Etiketler
- ALLAH YOLUNDA FEDEKARLIK (31)
- ALLAH'A ve RASÛLÜ'NE DAVET (168)
- BİAT (34)
- Erkek sahabeler (227)
- HADİSİ ŞERİFLER (150)
- HATİM DUASI (2)
- İLMİHAL (9)
- Kadın sahabeler (82)
- Kuran Mucizeler (28)
- NAMAZ HOCASI (7)
- ORUÇ (8)
- TESBİHAT (5)
- YASİNİ ŞERİF (1)
- Yazılı resimler (1)
7 Ekim 2017 Cumartesi
HZ. SELMAN EL-FARİSÎ (r.anh)
Seçkin ve meşhur sahabilerden biri. İran asılı olup, İsfahan'ın Cayy kasabasında doğmuştur. Bir rivayete göre de doğum yeri Râmehürmüz'dür. Doğum tarihi hakkında bilgi bulunmamaktadır. Selman (r.a)'ın müslüman olmadan önceki ismi, Mabah b. Buzahsan'dır. Müslüman olduktan sonra Selman ismini almıştır. Künyesi Ebu Abdullah'tır. Ona nesebi sorulduğu zaman; "Ben; Selman b. İslâm'ım" demiştir (İbn Sa'd Tabakâtül Kübra, Beyrut (t.y.), IV, 75; İbnul-Esir, Üsdül-Gabe, II, 417; İbn Hacer el-Askalani, rel-isâbe, Bağdat (t.y.), ll, 62). Selman (r.a)'ın babası Mecusiliğe aşırı bağlı olan bir köy ağası (Dikhan) olup büyük bir çiftliğe sahipti. Onun evinde bir ateşgede vardı ve onda ateşin sönmeden sürekli yanmasını sağlama işiyle Selman (r.a) ilgileniyordu. Babasının ona karşı olan sevgisi çok aşırıydı. Bu yüzden onu, kendisine bir zarar gelmesin diye eve kapatmıştı. Bu arada Selman (ra), Mecusiliğin gerçek bir din olup olamayacağı hakkında düşünmeye başladı. Ancak o kendi deyimiyle, bir köle gibi eve hapsedildiğinden, dışarıdaki olaylardan pek haberdar değildi ve bu yüzden Mecusiliği diğer dinlerle karşılaştırma imkanından yoksun bulunmaktaydı. Bir ara babası, işleri yoğunlaşınca onu tarlalardan birisine bakması için göndermek zorunda kaldı. Öte taraftan onu, kendisi için her şeyden değerli olduğunu söyleyerek işini bitirince gecikmeden eve dönmesi için uyardı. Bölgede az da olsa Hristiyan bulunmaktaydı. Yola çıkan Selman (r.a), bir kilisenin yanından geçerken, içerde ibâdet edenlerin durumu dikkatini çekti ve içeri girerek onları izlemeye başladı. O, evde hapsedilmiş olduğu için bu insanların dini hakkında hiç bir bilgiye sahip değildi. Selman (r.a) tarlaya gitmekten vazgeçerek, büyük bir merak içerisinde, akşama kadar orada kalmış ve bu dinin Mecusilikten daha hayırlı olduğu kanaatine vararak, onlara bu dinin kaynağının nerede olduğunu sormuştu. Onunla ilgilenen hristiyanlar, dinleri hakkında onu bilgilendirmişler ve bu dinlerinin kaynağının Suriye de olduğunu söylemişlerdi. Selman (r.a), eve dönmekte gecikince babası endişelenmiş ve onu bulmak için adamlar göndermişti. Eve dönen Selman (r.a), başından geçen olayı babasına anlattı. Babası ise ona, gördüğü dinde hiç bir hayrın bulunmadığını ve atalarının dininin, karşılaştığı dinden daha iyi ve üstün olduğunu söyledi. Selman (r.a) babasına karşı çıkarak, hristiyanlığın kendi dinlerinden üstün olduğu konusunda onunla tartışmaya başladı. Babası, onun bu durumundan telaşlandı ve ayaklarından bağlayarak onu hapsetti. Selman (r.a), kilisedeki Hristiyanlarla irtibat kurarak, Suriye tarafına gidecek bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine haber vermelerini istedi. Böyle bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine verilen haber üzerine evden kaçtı ve bu kervana katılarak Suriyeye gitti. Burada bir rahibin hizmetine girdi ve ondan Hristiyanlığın esaslarını öğrenmeye başladı. Ancak bu rahib, kötü bir kimseydi. O, insanları sadaka vermeye teşvik ediyor, fakat topladığı bu sadakaları yerlerine sarfetmeyerek kendisi için biriktiriyordu. Bu rahib ölünce, Selman (r.a), onun yerine geçen rahibe tabi oldu. Bu kimse zühd ve takva sahibi bir zattı. Ona büyük bir sevgiyle bağlanan Selman (r.a), ölümü yaklaştığı zaman; kendisine kimi tavsiye edebileceğini sordu. Rahip ona, tabi olunabilecek tek kişiyi tanıdığını, onun da Musul'da bulunduğunu söyledi. Selman (r.a), Musul'a gidip, bu kimseye tabi oldu. Onun ölümü yaklaştığı zaman da ondan yine kimin gözetimine girmesi gerektiği hususunda tavsiye istedi. Bu zat ona, üzerinde bulundukları itikadta hiç kimseyi tanımadığını, ancak, Nusaybin'de bulunan bir âlime tabi olabileceğini söyledi. Selman (r.a) doğruca Nusaybine gitti. Nusaybin'deki rahibin yanında bir müddet kaldıktan sonra, onun da ölüm döşeğine yattığını gören Selman (r.a), yine kime uyabileceğini sordu. Bu kimse, ona, uyulabilecek tek bir kimseyi tanıdığını ve onun Rum diyarında, Ammuriye'de bulunduğunu söyledi. O ölünce Selman (r.a), Ammuriye'ye gitti. Ammuriye'de bir müddet kaldıktan sonra burada yanında kaldığı rahibin ölümü yaklaştığı zaman ondan da kime tabi olacağı konusunda vasiyette bulunmasını istedi. Bu kimse ona, yeryüzünde tabi olunabilecek bir kimsenin var olduğunu bilmediğini söyledi ve şöyle ekledi: "Ancak bir peygamberin gelmesi yakındır. O, İbrâhim'in dini üzere gönderilecek ve kavminin arasından hicret edip, içinde hurma bahçeleri olan iki harra arasındaki bir yere gidecektir. Onun peygamber olduğunu belirten alâmetleri vardır: O, hediye edilen şeyleri yer, sadaka olarak hiçbir şeyi kabul etmez. İki omuzu arasında da nübüvvet mührü bulunmaktadır. Görünce onu tanırsın. O ülkeye gidip ona katılmayı başarabileceğine inanıyorsan bunu yap" (Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, IV, 77-78; İbnul-Esîr, Üsdül-Gâbe, II, 417-418).
