve kapanıyor, halkın içine çıkmıyor. Bazı zamanlar baygın düşüyor, ölüm tehlikesi geçiri­yor!”

Hz. Ömer, Humusluları dinledikten sonra, vali Hz. Sâid bin Âmir’i çağırttı. İsnat edilen bu kusurların sebebini sormak istiyordu.

Biraz sonra vali geldi. Ömer (r.a.), halkın huzurunda, şikâyetleri teker teker sordu. Bu arada, “Allah’ım, Sâid bin Âmir hakkındaki hüsn-ü zannımda beni hataya düşürme!” diye de dua ediyordu.

Şikâyetler sıralanırken Hz. Sâid gayet sakindi. Hz. Ömer’in sözü bittikten sonra, şikâyet mevzuu olan meselelerin hikmetini şöyle açıkladı:

“Yâ Ömer, aslında ben bunları söylemeyi istemiyorum, ama şikâyete sebep olduğu için ifade edeceğim: Mesaiye biraz geç gidişimin sebebi, evde hizmet­çim yoktur. Ev işlerinin çoğunu kendim görüyorum. Sabahleyin erkenden ha­mur yoğuruyor, ekmeği yapıyorum, çocukların kahvaltısını yaptırdıktan sonra abdest alıp çıkıyorum. (Bazı kaynaklarda hanımının hasta olduğu kaydedil­mektedir.)

“Geceleri kimseyi kabul etmiyorum; çünkü gündüzleri halkın işi ve derdi için, geceyi de Hak için ayırıyorum.

“Ayda bir gün halkın içine çıkmayışıma gelince: Hizmetçim olmadığı için el­bisemi kendim yıkıyorum. Başka değişik bir elbisem de yoktur. Yıkadıktan sonra onun kurumasını bekliyorum. Kuruduktan sonra giyiyor, halkın içine on­dan sonra çıkıyorum.

“Bazı günler baygınlık geçirmem ise… Mekkeliler Hubeyb’i astıkları gün ben de oradaydım. Müşrikler onu bir ağaca bağladılar, sonra da şu teklifte bulundu­lar: ‘Senin yerine Muhammed’i asmamızı ister misin?!’ O hâlindeyken Hubeyb, ‘Ben çoluk çocuğumun içinde rahatça oturayım da Muhammed’in (a.s.m.) aya­ğına bir diken batsın ha; vallahi buna dahi razı olmam!’ dedikten sonra ‘Yâ Mu­hammed!’ diye bağırdı. Sonra da şehit ettiler. Hubeyb’in bu fedakârlığını hatır­ladığım zaman, ona yardım edemeyişim de aklıma geliyor. Çünkü onu asmala­rına mâni olabilirdim. Ne yazık ki, ben o zaman müşriktim! Bu günahımdan do­layı Allah’ın ebediyen beni affetmeyeceğini sanıyorum. İşte o zaman üzerime baygınlık geliyor, kendimden geçiyorum...”

Takva ve zühdün zirvesinde bulunan valisini dikkatle dinleyen Hz. Ömer, el­lerini açtı, “Allah’ım, iyi niyetimde beni yanıltmadın, Sana şükürler olsun!” dedi.[2]Başta halife olmak üzere, dinleyenler gözyaşlarını tutamıyorlardı.

Peygamberimizin güzide sahabileri, yokluk ânında maddi sıkıntıya göğüs gerdikleri gibi, varlık günlerinde de kanaatten şaşmazlardı.

Dünya servetine aldanmayan zatlardan birisi de Hz. Sâid’di. Hz. Sâid, Humus’ta vali yken, Hz. Ömer, Humus halkından, şehirde bulunan fakirleri tespit et­mesini istedi. Fakirler tespit edildi ve bir grup Humuslu, listeyi Hz. Ömer’e ver­diler. Listenin başında “Sâid bin Âmir” ismini gören Hz. Ömer şaşakaldı. İsim benzerliği olabileceği ihtimaliy­le, “Sâid bin Âmir kimdir?” diye sordu. “Ey müminlerin emîri, o, bizim valimizdir!” de­diler. Halifenin hayreti daha da arttı. “Valiniz fakir ha!” deyince, “Evet.” cevabını al­dı. Tekrar sordu: “Valiniz nasıl fakir oluyor? Geliri nasıl, geçimini nereden temin ediyor?” Heyet cevap verdi: “Yâ Ömer, o, yanında bir şey tutmaz ki, eline geçeni fakir fukaraya dağıtır...” Hz. Ömer’in gözlerinden yaşlar damlıyordu…

Hz. Ömer, valisini sıkıntılı durumdan kurtarmak için bin dinar hazırlayarak bir elçiyle gönderdi. Elçiye de, “Benden selam söyle. ‘Bu parayı müminlerin emîri gönderdi.’ de ve ihtiyaçlarına harcamasını söyle!” diye tembih etti.

Elçi Humus’a vardı. Emaneti valiye takdim etti. Keseyi açıp da içinde para ol­du­ğu­nu gören Hz. Sâid, “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn.” dedi. Sanki başına bir musibet gelmişti… Valinin bu sözünü hanımı da duymuştu. Elçi gittikten sonra, “Hayrola, Hz. Ömer’e bir şey mi oldu yoksa?!” diye sordu. Hz. Sâid, “Daha bü­yük!” dedi ve ekledi: “Dünya bana geliyor, fitne üzerime geldi!” Hanımı, parayı istediği yere harcamasını söyleyince, Hz. Sâid paraları bir keseye koyarak evin bir köşesine bıraktı. Sonra sabaha kadar zikir ve ibadetle meşgul oldu. Sabah olunca da parayı bütün Müslüman askerlere dağıttı.

Hanımı paraların hepsini dağıttığını görünce Hz. Sâid’e, “N’olurdu, birazını kendine bıraksaydın da ihtiyaçlarımıza sarf etseydik!” dedi. Ahiret meyvelerini dünyada yemeye gönlü razı olmayan yüce sahabi, hanımına şöyle dedi:

“Ben Re­sû­lul­lah’tan işittim. Şöyle buyuruyordu: ‘Eğer cennet kadınlarından birisi yeryüzüne bakacak olsa dünyayı misk kokusu kaplardı.’ Vallahi ben cen­netin ebedî nimetlerini dünyada fâni bir surette yemem! Ayrıca Re­sû­lul­lah, fa­kir Muhacirlerin, zenginlerden 70 sene önce cennete gireceğini haber ver­mişti.”

Hicret’in 20. senesinde, Humus’ta 40 yaşında vefat eden Hz. Sâid bin Âmir oraya defnedildi.[3]

Allah ondan razı olsun!


________________________________
[1]Mektûbât, s. 202.
[2]Hilye, 1: 245-246.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 2: 311-31

2 Şubat 2018 Cuma

Sâlim (r.a.)


Yatsı namazından sonraydı... Yanık bir Kur’ân sesi mescidi dolduruyordu. Ora­dan geçmekte olan Hz. Âişe, durup bu sesi dinlemekten kendini alamadı. Bir müddet bekleyip dinledi. Bu sebeple de eve geç döndü. Peygamberimiz, Hz. Âişe’ye nerede kaldığını sorunca, Hz. Âişe, çok güzel Kur’ân okuyan bir ses duyduğunu ve onu dinlemek için bir müddet beklediğini söyledi. Fakat kim ol­duğunu bilmiyordu. Peygamberimiz merak etmişti. Hırkasını sırtına alıp dışarı çıkınca, Hz. Sâlim’le (r.a.) karşılaştı. Kur’ân okuyanın Hz. Sâlim olduğunu anla­dı. Ona olan memnuniyetini şöyle ifade buyurdu:

“Ey Sâlim, senin gibi bir Kur’ân okuyanın ümmetim içinde bulunmasından dolayı Allah’a şükrediyorum.”[1]

Hz. Sâlim, Müslüman olan ilk bahtiyarlardandı. İslam’ı duyunca hiç tereddüt etmeden hemen iman etmişti. Babası İranlı, “Ma’kil” adında bir kimseydi. Sâlim, bir cihadta esir düşmüş, “Sübeyte” isminde bir kadına köle olarak satılmıştı. Sübeyte, Müslüman olunca, Hz. Sâlim’i serbest bıraktı. Daha sonra Ebû Huzeyfe Hazretleri, Hz. Sâlim’i kendisine evlatlık olarak aldı. O zaman henüz bu âdet meşru idi. Ona öz evladı gibi davranıyordu. Hz. Sâlim’i, kardeşi kızı Fâtıma bint-i Velid ile evlendirdi. Evlatlık edinmeyi yasaklayan âyet inince, Hz. Ebû Hu­zeyfe bu hükme uyarak Hz. Sâlim’i evlatlıktan çıkardı, Peygamberimiz de onla­rı birbirleriyle kardeş ilan etti.

Hz. Sâlim, İslam’ın ilk erlerindendi. İslam’ın çilesini çekmişti. O devrede dini­ni yaşamıştı. Peygamberimize vahyolunan âyetleri ezberlemeyi de ihmal etmi­yordu. Peygamberimizin hâlis bir talebesiydi.

Medine’ye hicret başlayınca, Hz. Sâlim de ilk Muhacirler sınıfına girdi. Mu­hacirler Medine’ye varmadan önce Kuba’ya yakın Usabe mevkiinde konakladı. Hz. Sâlim, onlara imam oldu. Sahabilerin ileri gelenlerinin de bulunduğu bir cemaate namaz kıldırdı.

Hz. Sâlim çok güzel Kur’ân okuduğu için imamlığa layık görülmüştü. Daha sonra Peygamberimiz onu Küba Mescidi’ne imam tayin etti. Hz. Sâlim sahabi­lerin kurraları arasındaydı. Kıraatte sahabiler içinde dört imam vardı. Bunları Peygamberimiz şöyle belirtiyordu:

“Kur’ân’ı dört kişiden öğrenin: Abdullah bin Mes’ud, Ubey bin Kâb, Muâz bin Cebel ve Sâlim…”[2]

Bu ifadelerden, Hz. Sâlim’in mümtaz mevkiini öğrenmiş oluyoruz. Hz. Sâlim ömrünün sonuna kadar Kur’ân talimine ve iman hizmetine devam etti. Peygam­berimiz zaman zaman Hz. Sâlim’in Kur’ân okumasını ister ve zevkle dinler­di.

Kur’ân ilminde yüksek bir derecede bulunan Hz. Sâlim, aynı zamanda cesaret ve üstün şecaat sahibi bir zattı. Başta Bedir, Uhud ve Hendek olmak üzere bütün gazalarda Peygamberimizin safında çarpışan seçkin bir mücahitti.

Uhud Gazası’nda müşrikler Peygamberimizin ordugâhına kadar yaklaşmış­lar, hücum etmişlerdi. Bir müşrikin saldırısıyla Peygamberimiz yüzünden yara­lanmıştı. Onun etrafında kalan bir avuç fedai, Re­sû­lul­lah’ı korumak için canlarını siper etmişlerdi. Peygamberimizin yaralandığını gören Hz. Sâlim, koşarak he­men gelmiş, mübarek yüzündeki kanı silmeye başlamıştı. Sıhhiye memurluğu vazifesi yapıyordu. Peygamberimiz de müşriklerin hücumuna çok üzülmüştü. Üzüntüsünü şöyle dile getiriyordu:

“Peygamberlerine bu işi reva gören bir ka­vim nasıl kurtulur?!”[3]

Hz. Ebû Bekir’in hilafeti devrinde bazı irtidat hadiseleri vuku bulmuş, bir kı­sım adamlar peygamberliklerini ilan etmişlerdi. Yemâme bölgesinde Müseylime, yalancı peygamber olarak ortaya çıktı. Hz. Ebû Bekir bu belayı ortadan kal­dırmak için üzerine bir kuvvet gönderdi. Bu orduda pek çok sahabi bulunuyor­du. Hz. Ebû Huzeyfe ile Hz. Sâlim de mücahitler arasındaydı.

cihadbaşladığı sırada, sancağı taşıyan Zeyd bin Hattab (r.a.) şehit düştü. Hz. Sâlim, Muhacirlerin sancağını taşımak istedi. Fakat sahabiler sancağı Hz. Sâlim’e vermek istemiyorlardı. Çünkü şehit düşerse, bu Kur’ân âlimini kaybe­deceklerinden endişe ediyorlardı. Ancak Hz. Sâlim geride kalmayı kendisine yediremiyordu: “Ben sancağı sizin önünüzde taşımayacak olursam ehl-i Kur’ân’ın en bahtsızı olurum!” dedi ve kendisine bir siper edindi.

cihadiyice kızıştı. Düşman, Müslümanların safını yararak ilerliyordu. Hz. Ebû Huzeyfe’nin (r.a.) bir nutkuyla Müslümanlar toparlandı, fakat çok şehit ver­diler. Sancak Hz. Sâlim’in sağ elindeydi. Bir kılıç darbesiyle sağ kolunu kaybe­dince, sancağı sol eline aldı. Az sonra sol kolunu da kaybedince, bu sefer sanca­ğı boğazının altına sıkıştırdı. Bu sırada yüksek bir sesle şu âyeti okuyordu:

“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz?”[4]

Sancağı yere düşürmemek için çabalıyordu. Son demine kadar gayret göste­recekti. Fakat bir düşman darbesi buna meydan vermedi, başını vücudundan ayırdı. O sırada Hz. Ebû Huzeyfe de şehit düşmüştü. Sonradan Hz. Sâlim’in ba­şını Hz. Ebû Huzeyfe’nin iki ayağı arasında buldular. Ebû Huzeyfe’nin başı da onun ayakları arasındaydı.[5]Bu hadise Hicret’in 12. senesinde meydana gelmiş­ti.

Hz. Sâlim, mali yönden de fedakârdı. Fakirleri ve yetimleri gözetir, ihtiyaçla­rını görür, kimsesizleri korurdu. Ölmeden önce malını üçe ayırmıştı. Üçte biri­nin cihad için, üçte birinin kölelerin satın alınıp azat edilmesi için, üçte birinin de kendisini azat eden Hz. Sübeyte’ye (r.a.) verilmesi için vasiyet etmişti. Şehit olduktan sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, onun malının üçte birini Sübeyte’ye götürdülerse de kabul ettiremediler, “Ben Sâlim’i Allah için azat ettim.” diyor­du. Hz. Ömer bu malı hazineye aldı.[6]

Hz. Sâlim’in şehit olmasıyla Müslümanlar bir Kur’ân ehlini kaybetmişlerdi, ama Hz. Sâlim de şehitlik mertebesine ermişti.

Allah onlardan razı olsun!


__________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 2: 245-246.
[2]Tabakât, 2: 352.
[3]age., 2: 45.
[4]Âl-i İmrân Sûresi, 144.
[5]Üsdü’l-Gàbe, 2: 246; Tabakât, 3: 88.
[6]Tabakât, 3: 86.

4 Ocak 2018 Perşembe

HZ. SEDDAT İBNİ EVS (r.anh)




Seddad İbni Evs radıyallahu anh âbid, zâhid bir zât... Allah korkusundan kalbi ürperen, devamlı vücudu titreyen ve derin tefekküre dalan bir yiğit... Gece yattığı zaman ilâhi rahmetin enginliğini düşünen ve ilâhi azâbın şiddetini de unutmayan bir zâhid...
O, Medineli müslümanlardandır. Hazrec kabilesinin Neccar koluna mensuptur. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin şâiri Hassan'ın yakın akrabası. Babası Evs İbni Sâbit, Akabe'de islâm'la şereflendi. Bedir harbine iştirak etti. Uhud'da şehid oldu. Annesi Harime de müslümandı. Seddat böyle güzel bir muhitte, müslüman bir aile ocağında yetişti. Geniş bir ilme sahipti.
Ubâde İbni Sâmit (r.a) onun, ilmî konularda herkesin kendisine başvurduğu zâhir ve bâtın ilimlerine vâkıf bir ilim eri olduğunu söyler. Seddat (r.a)'ın ilmi ve hilmini "Mecmeu'l-bahreyn" olarak tavsif eder.
O, yumuşak huylu, açık sözlüydü. Ağzından lüzumsuz bir söz çıkmazdı. Bir defasında ağzından bir söz kaçmıştı. Zaman kaymetmeden şu açıklamayı yaptı: "islâm'a girdiğim günden beri sözlerimi dikkat ederek söylemeğe çalıştım. Fakat bu söz nasıl oldu ağzımdan kaçtı. Onu aklınızda tutmayın." dedi. Riyadan, gösterişten de çok sakınırdı. Namazlarından sonra duâ ve istiğfarı çok yapardı. Sık sık tefekküre dalardı. Allah korkusuyla kalbi ürperir ve: "Ya Rabbi! Cehennem ateşini düşündükçe uykum kaçıyor." derdi. Saman üzerindeki dâne gibi sabahlardı.
O, son derece halim selimdi. Kalbi rakik; yufka yürekli ve gözü yaşlıydı. Birgün ağlarken görüldü. Kendisine: "Niçin ağlıyorsun?" diye soruldu. O da: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in bir hadisini hatırladım da onun için ağlıyorum." dedi. Rasûlullah (s.a) bu hadisinde: "Ümmetim için şirk ve gizli şehvetten korkuyorum." buyurdu. O zaman ben: "Ya Rasûlallah! Ümmetin senden sonra şirke düşecek mi?" diye sordum. Resûl-i Ekrem (s.a): "Evet, dediler. Gerçi onlar güneşe, aya ve puta tapmayacaklar, fakat işlerinde riyakârlık yapacaklar. (Allah için değil de ondan başkalarının rızası için hareket edecekler) Gizli şehvet ise şudur: Onlardan biri, oruç tutar, oruçlu olur. Sonra şehvete sebeb bir şeyi görür ve orucunu bozar." buyurdu.
Seddat İbni Evs (r.a) islâm'ın emir ve nehiylerine uymakta çok titizdi. Hayatında tatbik eder, taviz vermezdi. Çevresine de Allah Teâlâ'nın emir ve yasaklarını güleryüzle, tatlı dille anlatırdı. Her fırsatta tebliğ vazifesini unutmazdı. 50 kadar hadis-i şerif rivayet etti. Râvileri arasında Şâm'ın en güzîde ricâli vardı. Oğulları, Ya'lâ ve Muhammed ile Mahmud bin Lebid, Mahmud bin Rebi', Abdurrahman bin Ganem, Beşir bin Ka'b bunlardan bazılarıdır.
Onun rivayet ettiği hadislerden bir kaç tanesi şöyledir:
Ebû Es'as es-Sağani rivayet ediyor: "Şam Cami-i şerifine gitmiştim. Orada Seddat İbni Evs ile karşılaştım. Bir yere gidecekti. Nereye gideceğini sordum. O da; Hasta bir arkadaşını ziyaret edeceğini söyledi. Ben de kendileriyle gelebileceğimi söyledim. Beraber gittik. Oraya varınca hastaya durumunun nasıl olduğunu sordu. Hasta: "Nimet içerisinde olduğunu" söyledi. Bunun üzerine Seddad: "Günahlarının affedildiğini sana müjdelerim. Çünkü Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu işittim." dedi ve Efendimizden duyduğu hadis-i kudsîyi nakletti: "Allah Teâlâ buyurur ki: Mü'min olan kullarımdan birini imtihan ettiğim zaman, o bu imtihanı hamd ile karşılarsa, anasından doğduğu günki gibi günahlarından temizlenmiş olur." buyurdu.
Seddat İbni Evs (r.a) iki Cihan Güneşi efendimizden ayrılmazdı. Yaşı küçük olduğu için cihadlarda bulunamadı ise de onun muhabbetiyle hep beraberdi. Birgün bir arada iken, Fahr-i Kâinat (s.a) efendimiz: "Yanımızda yabancı birisi var mı?" diye sordu. Biz de: "Yok Ya Rasûlallah dedik. Kapının kapatılmasını işaret ettikten sonra: "Ellerinizi kaldırınız, Lâ ilâhe illallah deyiniz." buyurdu. Bir müddet bu şekilde kelime-i tevhide devam etti. Sonra mübarek ellerini indirdi ve; "Sana hamd olsun yâ Rabbi! Beni bu kelime ile gönderdin. Bana onu emrettin. Bana, onunla cenneti va'dettin. Sen va'dinde hulf etmezsin. Va'dinde duran yalnız sensin." buyurdu. Bu sözlerden sonra bize: "Sizi müjdelerim Allah teâlâ sizi mağfiret buyurdu. Hepinizi bağışladı." dedi.
Birgün o yine Fahr-i Kâinat (s.a) efendimizden hadis naklediyordu. Onun şöyle buyurduğunu işittim. "Kim riyâ ile namaz kılar, oruç tutar, sadaka verirse, o Allah Teâlâ'ya ortak koşmuş olur." buyurdu demişti. Avf İbni Mâlik ona: "Böyle bir adamın amelinden halis olanı ayrılarak kabul olunmaz mı?" diye sordu. Seddad (r.a) da şu hadis-i kudsiyi nakletti: "Müşrik olan insanın çoğundan da, azından da zâti-i kibriya müstağnidir."
Yine rivayet ettiği hadislerden bir tanesinde: "Ey insanlar Dünya, hazır bir meta'dır. Ondan iyiler de kötüler de yer. Âhiret haktır. Orada Allah Teâlâ hükmeder. Ey insanlar! Sizler âhiret adamı olunuz. Âhireti düşünüp ona hazırlanınız. Dünya adamlarından olmayınız. Âhireti unutup dünyaya dalanlardan olmayınız. Siz, Allah'dan korkarak amel yapınız. Biliniz ki, amellerinize göre arz olunursunuz. Allah Teâlâ'ya mutlaka kavuşacaksınız. Kim zerre miktar hayır yaparsa, onun karşılığını görür. Kim de zerre kadar kötülük işlerse onun karşılığını görür. Cezasını çeker."
Seddad İbni Evs (r.a) ömrünün sonlarına doğru Şam, Filistin, Beytül Makdis ve Humus'ta bulundu. Bu havâlide ilimle uğraşanlar hep ona müracaat ederdi. 58. hicri yılında yetmiş beş yaşlarında iken Kudüs'te vefat etti. Cenab-ı Hak şefaatlerine nâil etsin. Amin.

23 Aralık 2017 Cumartesi

Sefîne (r.a.)


Re­sû­lul­lah Efendimizin kurduğu Suffe Medresesi’ne devam edenlerin içtimai mevkileri ayrı ayrı olduğu gibi, milliyetleri de farklı idi. Bunlardan birisi de as­len İranlı bir köle olan Sefîne’dir (r.a.).

Bu zat, Arabistan’da köle olarak satışa çıkarılmıştı. Henüz iman etmemişti. Hz. Peygamber’in (a.s.m.) zevcesi Ümmü Seleme validemiz onu satın aldı. Ga­yesi, azat ederek onu Re­sû­lul­lah’ın hizmetine vermekti. Öyle de yaptı. Daha sonra Sefîne iman etti ve Re­sû­lul­lah’a hizmet etmeyi en kutsi bir şeref sayarak hizmetinde bulundu.[1]

Artık Sefîne İranlı bir köle değil, Kâinatın Efendisi Resûl-i Ekrem’in hizmet­kârı idi. Onun yolunda her şeyini feda etmeye hazırdı. Bir yandan Re­sû­lul­lah’ın hizmetini görürken, diğer taraftan Suffe Medresesi’ne devam eden hâlis talebelerindendi. Sahabiler arasında çok sevilirdi. Sahabilerin, “kardeşlerinin nefisle­rini kendi nefsine tercih” manasındaki “isar hasleti,” bütün mükemmelliğiyle onda tecelli etmişti.

Asıl adı “Sefîne” olmadığı hâlde, bu ismi almasının bir sebebi de bu fedakârlı­ğıydı. Asıl ismi hususunda birçok rivayet vardır. Bazılarının göre Umeyr, bazı­larına göre Müflih, bazılarına göre de Ahmed’dir. Ancak onun “gemi” manasına gelen Sefîne ismini alışı çok ibretlidir, latiftir.

Re­sû­lul­lah ile birlikte sefere çıkıldığında, bazı sahabiler yüklerinin fazlalı­ğından şikâyet ederlerdi. Büyük bir fedakârlık örneği sergileyen Hz. Sefîne, on­ların yükünü de omuzuna alırdı. Kendisinin de bizzat ifade ettiği gibi, yükü bir devenin yükünden fazla olurdu. Re­sû­lul­lah Efendimiz (a.s.m.) onun hâlini görünce, “Bu kadar yükü ancak bir ge­mi taşıyabilir; sen bir gemisin.” buyururlar­dı. Re­sû­lul­lah’ın kendisine bu iltifatından son­ra artık ismi “Sefîne” olarak kaldı. Kendisine ismi sorulduğunda eski ismini söylemez, “Re­sû­lul­lah benim ismimi Sefîne koydu. Artık eski ismimi söylemek istemiyorum!”[2]derdi.

Hz. Sefîne’nin başından geçen mühim bir hadise de, Resûl-i Ekrem’den (a.s.m.) emir alarak Yemen Valisi Muâz bin Cebel’e giderken bir aslanla karşılaşması­dır. Sefîne’den bahseden bütün siyer kitapları bu hasideyi kaydetmektedir. Ha­dise aslında Re­sû­lul­lah’ın bir mucizesidir…

Mesele Bediüzzaman Hazretleri’nin “Mektûbât” isimli eserinde, hayvanlar tai­fe­si­nin de Re­sû­lul­lah’ın peygamberliğini tasdik ettiklerine misal olarak şöyle anlatılmaktadır:

“Resûl-i Ekrem (a.s.m.) hizmetkârı Sefîne, Yemen Valisi Muâz bin Cebel’in yanına gitmek için Resûl-i Ekrem’den emir alıp gitmiş. O Sefîne, ona demiş: ‘Ben Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) hizmetkârıyım.’ Arslan ses verip ayrılmış, iliş­memiş. Diğer bir tarikte [rivayette] haber veriyorlar ki: Sefîne döndüğü vakit yolu kaybetmiş, bir arslana rast gelmiş. Arslan ona ilişmemekle beraber, yolu da göstermiş.”[3]

Sefîne bu hadiseyi naklederken, “Anladım ki, beni uğurluyor!” di­yerek, arslanın kendisine nasıl bir yol gösterici, bir kılavuz ve munis bir varlık olduğunu dile getirmektedir.”[4]

Böylece, Re­sû­lul­lah’ın peygamberliğinin hayvanlar âleminde de bilindiği, onun bir mucize olarak aslana bu vazifeyi gösterdiği, Hz. Sefîne vasıtasıyla zu­hur etmiştir. Bu hadisede Re­sû­lul­lah’ın mucizesi açık bir şekilde görülürken, Hz. Sefîne’nin Re­sû­lul­lah’a bağlılığı ve ona imanının büyüklüğü de müşahede edilmektedir. Zira vahşi bir hayvanla karşı karşıya geldiği anda ona Re­sû­lul­lah’ı hatırlatması, onun elçisi olduğunu bildirmesi gerçekten ibretlidir…

20 sene Re­sû­lul­lah’ın hizmetinde bulunan Hz. Sefîne’nin hayatıyla ilgili malumat, kaynaklarda çok az geçmektedir. Ancak bu kadar uzun bir müddet Re­sû­lul­lah’a hizmet etmesi, onun Re­sû­lul­lah’a en yakın sahabilerden olduğunu göstermektedir.

 Allah ondan razı olsun!


_____________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 2: 324.
[2]el-İsâbe, 2: 58.
[3]Mektûbât, s. 140-141; Şifaü’ş-Şerif, 1: 603-604.
[4]Hilye, 1: 368.

25 Kasım 2017 Cumartesi

Sehl bin Sa’d (r.a.)


Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiğinde, onu karşılayan çocuklardan biri de Hz. Sehl’di. O sırada beş yaşında bulunuyordu. Babası Sa’d bin Mâlik (r.a.) Hicret’ten önce Müslüman olduğu için, Hz. Sehl, Müslüman bir ailede yetişmişti. Asıl ismi “Hanza” iken Peygamberimiz tarafından “Sehl” olarak değiştirildi.

Hz. Sehl, yaşı küçük olduğundan Peygamberimizle birlikte hiçbir cihada ka­tı­la­ma­dı. Fakat Hendek cihadı öncesinde toprak taşıyarak hendek kazılmasın­da yardımcı oldu. Bununla ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:

“Hendek kazılırken hep Peygamberimizle beraberdim. Onlar hendek kazı­yor, biz küçükler de toprak taşıyorduk. Re­sû­lul­lah’ın şöyle dua ettiğini işittim: ‘Yâ Rab! Bütün hayat ahiret hayatıdır. Muhacir ve Ensar’ı affına nail eyle!’”

Sehl (r.a.) çok zeki birisiydi. Devamlı Peygamberimizin yanında bulunur, ona hizmet ederdi. Ondan duyduklarını ve gördüklerini hafızasında tutabilmek için gayret gösterirdi. Re­sû­lul­lah’ın vefatına kadar 10 yıl bu hâl üzere devam etti. Birçok hadiseye bizzat şahit oldu. Bunlardan birini şöyle anlatır:

Bir kadın, Re­sû­lul­lah’a gelerek, yanında getirdiği elbiseyi ona uzattı, “Yâ Re­sû­lal­lah, bunu sizin için kendi elimle dokudum. Lütfen kabul ediniz!” dedi. Pey­gamberi­mi­zin de böyle bir şeye ihtiyacı vardı. Aldı ve giydi. Biraz sonra sahabilerden biri, Re­sû­lul­lah’ın üzerindekini görünce, “Yâ Re­sû­lal­lah, bu ne güzel­miş! Bunu bana hediye edin!” dedi. Peygamberimiz hemen çıkardı ve onu sahabisine verdi. Orada bulunanlar o zata sitem ettiler: “İyi etmedin. Re­sû­lul­lah’ın böyle bir şeye ihtiyacı vardı. Bilmez misin ki, Re­sû­lul­lah kendisinden bir şey isteyenleri reddetmez?” Bunun üzerine o sahabi de şöyle dedi:

“Bunu ben giy­mek için istemedim, öldüğümde kefenim olması için istedim!”

Nitekim öyle oldu. Bu zat onunla kefenlendi.

10 yıl Re­sû­lul­lah’tan ayrılmayan, onun vefatından sonra da meşhur sahabilerden ilim tahsil eden Hz. Sehl, bereketli bir ömür sürdü. Bütün hayatını İslamiyet’e hizmetle geçirdi. Birçok talebe yetiştirdi. Hicret’in 91. yılında 96 yaşındayken Medine’de vefat etti. O tarihte hemen hemen hiçbir sahabi hayatta kalma­mıştı.[1]

91 yıl İslam tarihinin mühim bir devrini yakından gören Hz. Sehl, 188 hadis rivayet etti. Bunlardan birkaçının meali şöyledir:

“Dikkat ve temkinle yavaş hareket etmek Allah’tan, acelecilik ise şeytandan­dır.”[2]

“Eğer [ahirete nispeten] dünyanın Cenâb-ı Hak yanında bir sinek kanadı ka­dar değeri olsaydı, kâfire ondan bir yudum su bile içirmezdi.”[3]

“Allah’ın senin vasıtanla bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için [en kıymetli mal olan] kırmızı develeri sadaka vermekten daha hayırlıdır.”[4]


______________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 2: 367; Tabakât, 3: 624-625; İsâbe, 2: 88; İstiâb, 2: 95; Müsned, 5: 332-333.
[2]Tirmizî, Birr: 66.
[3]Tirmizî, Zühd: 13; İbni Mâce, Zühd: 3.
[4]Buhârî, Cihad: 103.

15 Kasım 2017 Çarşamba

Seleme bin Hişâm (r.a.)


Mekke ufuklarını aydınlatan hidayet nuru kalp ve gönüllere yansıyınca, en bü­yük insanlık olan İslamiyet’in şifa bahşeden berrak menbaına her geçen gün bir­kaç kişi daha yanaşıyor, o âb-ı hayata dalarak yudumluyor, ruhlarını paslandı­ran cehalet ve zulüm kirlerinden kurtularak gerçek ferah ve refaha kavuşuyor­lardı. İnsanlık o sıralar o kadar za­vallılaşmış ve gülünç bir hâle düşmüştü ki, görünüşte “insan” libasını giyinmişlerse de gerçekte hayvanları dahi iğrendirecek hareketlerde bulunuyor, her türlü aşağılıkları irtikap ediyorlardı. İşte onların bir kısmını şirkin ürkütücü pençesinden alıp İslamiyet’in munis ve şefkatli sinesi­ne, merhametli kucağına teslim eden Yüce Resûl, insanlığın hakiki kurtarıcısı olduğunu ispat ediyordu.

İslamiyet sayesinde insanlar arasında o kadar kuvvetli, sağlam ve ebedî bir yakınlık ve kardeşlik kurulmuştu ki, küfür cephesinde kalanlarla iman safında bulunanlar arasında daha önce mevcut olan kan bağı ve akrabalık münasebetle­rinden hiçbir eser kalmamıştı. Müşrik baba mümin oğlunu en büyük düşman biliyor, imansız kardeş İslamiyet’i seçen kardeşini en azılı hasım olarak görü­yordu.

Bu ibretli tablo Hişâm’ın beş oğlu arasında çok açık bir şekilde müşahede edi­liyordu. Seleme ile Hâris (r.a.) Peygamber halkasında yer alırken, aynı babadan gelen Ebû Cehil, As ve Hâlid nasipsiz güruhunun elebaşısıydılar.[1]

Büyük kardeşi Seleme’nin iman ettiğini duyunca Ebû Cehil’in hısımlığı ha­sımlığa çevrilmiş, kendi ailesinden bir ferdin Peygamber safına geçmesini hiç hazmedememişti. Onu vazgeçirmek için her türlü yola başvurdu. Fakat yolların hepsi çıkmaza saplanıyordu. İmanın ulvi hazzını tadan kimsenin, tekrar dönüp küfrün zehirini ağzına alması mümkün müydü?

Hz. Seleme, zalim kardeşinin hareketlerine daha fazla tahammül edemedi. Habeşistan’a hicret eden kafileye katıldı. Her ne kadar yer ve yurtlarından ayrı düşmüşlerse de, can ve dinleri emniyetteydi.

Bu muhacirler Habeşistan’a hicret edeli üç ay kadar olmuştu. Recep, Şaban ve Ramazan aylarını orada geçirmişlerdi. Kulaklarına bir haber geldi: “Mekkeliler Müslüman oldu. Velid bin Mugîre de iman etti.”

Kendi aralarında, “Bunlar Müslüman olduktan sonra Mekke’de Müslüman olmayan kim kaldı?” diyerek bir kısmı geri dönmeye karar verdiler ve “Bize kendi kavim ve kabilemiz arasında yaşamak daha iyidir.” niyetiyle yola çıktılar. Fakat Mekke’ye yaklaşıp da duydukları haberin asılsız olduğunu öğrenince ha­yal kırıklığına uğradılar.

Mekke’ye gelişigüzel girmek mümkün değildi. Mekke’ye girmek demek, müşriklerin reva görecekleri eza ve cefaları peşinen kabul etmek demekti. Böy­le bir tehlikeyi savuşturmak için ekserisi Mekke’de bulunan akraba ve yakınlarının himayesine girmeyi düşündüler. Böyle olunca bir nevi “mülteci” gibi kabul edileceklerdi. Nitekim bir kıs­mı öyle yaptı. Bazıları da Mekke’ye gizliden girdi­ler, uzun müddet geldiklerini sezdirmediler. Fakat bunların içinde himaye edil­meyen, bir süre gizlendilerse de müşrikler tarafından yakalanan Müslümanlar da vardı. İşte, Seleme bin Hişâm, Velid bin Râbia, Hişâm bin Âs, Abdullah bin Süheyl ve daha birkaç sahabi (r.a.) bu tutulup hapsedilen Müslümanlardandı.[2]

Uzun müddet en yakınları tarafından işkenceye tabi tutulan ve zulmün her türlüsüne maruz kalan Hz. Seleme, Ayyaş ve Hişâm, Medine’ye hicret emri çı­kınca bile esaret zincirinden kurtulamadı, hattâ bu yüzden Bedir, Uhud ve Hen­dek cihadlarına da katılamadı.

Öz kardeşi Ebû Cehil, Hz. Seleme bin Hişâm’ı işkenceden işkenceye soku­yordu. Yoruluncaya kadar dövüyor, türlü hakaretler ediyor, aç susuz bırakarak günlerce acı ve ıstırap içine atıyordu. Bütün bu zulümleri yapmasındaki men­hus maksadı, “Belki tahammülsüz kalır da dininden vazgeçer!” düşüncesinde ortaya çıkıyordu. Hâlbuki Hz. Seleme’de kâinata meydan okuyacak kadar kuv­vetli bir iman, bitip tükenmez bir Re­sû­lul­lah sevgisi vardı. Uzun yıllar imanında en ufak bir tereddüde kapılmadan, usanıp bıkmadan, sabır ve azim içinde, reva görülen işkencelere aldırmadı.[3]

Bu iman fedailerinin acıklı hâlini bilen, onların çektiği sıkıntıyı kendi ruhun­da da hisseden Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), bir ay müddetle her sabah namazında şu duayı tekrar ederdi:

“Allah’ım, Velid bin Velid’i kurtar; Allah’ım, Seleme bin Hişâm’ı kurtar; Al­lah’ım Ayyaş bin Râbia’yı kurtar; Allah’ım, müminlerin zayıf olanlarını kur­tar!”[4]

Mekke müşriklerinin elinde bulunan bu üç sahabi birbirlerinin amca çocuk­larıydı. Mugîre üçünün de dedesiydi. Velid bin Velid Müslüman olup Mekke’ye gidince hapse­dilmiş, Ayyaş bin Râbia hicret esnasında Ebû Cehil tarafından kandırılarak götürülüp işkenceye tabi tutulmuştu. Bu üç sahabi de bir aradaydı. Üçünü birbirine bağlamışlardı. Hz. Velid bir fırsatını bularak kaçıp Medine’ye geldi. Peygamber Efendimiz, Velid’e diğer kardeşleri Seleme ile Ayyaş’ın duru­munu sorunca, Hz. Velid, onların ayaklarının birbirine bağlı bulunduğunu, şid­detli azap ve işkence içinde kıvrandıklarını haber verdi.

Peygamberimiz, bu mağdur Müslümanları müşriklerin ellerinden kurtarmak istiyordu. Bir defasında sahabilere, “Bunları kim kurtarıp Medine’ye getirir?” diye sorunca, hemen ayağa kalkan Hz. Velid, “Onları ben kurtarır, size getiri­rim, yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.

Mekke’ye giden Hz. Velid gizlice şehre girdi. Mahpuslara yemek götüren bir kadından, Hz. Seleme ile Hz. Ayyaş’ın bulundukları yeri öğrendi. Onlar tavanı bulunmayan dört duvardan ibaret bir yerde tutulmuştu. Geceleyin oraya varan Velid, bağlandıkları ipi kesti, onları devesine bindirerek Mekke’den çıkardı. Mazlumların kaçtıklarını öğrenen müşrikler peşlerine düştülerse de onları ele geçiremediler. Hz. Velid hayatlarını kurtardığı iki arkadaşıyla birlikte Medi­ne’ye geldiğinde yürümekten ayak parmakları parçalanmış, kanlar içinde kal­mıştı. İki mümtaz sahabisinin kurtulduğunu öğrenen Peygamberimiz çok se­vinçliydi.[5]

Hz. Seleme artık rahattı. Re­sû­lul­lah’ın nurani halkasından feyiz alıyordu. Pey­gamberimizin irtihâline kadar Medine’de kaldı. Hz. Ebû Bekir’in hilafetinde Suriye Seferi’ne katılan mücahitler arasında yer aldı. Hz. Ömer’in halifeliği sıra­sında vuku bulan Mercü’s-Sufr cihadı’nda, Hicret’in 14. senesi Muharrem ayın­da şehit düştü.[6]

Allah ondan razı olsun!


___________________________________
[1]el-İstiâb, 2: 85.
[2]Sîre, 2: 3-6.
[3]Tabakât, 4: 130.
[4]Müslim, Mesâcid: 294-296.
[5]Sîre, 2: 120.
[6]Üsdü’l-Gàbe, 2: 341-342.

28 Ekim 2017 Cumartesi

HZ. SELEME İBNİ EVKA (r.anh)



Seleme İbni Ekva radıyallahu anh sayılı arap okçularından... Sahabe arasında secaat ve cesareti ile şöhret kazanmış bir yiğit... Ok ve mızrak atışıyle, ata binişiyle usta bir süvari... Yaya olarak düşmanı takip eden piyadelerin kahramanı...

O, hicretin 6. senesinden önce islam'la şereflendi. Çoluk çocuğunu Mekke'de bırakıp Medine'ye hicret etti. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'den aldığı nurla gönlünü yıkadı ve orada hiçbir şirk kalıntısı bırakmadı. İslam'a ihlasla sarıldı. Kahramanlıkda, cömertlikte, hayır işlerde yarışan bir cihad eri oldu.

Seleme (r.a.) Medine'ye geldikten sonra bütün gazvelere katıldı. İlk önce Hudeybiye gazvesine iştirak etti. Bu gazvede cesaret ve secaatiyle kendini gösterdi. İslam tarihinde muhim bir yeri olan Rıdvan bey'ati de bu gazvede gerçekleşti. Seleme (r.a.), burada Efendimize iki defa bey'at etti. Bu tarihi hadise şöyle oldu:

"Sevgili Peygamberimiz ve ashabı hicretin altıncı yılında Kabe'yi ziyaret maksadıyla yola çıkmıştı. Kureyş buna engel oldu. Rasul-i Ekrem (s.a.) efendimiz onlara, cihadmaya değil ziyarete geldiğini Umre yapmak istediklerini haber vermek üzere Osman İbni Affan (r.a.)'i gönderdi. Kureyşliler Osman (r.a.)'a:"İstersen sen beyti tavaf et fakat hepinizin girmesine yol yok" dediler. Hz. Osman (r.a.) da: "Rasulullah (s.a.) tavaf etmedikçe ben tavaf edemem." dedi. Bunun üzerine Osman (r.a.)'ı tutuklayıp göz hapsine aldılar. Dönüşü gecikince ashab telaşa düştü. Bu arada onun öldürüldüğü haberi yayıldı. Bunun üzerine iki Cihan Güneşi efendimiz: "O kavimle çarpışmadan gitmeyiz." buyurdu. Sahabeden ölünceye kadar cihadmak ve kaçmamak üzere bey'at aldı. Ashab teker teker gelip bey'at ettiler. Seleme (r.a.) kendi bey'atını şöyle anlatıyor:"Ben Rasulullah'a ağacın altında bey'at ettim. Ölünceye kadar cihadmak ve kaçmamak üzere. Sonra bir kenara çekildim seyrediyordum. Bey'at edenler azalınca Rasul-i Ekrem (s.a.) bana: "Seleme! Sana ne oluyor da bey'at etmiyorsun?" dedi. Ben de: Ya Rasulallah bey'at ettim, dedim. "Yine bey'at et!" buyurdu. Tekrar koştum bey'at ettim."

Muhtelif vesilelerle üç kere bey'at eden Seleme (r.a.) Rasulullah (s.a.) ile birlikte yedi gazveye katıldı. O, piyadelerin kahramanı idi. Nerde biri gözetlenecekse onu gözler, nerde biri takib edilecekse onu takib eder yakalardı. Rasul-i Ekrem (s.a.) efendimiz Hudeybiye dönüşünde konaklarken Seleme'ye gözcülük vazifesi vermişti.

O, ok ve mızrak atmakta da ustaydı. Onun cihadtekniği bu günkü gerilla cihadlarındaki usûle benzerdi. Düşmanı kendisine saldırdığında onun önünden çekilir, düşman geri çekildiğinde veya dinlenmek üzere durduğunda süratle ona saldırırdı. O, bu usulle Zu Kared gazvesinde ve bazı seriyyelerde düşman kuvvetlerini tek başına püskürtmeyi başardı. Onun secaat ve kahramanlığı Zu Kared gazvesinde daha bariz bir şekilde görüldü. Şöyle ki:

"Rasul-i Ekrem (s.a.) efendimizin sağmal ve doğurmaları yaklaşmış yirmi devesi Gabe-Zu Kared mevkiinde otlatılıyordu. Burası Gatafan kabilesinin mıntıkası idi. Seleme (r.a.)sabahları erkenden, develerin sütlerini efendimize getirmek üzere atla buraya gelirdi. Birgün Gabe dağının eteklerine vardığında Abdurrahman İbni Avf (r.a.)'ın kölesi onu gördü ve koşarak yanına geldi. Çok heyecanlıydı. Kendisi anlatıyor: Ne oldu sana? dedim. O da:Rasulullah (s.a.)'ın çobanı Zerr şehid edildi, develeri de götürüldü! dedi. Kim götürdü diye sordum. Gatafanoğulları dedi. Bu hadiseden cok muteessir oldum. Hiç vakit kaybetmeden, derhal Medine'ye haber ulaştırdım. Yardımcı kuvvet gönderilmesini istedim. Kendim de tek başıma Gatafanoğullarının peşini takib ettim. Süratle onlara yetiştim. Hemen yayıma ok yerleştirip onlara ok yağdırmaya başladım. Okları atarken de: "Ben Ekva'ın oğluyum! Bugün alçakların öleceği gündür!" diyor onları oyalıyordum. Vallahi onlara, durmadan ok atıyor ve onları öldürüyordum. Bana yönelip de öldürmediğim hiçbir atlı yoktu. Dağ yolu daraldı.Müşrikler boğazın dar geçidindeyken ok yetişmez oldu. Dağın üzerine çıktım onlara tekrar atmaya başladım.Baskıncı müşrikler güneş batmadan önce Zu Kared denilen sulu bir vadiye saptılar. Çok susamışlardı. Su içmek istediler. Onları orada da tedirgin edip uzaklaştırdım. Bu arada Rasulullah (s.a.)sahabileriyle yetişti. Onlarla birlikte peşlerini takibe başladım.Yaya olarak tek başıma baskıncılara o kadar yaklaşmıştım ki; ashab ordusunu arkamda göremiyordum. Sabahdan akşama kadar kaçmaktan yorulan müşrikler beni arkalarında görünce çok şaşırdılar. Nihayet develeri bırakarak kaçmak zorunda kaldılar." İşte o gün Rasul-i Ekrem (s.a.) efendimiz ashabına: "Süvarilerin en iyisi Ebu Katade, piyadelerin en hayırlısı Seleme İbni Ekva'dır" buyurdu.

Seleme (r.a.)'ın kahramanlıkları her gazvede görülürdü. Sakif ve Hevazin gazvelerinde bir adam islam ordugahına gelmiş işbirligi yapmayı teklif ediyordu. Sonra sıvışıp gittiği anlaşıldı. Seleme onu takip etti ve yakalanacağı sırada vuruşarak onu öldürdü. Devesini, silahını eşyasını alıp getirdi. Hadise Rasul-i Ekrem efendimize arzedilince alınan ganimetlerin hepsinin Seleme'ye ait olduğunu söyledi ve onu bu şekilde taltif buyurdu.

O, Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in başkanlığında Beni Kilab seriyyesinde de bulundu. Tek başına yedi aileyi dağıtan Seleme (r.a.) çoluk-cocuk, kadın-erkek hepsini toplayıp esir alarak getirdi. Hz. Ebu Bekir (r.a.) kadın ve cocukları niçin getirdin deyince müslüman esirlerin kurtarılması için dedi. Müşriklerle anlaşma yapıldı ve onlar da serbest bırakıldı.

O, cömertlikte de kahramandı. Allah için istendiğinde, olduğundan daha fazla verirdi. Halk onun bu özelliğini bildiği için; "Allah rızası için senden istiyorum." derdi. Seleme (r.a.) da "Allah rızası için istemeyen ne için ister ki?" diye onların gönüllerini hoş eylerdi. Tanımadıklarına bile ikramda bulunurdu. Kendisinden bir şey isteyen kimseyi reddetmezdi. Herkese de böyle öğüt verirdi.

Seleme İbni Ekva (r.a.) 77 hadis rivayet etti. Hz. Osman (r.a.)'ın şehadetinden sonra Rebeze'ye yerleşti. Hicretin 74. yılında Medine'ye ziyaret için geldiğinde vefat etti ve sevgilisinin toprağına defnedildi. Rabbimizden şefaatlerini niyaz ederiz. Amin.

7 Ekim 2017 Cumartesi

HZ. SELMAN EL-FARİSÎ (r.anh)



Seçkin ve meşhur sahabilerden biri. İran asılı olup, İsfahan'ın Cayy kasabasında doğmuştur. Bir rivayete göre de doğum yeri Râmehürmüz'dür. Doğum tarihi hakkında bilgi bulunmamaktadır. Selman (r.a)'ın müslüman olmadan önceki ismi, Mabah b. Buzahsan'dır. Müslüman olduktan sonra Selman ismini almıştır. Künyesi Ebu Abdullah'tır. Ona nesebi sorulduğu zaman; "Ben; Selman b. İslâm'ım" demiştir (İbn Sa'd Tabakâtül Kübra, Beyrut (t.y.), IV, 75; İbnul-Esir, Üsdül-Gabe, II, 417; İbn Hacer el-Askalani, rel-isâbe, Bağdat (t.y.), ll, 62). Selman (r.a)'ın babası Mecusiliğe aşırı bağlı olan bir köy ağası (Dikhan) olup büyük bir çiftliğe sahipti. Onun evinde bir ateşgede vardı ve onda ateşin sönmeden sürekli yanmasını sağlama işiyle Selman (r.a) ilgileniyordu. Babasının ona karşı olan sevgisi çok aşırıydı. Bu yüzden onu, kendisine bir zarar gelmesin diye eve kapatmıştı. Bu arada Selman (ra), Mecusiliğin gerçek bir din olup olamayacağı hakkında düşünmeye başladı. Ancak o kendi deyimiyle, bir köle gibi eve hapsedildiğinden, dışarıdaki olaylardan pek haberdar değildi ve bu yüzden Mecusiliği diğer dinlerle karşılaştırma imkanından yoksun bulunmaktaydı. Bir ara babası, işleri yoğunlaşınca onu tarlalardan birisine bakması için göndermek zorunda kaldı. Öte taraftan onu, kendisi için her şeyden değerli olduğunu söyleyerek işini bitirince gecikmeden eve dönmesi için uyardı. Bölgede az da olsa Hristiyan bulunmaktaydı. Yola çıkan Selman (r.a), bir kilisenin yanından geçerken, içerde ibâdet edenlerin durumu dikkatini çekti ve içeri girerek onları izlemeye başladı. O, evde hapsedilmiş olduğu için bu insanların dini hakkında hiç bir bilgiye sahip değildi. Selman (r.a) tarlaya gitmekten vazgeçerek, büyük bir merak içerisinde, akşama kadar orada kalmış ve bu dinin Mecusilikten daha hayırlı olduğu kanaatine vararak, onlara bu dinin kaynağının nerede olduğunu sormuştu. Onunla ilgilenen hristiyanlar, dinleri hakkında onu bilgilendirmişler ve bu dinlerinin kaynağının Suriye de olduğunu söylemişlerdi. Selman (r.a), eve dönmekte gecikince babası endişelenmiş ve onu bulmak için adamlar göndermişti. Eve dönen Selman (r.a), başından geçen olayı babasına anlattı. Babası ise ona, gördüğü dinde hiç bir hayrın bulunmadığını ve atalarının dininin, karşılaştığı dinden daha iyi ve üstün olduğunu söyledi. Selman (r.a) babasına karşı çıkarak, hristiyanlığın kendi dinlerinden üstün olduğu konusunda onunla tartışmaya başladı. Babası, onun bu durumundan telaşlandı ve ayaklarından bağlayarak onu hapsetti. Selman (r.a), kilisedeki Hristiyanlarla irtibat kurarak, Suriye tarafına gidecek bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine haber vermelerini istedi. Böyle bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine verilen haber üzerine evden kaçtı ve bu kervana katılarak Suriyeye gitti. Burada bir rahibin hizmetine girdi ve ondan Hristiyanlığın esaslarını öğrenmeye başladı. Ancak bu rahib, kötü bir kimseydi. O, insanları sadaka vermeye teşvik ediyor, fakat topladığı bu sadakaları yerlerine sarfetmeyerek kendisi için biriktiriyordu. Bu rahib ölünce, Selman (r.a), onun yerine geçen rahibe tabi oldu. Bu kimse zühd ve takva sahibi bir zattı. Ona büyük bir sevgiyle bağlanan Selman (r.a), ölümü yaklaştığı zaman; kendisine kimi tavsiye edebileceğini sordu. Rahip ona, tabi olunabilecek tek kişiyi tanıdığını, onun da Musul'da bulunduğunu söyledi. Selman (r.a), Musul'a gidip, bu kimseye tabi oldu. Onun ölümü yaklaştığı zaman da ondan yine kimin gözetimine girmesi gerektiği hususunda tavsiye istedi. Bu zat ona, üzerinde bulundukları itikadta hiç kimseyi tanımadığını, ancak, Nusaybin'de bulunan bir âlime tabi olabileceğini söyledi. Selman (r.a) doğruca Nusaybine gitti. Nusaybin'deki rahibin yanında bir müddet kaldıktan sonra, onun da ölüm döşeğine yattığını gören Selman (r.a), yine kime uyabileceğini sordu. Bu kimse, ona, uyulabilecek tek bir kimseyi tanıdığını ve onun Rum diyarında, Ammuriye'de bulunduğunu söyledi. O ölünce Selman (r.a), Ammuriye'ye gitti. Ammuriye'de bir müddet kaldıktan sonra burada yanında kaldığı rahibin ölümü yaklaştığı zaman ondan da kime tabi olacağı konusunda vasiyette bulunmasını istedi. Bu kimse ona, yeryüzünde tabi olunabilecek bir kimsenin var olduğunu bilmediğini söyledi ve şöyle ekledi: "Ancak bir peygamberin gelmesi yakındır. O, İbrâhim'in dini üzere gönderilecek ve kavminin arasından hicret edip, içinde hurma bahçeleri olan iki harra arasındaki bir yere gidecektir. Onun peygamber olduğunu belirten alâmetleri vardır: O, hediye edilen şeyleri yer, sadaka olarak hiçbir şeyi kabul etmez. İki omuzu arasında da nübüvvet mührü bulunmaktadır. Görünce onu tanırsın. O ülkeye gidip ona katılmayı başarabileceğine inanıyorsan bunu yap" (Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, IV, 77-78; İbnul-Esîr, Üsdül-Gâbe, II, 417-418).

Selman (r.a), burada bir müddet kaldıktan sonra, Kelb kabilesinden bir tüccarla karşılaştı. Ondan, ülkesi hakkında bilgi aldı ve bahsedilen nebinin bu bölgedeki bir yerden çıkması gerektiğine kanaat getirerek, kendisini bir ücret karşılığında birlikte götürmesini istedi. Selman (r.a)'ın teklifini kabul eden Kelbli Arap onu yanına alarak Hicaz'a doğru yola çıktı. Ancak, Vadil-Kura'ya geldiklerinde bu kimse Selman (r.a)'a ihanet etti ve onu köle olarak bir Yahudiye sattı. Vadil-Kura'da hurmalıkları gören Selman (r.a), kalbi mutmain olmamakla birlikte, Ammuriye'deki rahibin kendisine tarif ettiği yerin burası olmasını arzuluyordu. Vadil-Kura'da bir müddet kaldıktan sonra, efendisinin amcasının oğlu olan Kureyzaoğulları'ndan bir kimse tarafından satın alınarak Medine'ye götürülen Selman (r.a), burayı görünce, hocasının kendisine bahsettiği beldeye geldiğini anlamıştı. Rasûlüllah (s.a.s) Mekke'de peygamberlikle görevlendirilip Medine'ye hicret edene kadar köle olarak hurma bahçelerinde çalışmış ve sürekli meşgul tutulduğu ve serbest olarak kimseyle konuşamadığı için, onun varlığından haberdar olamamıştı. Rasûlüllah (s.a.s) Kuba'ya geldiği zaman Yahudiler, Evs ve Hacrec'in ona iman etmesine kızıyor ve bunu bir türlü hazmedemiyorlardı. Selman (r.a), hurma bahçesinde bir ağacın tepesinde çalıştığı sırada Yahudilerden birisi gelmiş ve ağacın altında oturan Selman (r.a)'ın sahibine (Evs ve Hacrec'i kastederek); "Allah Benu Kayle'ye lânet etsin. Vallahi onlar şu anda, Mekke'den bu gün gelen bir adamın etrafında toplanmış bulunuyor ve onun nebi olduğuna inanıyorlar" dedi. Selman (r.a) şöyle demektedir: "Ben kendi kendime; "bu kesinlikle o peygamberdir" dedim. Öyle bir titremeye başladım ki; ağacın altında duran sahibimin üzerine düşeceğim korkusuna kapıldım. Süratli şekilde ağaçtan aşağı inip; "Ne diyor? Bu haber nedir?" diye sordum. Bunun üzerine efendim bana şiddetli bir yumruk attı ve; "Bundan sana ne! işinin başına dön" diye bağırdı. Ben ona; "Sadece duyduğum bu haberin ne olduğunu anlamak istemiştim" dedim. Akşam olunca Selman (r.a), biriktirmiş olduğu bir miktar yiyeceği alarak, Kuba'da bulunmakta olan Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanına gitti ve ona; "Senin salih bir kimse olduğunu duydum. Yanınızda ihtiyaç sahibi olan arkadaşlarınız var. Sizin halinizi duyduğum zaman, bunları size vermemin daha iyi olacağını düşündüm" dedi ve getirdiklerini Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanına koydu. Rasûlüllah (s.a.s), ashabına;

"Yiyin" dedi. Ancak kendisi bunlardan yemedi. Selman (r.a), sadaka kabul etmediğini gördügü zaman kendi kendine; "Bu alametlerin biridir" dedi. Daha sonra Rasûlüllah (s.a.s) Medine'ye geçti. Selmân (r.a) tekrar bir şeyler hazırlayarak Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanına gitti ve getirdiklerinin sadaka olmadığını, sadece kendisine hediye olarak vermek istediğini söyledi. Onun sahabeleriyle birlikte bunlardan yediğini görünce ikinci alametin de onda var olduğuna kani oldu. Bir zaman sonra Selman (r.a) tekrar Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanına gitti. Rasûlüllah (s.a.s) ashabıyla birlikte oturmaktaydı. O, onlara selam verdikten sonra, Rasûlüllah (s.a.s)'ın etrafında dolaşmaya başladı. Onun, bildiği bir şeyi araştırdığını anlayan Rasûlüllah (s.a.s) ridasını kaldırdı. Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'ın sırtındaki mührü gördüğü zaman Ammuriye'deki rahibin kendisine bahsettiği mührün aynısı olduğunu anladı ve onu öperek ağlamaya başladı. Rasûlüllah (s.a.s) onu yanına oturtarak halini sordu. Selman (r.a), oraya ulaşıncaya kadar başından geçen olayları anlattığı zaman, Rasûlüllah (s.a.s) ve orada bulunan sahabiler bunu hayretler içerisinde dinlemişlerdi (İbn İshak, es-Sîre, Nesr: M. Hamdullah, İstanbul 1981, 66; Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 77-79; İbnul-Esîr, Üsdül-Gabe, II, 418-419; Muhammed b. Hasan ed-Diyarbekrî, Tarihul-Hamis, Beyrut (t.y), I, 351-352; Ahmed b. Hafiz el-Hakemî, el-Kısasul-islâmiye, (muhtemelen) Riyad 1976, I,187-189). Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e geldiği zaman Arapçayı meramını anlatacak ölçüde bilmiyordu. Onunla Farsçayı bilen bir tercüman aracılığıyla konuşmuş olduğu rivayet edilmektedir (Diyarbekrî, a.g.e., I, 352).

Selman (r.a)'ın İsfahan'daki köyünde başlayan ve müslüman olup kölelikten kurtuluncaya kadar başından geçen bu olayları Ahmed b. Hanbel, İbn Sa'd, İbnul-Esir ve diğerleri, onun kendi anlatımıyla İbn Abbas'dan rivayet etmektedirler. İbn Sa'd'ın Kurre el-Kindî'den naklettiği başka bir rivayette ise Selman (r.a)'ın bu kıssası farklı bir şekilde anlatılmakta ve onun, islâm'a ulaşan yolculuğu esnasında, hıristiyan hocaların vasiyetleriyle, Hıms'a gittiği; yine buradan tavsiye üzerine Kudüs'e ulaştığı; burada kendisine tarif edilen zatı bulup ondan ilim tahsil ettiği; bu kimsenin ona son peygamberin çıkacağı yer ve önceki rivayetlerde geçen alametleri bildirmesi üzerine Hicaz'a doğru hareket ettiği ve sonunda Araplardan bir topluluk tarafından köle edilip Medine'de bir kadına satıldığı nakledilmektedir (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 71-72; diğer rivayetler için bk. el-Hâkim, el-Müstedrek, Beyrut (t.y.), III, 598, vd.).

İbnul-Hacer, Selman (r.a)'ın müslüman olana kadar hakkında nakledilen kıssaların birbiriyle farklılıklar arzettiğini, bunların arasını telif etmenin güç olduğunu söylemektedir (Askalanî, a.g.e., II, 62).

Selman (r.a), Hicret'in beşinci yılına kadar köle olarak yaşamıştır. Bundan dolayı o, Hendek savaşından önceki gazalara iştirak edemedi. Uhud savaşı öncesinde Rasûlüllah (s.a.s) ona, efendisiyle mükâtebede bulunmasını söyledi. Selman (r.a), bunun üzerine efendisine giderek onunla, üçyüz hurma fidanı temin edip dikmek ve kırk ukiye (1600 yüz dirhem) altın vermek şartıyla anlaştı. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s), Sahabilere: "Kardeşinize yardım edin " dedi. Sahabiler güçleri miktarınca fidan temin ederek üç yüz tane fidanı ona verdiler. Rasûlüllah (s.a.s), ona: "Selman, git çukurlarını kaz. Dikmeye sıra geldiği zaman onları sen dikme, bana haber ver. Onları kendi ellerimle yerlerine koyayım"dedi. Selman (r.a), çukurların kazılma işini Sahabîlerin yardımıyla bitirdi. Rasûlüllah (s.a.s), bahçeye giderek bütün fidanları yerine koydu. Bu fidanlardan hiç bir tanesi kurumamıştı. Daha sonra, Rasûlüllah (s.a.s) Selman (r.a)'ı yanına çağırarak, efendisine ödemesi gereken kırk ukiye altını ödemesi için ona yumurta büyüklüğünde bir altın külçesi verdi. Selman (r.a): "Bu benim ödemem gereken miktarı nasıl karşılar ya Rasulallah?" demekten kendini alamadı. Rasûlüllah (s.a.s) ona, Ey Selman! Allah onunla senin borcunu karşılayacaktır" dedi. Selman (r.a) şöyle demektedir: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onunla kırk ukiyelik ödemem gereken miktarı ödedim". Artık böylece Selman (r.a) hürriyetine kavuşmuş oluyordu (Ahmed b. Hanbel, V, 443-444; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 79-80; Diyarbekri, I, 468; İbnül-Esîr, Üsdü'l-Gabe, II, 419; onun azad edilmesi hakkında değişik rivayetler için bk. Diyarbekrî, a.g.e., I, 469).

Selman (r.a)'ın katıldığı ilk savaş Hendek savaşıdır. Müşrikler, müttefiklerle birlikte oluşturdukları on bin kişilik bir orduyla birlikte Medine'ye doğru harekete geçtikleri zaman, Rasûlüllah (s.a.s), şehir içinde kalarak bir savunma savaşı vermeyi kararlaştırmıştı. Ancak, Medine'nin çevresinde düşmanın şehre girişini engelleyecek her hangi bir sur yoktu. Bu durum şehrin savunulmasını oldukça güçleştiriyordu. Yapılan istişareler esnasında Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e, "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz İranda muhasara edildiğimiz zaman şehrin etrafında bir hendek kazarak kendimizi savunurduk" deyip hücuma açık bölgede bir hendek kazılması görüşünü ileri sürmüştü (Taberi, Tarih, II, 566). Bu görüş Rasûlüllah (s.a.s) tarafından uygun bulunmuş ve derhal hendeğin kazılması için faaliyete geçilmişti. Selman (r.a), kuvvetli bir kimseydi ve kazı işinde oldukça verimli çalışmaktaydı. Ensar grubu, Selman (r.a)'ı sahiplenerek, "Selman bizdendir" dediler. Bunun üzerine muhacirler; "Hayır Selman bizdendir" demeye başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah (s.a.s); "Selman bizdendir. O ehl-i beytimdendir" diyerek onu ehl-i beytine dahil etmiştir (Taberi, aynı yer; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 83).

Selman (r.a), daha sonraki bütün savaşlarda Rasûlüllah (s.a.s) ile birlikte bulunmuştur. Mekkeli müşrikler, Medine önlerine geldikleri zaman şehirle aralarındaki hendeği gördüklerinde şaşırmışlardı. Çünkü Araplar daha önce böyle bir savunma usulünden habersizdiler. Müşrikler, bu hendeği geçmeyi denedilerse de başaramadılar. Savaşın kazanılmasında hendeğin rolü o kadar büyük olmuştur ki, bundan dolayı Hendek savaşı olarak adlandırılmıştır.

Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanından vefat edinceye kadar ayrılmadı. Hz. Ebu Bekir (r.a)'in Halifeliği zamanında da Medine'de bulunmuştur.

Ömer (r.a) devrinde islâm ordusu İran'ın fethi için harekete geçtiği zaman Selman (r.a) da bu orduya katıldı. Selman (r.a) İran asıllıydı. Bundan dolayı düşman ordusunun durumunu çok iyi biliyordu. Ayrıca Farsların islâm dinini kabul ederek dalaletten kurtulmalarını şiddetle arzulamaktaydı. İranlılar, Kadisiye yenilgisinden sonra Medain'de toplanmışlardı. Müslümanlar Dicle nehrinin kenarına geldikleri zaman, karşıya geçmek için hiç bir şey bulamadılar. Sa'd b. Ebi Vakkas, karşı sahile bir öncü birliği gönderip geçiş güvenliğini sağladıktan sonra, bütün orduya nehri geçme emrini verdi. Ordu topluca, suları kabarmış bir şekilde akan Dicle nehrine daldı. Sa'd (r.a)'ın yanında Selman (r.a) bulunmaktaydı. Sa'd (r.a), dua ediyor ve Allah Teâlâ'nın dostlarına yardım edeceğini, dinini üstün kılacağını ve Allah Teâlâ'ya isyan eden bir topluluğun iyiliğe (İslâm'a) galebe çalamayacağını söylüyordu. Nehrin ortasında oldukça heyecanlı bir halde bulunan Sa'd (r.a)'a, Selman (r.a) şöyle demekteydi: "İslâm yepyenidir. Allah, karaları nasıl müslümanların emrine vermişse, denizleri de onların emrine verecek güçtedir. Allah'a yemin ederim ki müslümanlar nehre nasıl akın akın girmişlerse nehirden öylece akın akın çıkacaklardır". Gerçekten Selman (r.a)'ın dediği olmuş ve müslüman ordusu hiç kayıp vermeden karşı kıyıya geçmişti (Taberi, Tarih, IV, 11-12; İbn ul-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, II, 511-512). İranlı askerler dehşet içerisinde, onların nehri geçişleri ne bakıyorlar ve kendi kendilerine; "Şeytanlar geliyor. Vallahi bizim savaştığımız bu topluluk cinlerden başkaları değildir" demekteydiler (Taberi, II, 514). İranlı askerler kaçarak Kisra'nın sarayına sığınıp direnmeye devam ettiler. Buraya gönderilen öncü birliğinin komutanı Selman (r.a)'dı. O, surun önüne geldiği zaman, İslâmın emrettiği şekilde onları üç defa müslüman olmaya, kabul etmezlerse cizye ödemeye davet etti. Selman (r.a) onlara şöyle diyordu: "Ben de aslen sizden biriyim. Size acıyor ve yumuşak davranıyorum. Eğer müslüman olursanız bizim kardeşlerimiz olarak aynı haklara sahip olursunuz. Bunu kabul etmez, dininiz de kalmak isterseniz, bize itaat ederek cizye ödersiniz. Bunu da kabul etmezseniz, diğerleri gibi sizinle savaşırız" (Taberi, a.g.e., IV,14). Selman (r.a), meselenin Arapların Acemlere hâkimiyeti meselesi olmadığını onlara anlatabilmek için, "Sizden biri olduğum halde Araplar bana itaat ediyor" diyerek (İbn Hanbel, V, 444) ikna etmeye çalışıyordu. Selman (r.a) ilk iki şartı kabul etmemeleri üzerine onlara üç gün düşünmeleri için mühlet verdi. Üçüncü gün sarayda bulunan askerler teslim olmayı kabul ettiler ve böylece Kisra'nın muhteşem sarayı müslümanların eline geçmiş oldu (Taberi, a.g.e., IV). Daha önce Behuresirdekileri de o islâm'a davet etmişti. Ancak buradakiler, cizye vermeyi de reddedince savaşılarak mağlup edilmişlerdi (Taberi, aynı yer).

Sa'd (r.a) Medâin'de karargah kurmuştu. Ancak buranın havası, islâm askerlerine iyi gelmemiş, iklim değişikliğinden dolayı yüzlerinin renkleri değişmişti. Bu durumu öğrenen Ömer (r.a), Sa'd'a haber göndererek, müslümanların yaşamalarına uygun bir yer tesbit edilmesi için Selman (r.a) ile Huzeyfe (r.a)'ı görevlendirmesini istedi. Bu yer ile Medine arasında ulaşım kolaylığını engelleyecek bir nehrin bulunmamasını özellikle vurguladı. Bölgede araştırmalarda bulunan Selman (r.a) ve Huzeyfe (r.a), sonunda Kufe üzerinde karar kıldılar ve burada ordugah şehri inşa edildi (17/638) (Taberi, a.g.e., IV, 40-41; İbn ul-Esir, el-Kamil fit-Tarih, II, 527-528). Selman (r.a) İran'ın fethi için devam eden askerî harekâtlarda aktif olarak rol almıştır (Taberi, IV, 305; İbnul-Esir, el-Kâmil fit-Tarih, III, 132).

Selman (r.a), Hz. Ömer (r.a) döneminde Medâin valiliğinde bulunmuştur. Selman (r.a), Hicri 36 yılında Medain'de vefat etmiştir (İbn ul-İmad, Sezerâtu'z-Zeheb, I, 44; İbn Hacer, a.g.e., II, 63; İbnul-Esîr, Tarih, III, 287; İbn Sa'd, a.g.e., VI,17). Ancak onun ölüm tarihi hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Hz. Osman (r.a)'ın hilafetinin sonlarına doğru, (35) veya 37 yılında vefat ettiği rivayet edilmekte; hattâ Hz. Ömer zamanında öldüğü de söylemektedir (İbnul-Esîr, Üsdü'l-Gabe, II, 421). İbn Hacer, onun ölümü ile ilgili farklı tarihleri verdikten sonra, Enes (r.a)'den, İbn Mes'ud'un, ölüm döşeğindeki Selman (r.a)'ı ziyaret ettiği şeklindeki rivayeti delil alarak, İbn Mes'ud'un 34. yıldan önce vefat ettiğini, dolayısıyla Selman (r.a)'ın ölümünün 33. veya 32. yılında olması gerektiği görüşünü ileri sürmektedir (İbn Hacer, a.g.e., II, 63). Onun iki yüz elli ile üç yüz elli sene yaşadığı şeklinde rivayetler bulunmakta ve raviler iki yüz elli sene yaşadığının şüphe götürmez olduğunu söylemektedirler (el-Askalanî, a.g.e., II, 62; İbnul-Esîr, Tarih, II, 287; Üsdül-Gabe, 421). İbn Hacer, Zehebî'nin rivayetlerini değerlendirdikten sonra, onun ancak seksen yıl kadar yaşamış olabileceği kanaatine vardığını nakletmektedir (İbn Hacer, aynı yer) ki, gerçeğe yakın olan da budur. Selman (r.a)'ın mezarı, Bağdad'ın 30 km doğusunda Medain harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarındadır. Onun bulunduğu yer Selman-ı Pak (temiz Selman) olarak isimlendirilmiştir. Onun mezarının içinde bulunduğu cami IV. Murad tarafından tamir ettirilmiştir.

Selman (r.a), ilim, fazilet ve zühd bakımından Ashabın en önde gelen simalarından birisi olup, Rasûlüllah (s.a.s)'e yakınlığıyla tanınmaktadır. Hz. Aişe (r.an), şöyle demektedir:

"Bir çok geceler Selman (r.a) Rasûlüllah (s.a.s) ile yalnız kalırlardı. Bu beraberlik o kadar sürerdi ki Rasûlüllah (s.a.s) hanımlarından birinin yanına bile girmezdi" (İbnul-Esir, Üsdül-Gabe, II, 420). Rasûlüllah (s.a.s), Hendek savaşı esnasında onun ehl-i beytinden olduğunu ilân etmişti.

Hz. Ali (r.a) onun hakkında; "Ona evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi verilmiştir. Onda bulunan bu ilme ulaşılamaz" demiştir. Başka bir zaman da: "O bizim ehl-i beytimizdendir. Aranızdaki konumu Lokman Hekim gibidir. İlk ve son kitabı okumuştur. Sonu olmayan bir denizdir" demiştir. Muaz (r.a) kendisine gelenlere ilmi, aralarında Selman (r.a)'ın da bulunduğu dört kişiden talep etmelerini söylemiştir. Onun ilmi hakkında yapılan övgüler Rasûlüllah (s.a.s)'in söylediği; "Selman ilme doyuruldu" (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85). Sözüne dayandırılmaktadır. Selman (r.a), Ebu Derdâ' (r.a)'ın gece boyu namaz kıldığı ve sürekli oruç tuttuğunu gördüğü zaman onu bundan alıkoyup hazırlanan yemekten yiyerek orucunu bozması konusunda ısrar etmiş ve ona; "Üzerinde gözünün hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Bazen oruç tut, bazen tutma; bazen namaz kıl, bazan ara ver" (bunları nafile olan ibâdetleri için söylemiştir). Ebu'd-Derdâ' bu durumu Rasûlüllah (s.a.s)'e ilettiği zaman o; "Selman senden daha âlimdir" dedi ve bunu üç kere tekrarladı (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85-86).

Hz. Ömer (r.a), ona büyük bir saygı gösterirdi. Ümmetin idaresinin sorumluluğu altında ezilen Ömer (r.a), duyduğu bir endişesini dile getirerek Selman (r.a)'a şöyle sormuştu: "Ben bir melik (kral) miyim, yoksa halife miyim?". Selman (r.a) ona şöyle karşılık verdi; "Eğer sen müslümanların toprağından bir dirhemden az veya fazla bir para alır, sonra onu, haksız bir şekilde sarfedersen, sen halife olmayıp bir melik olursun" (Taberi, a.g.e., IV, 211; İbnu'l-Esir, Tarih, III, 59).

Hz. Ömer (r.a), fey gelirlerini taksim ederken, Selman (r.a)'a dört bin dirhem hisse ayırmıştır. Bazı kimseler, "Halifenin oğlu (Abdullah) üç bin beşyüz dirhem alıyor, bu Farslı ise dört bin dirhem alıyor" diyerek bu durumu garipsemişlerdi. Oradakiler: "Selman, Rasûlüllah (s.a.s) ile Abdullah'ın katılmamış olduğu bir çok savaşa katılmıştır" diyerek cevapladılar (İbn Sa'd, IV, 86). Başka bir rivayette, Ömer (r.a), Fey gelirlerinden müslümanlara maaş bağlamak için Divanul-Atâ'yı tesis ettiği zaman, Sahabiler için islâm'daki öncelikleri ve katıldıkları savaşları göz önüne alarak bir gruplandırma yaptığı; Selman (r.a)'ı, Hasan (r.a), Hüseyin (r.a) ve Ebu Zer ile birlikte olmadıkları halde Bedir ehlinden sayarak alacakları miktarı beş bin dirhem olarak kararlaştırdığı bildirilmektedir (Taberi, a.g.e., III, 614).

Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Cennet üç kişiyi özler. Ali, Ammar ve Selman" (Tirmizi, Menâkib, 34).

Selman (r.a), son derece mütevazi ve kanaatkar bir hayat yaşamıştır. O, Medain'de vali bulunduğu ve çoğu devlet memurlarından fazla gelire sahip olduğu halde günlük yaşamı, son , derece sadeydi. O, köle olduğu zaman nasıl giyinir ve nasıl gezerdiyse Medain valisi olduğu zaman da aynı hal üzere devam etmişti. O, eline geçen parayı tasadduk eder ve kendi emeğiyle ürettiği şeylerden başkasını yemezdi. Tanımayan birisinin, onun vali olduğunu anlaması mümkün değildi. Medain sokaklarında yürürken Suriye tarafından gelen bir tüccar, üzerinde alelade bir aba ile gördüğü Selman'ı çağırarak yüklerini taşımasını istedi. O, hiç tereddüt etmeden yükleri sırtına aldı ve adamla birlikte yürümeye başladı. Onu bu halde görenler, "Bu validir" dediklerinde adam; "Seni tanımıyordum" diyerek özür diledi. Selman (r.a) ona, "Hayır bunları evine kadar götüreceğim" diyerek yoluna devam etti (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 88; buna benzer diğer bir olay için bk. aynı yer).

Bazı kimselerin giyiminden dolayı kendisine dil uzatmaları ve hafife almalarına karşı hiç bir tepki göstermemiştir. Bir defasında iki genç asker yanından geçerlerken, onu göstererek; "Emiriniz budur" diyerek gülüyorlardı. Selman (r.a)'ın yanındaki adam ona, "Ey Ebu Abdullah! şunların ne dediğini görüyor musun?" dedi. Selman (r.a) ona şöyle dedi: "Onları bırak. Hayır ve şer bu günden sonradır. Eğer toprak yemeyi becerebilirsen onu ye de, iki kişiye dahi olsa emir olmaktan kaçın. Mazlumun ve sıkışık durumdaki kimselerin duasından sakın. Çünkü onların duaları ile Allah Teâlâ arasında perde yoktur" (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 87-88). Selman (r.a) çok cömert bir kişiliğe sahipti. Eline geçen her şeyi fakirlere bölüştürürdü (İbnul-Esîr, Üsdül-Gâbe, II, 420).

O, hiçbir zaman sadaka kabul etmemiştir. Çoğu zaman eline geçen parayla hemen et alır ve onu pişirerek, hadis ehlini çağırır ve birlikte yerlerdi (İbn Sa'd, IV, 9).

Selman (r.a), ölüm döşeğine yattığı zaman, ziyaretine giden Medain valisi Sa'd b. Malik ve Sa'd b. Mes'ud onu ağlarken buldular. Neden ağladığını sorduklarında o şöyle cevap vermişti: "Rasûlüllah (s.a.s) bizden bir ahid aldı. Hiç birimiz onu koruyamadık. O bize şöyle demişti: "Sizin dünyadaki geçimliliğiniz bir yolcunun azığı kadar olsun ".

Onun ilmi ve takvası diğer sahabileri de etkilemekteydi. Zira onu ziyarete giden Sa'd b. Ebi Vakkas, kendisine nasıl davranması gerektiği şeklinde tavsiyede bulunmasını istemişti (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 90-91).

Selman (r.a), sık saçlı, uzun boylu bir kimseydi. Onun Medâin'de Bukeyre adında bir hanımı vardı (İbn Sa'd, IV, 92). Selman (r.a), Medine'deyken Hz. Ömer (r.a)'in kızını ondan istediği, fakat, Amr b. el-Âs'ın bu konuda Selman (r.a)'ı kızdırması üzerine bundan vazgeçtiği nakledilmektedir (İbn Abdirrabbih, İkdu'l-Ferid, Beyrut 1949, VI, 90). Ancak onun ailesi hakkında açık rivayetler bulunmamaktadır.

Sufiler, Selman (r.a)'ı Ashabul-Suffe ile birlikte tasavvufun kurucularından biri olarak kabul ederler. Bir çok tarikat silsilesi ona dayandırılmaktadır. O, Rasûlüllah (s.a.s)'ın berberliğini yaptığı için Futuvvet teşkilatına bağlı berberlerin piri olarak kabul edilmekteydi. Selman (r.a)'ın sahip olduğu haklı şöhreti, bütün müslümanların ona karşı içten bir sevgi duymalarına sebep olmuştur. Sünnî müslümanlar onun adını büyük bir sevgiyle anarlar. Ehli beytten sayılması, Şiilerin ona karşı farklı bir ilgi göstermelerine sebep olmuştur. Hacdan dönen Şiiler Kerbela'dan sonra onun mezarını ziyaret etmeyi ihmal etmezler. Ayrıca, Şiiler, Hz. Ali ve Ehli Beyt hakkında rivayet olunan hadislerin çoğunu ona isnad ederler. Gulat-ı Şia ekollerinde ise o, ilahî sudur sırasında Ali (r.a)'den hemen sonra yer alır. Nusayriler ise onu, üç gizli harften biri kabul ederler. Nusayriliğin teslis akidesini ifade eden ayn, mim ve sin harflerinden ayn Ali'yi, mim Muhammed (s.a.s)'i, sin ise Selman'ı ifade eder. Mana (Ali), ism (Muhammed) bab ise Selman'dır. Buna göre o Nusayrî teslis akidesinin kapısı (bab) olup, üçüncü had'dir. Durzîler ise, Kur'an'ın Selman'a vahyolunduğuna, Peygamberin Kur'an'ı ondan aldığına inanmaktadırlar. Bu ekoller, oluşturdukları inanç sistemlerinde diğer bir kaç sahabi ile birlikte Selman (r.a)'ı temel unsur olarak kullanmışlar ve ona çesitli fonksiyonlar yüklemişlerdir. Bu mezheplerin gerçekte mutedil Şia ile alakaları yoktur. Zira muhtevâlarındaki inanç prensipleri gözönüne alındığı zaman islâmî şahsiyetlerin isimlerini kullanarak putperest bir inanç sistemi meydana getirdikleri görülecektir.