Selman (r.a), burada bir müddet kaldıktan sonra, Kelb kabilesinden bir tüccarla karşılaştı. Ondan, ülkesi hakkında bilgi aldı ve bahsedilen nebinin bu bölgedeki bir yerden çıkması gerektiğine kanaat getirerek, kendisini bir ücret karşılığında birlikte götürmesini istedi. Selman (r.a)'ın teklifini kabul eden Kelbli Arap onu yanına alarak Hicaz'a doğru yola çıktı. Ancak, Vadil-Kura'ya geldiklerinde bu kimse Selman (r.a)'a ihanet etti ve onu köle olarak bir Yahudiye sattı. Vadil-Kura'da hurmalıkları gören Selman (r.a), kalbi mutmain olmamakla birlikte, Ammuriye'deki rahibin kendisine tarif ettiği yerin burası olmasını arzuluyordu. Vadil-Kura'da bir müddet kaldıktan sonra, efendisinin amcasının oğlu olan Kureyzaoğulları'ndan bir kimse tarafından satın alınarak Medine'ye götürülen Selman (r.a), burayı görünce, hocasının kendisine bahsettiği beldeye geldiğini anlamıştı. Rasûlüllah (s.a.s) Mekke'de peygamberlikle görevlendirilip Medine'ye hicret edene kadar köle olarak hurma bahçelerinde çalışmış ve sürekli meşgul tutulduğu ve serbest olarak kimseyle konuşamadığı için, onun varlığından haberdar olamamıştı. Rasûlüllah (s.a.s) Kuba'ya geldiği zaman Yahudiler, Evs ve Hacrec'in ona iman etmesine kızıyor ve bunu bir türlü hazmedemiyorlardı. Selman (r.a), hurma bahçesinde bir ağacın tepesinde çalıştığı sırada Yahudilerden birisi gelmiş ve ağacın altında oturan Selman (r.a)'ın sahibine (Evs ve Hacrec'i kastederek); "Allah Benu Kayle'ye lânet etsin. Vallahi onlar şu anda, Mekke'den bu gün gelen bir adamın etrafında toplanmış bulunuyor ve onun nebi olduğuna inanıyorlar" dedi. Selman (r.a) şöyle demektedir: "Ben kendi kendime; "bu kesinlikle o peygamberdir" dedim. Öyle bir titremeye başladım ki; ağacın altında duran sahibimin üzerine düşeceğim korkusuna kapıldım. Süratli şekilde ağaçtan aşağı inip; "Ne diyor? Bu haber nedir?" diye sordum. Bunun üzerine efendim bana şiddetli bir yumruk attı ve; "Bundan sana ne! işinin başına dön" diye bağırdı. Ben ona; "Sadece duyduğum bu haberin ne olduğunu anlamak istemiştim" dedim. Akşam olunca Selman (r.a), biriktirmiş olduğu bir miktar yiyeceği alarak, Kuba'da bulunmakta olan Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanına gitti ve ona; "Senin salih bir kimse olduğunu duydum. Yanınızda ihtiyaç sahibi olan arkadaşlarınız var. Sizin halinizi duyduğum zaman, bunları size vermemin daha iyi olacağını düşündüm" dedi ve getirdiklerini Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanına koydu. Rasûlüllah (s.a.s), ashabına;
"Yiyin" dedi. Ancak kendisi bunlardan yemedi. Selman (r.a), sadaka kabul etmediğini gördügü zaman kendi kendine; "Bu alametlerin biridir" dedi. Daha sonra Rasûlüllah (s.a.s) Medine'ye geçti. Selmân (r.a) tekrar bir şeyler hazırlayarak Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanına gitti ve getirdiklerinin sadaka olmadığını, sadece kendisine hediye olarak vermek istediğini söyledi. Onun sahabeleriyle birlikte bunlardan yediğini görünce ikinci alametin de onda var olduğuna kani oldu. Bir zaman sonra Selman (r.a) tekrar Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanına gitti. Rasûlüllah (s.a.s) ashabıyla birlikte oturmaktaydı. O, onlara selam verdikten sonra, Rasûlüllah (s.a.s)'ın etrafında dolaşmaya başladı. Onun, bildiği bir şeyi araştırdığını anlayan Rasûlüllah (s.a.s) ridasını kaldırdı. Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'ın sırtındaki mührü gördüğü zaman Ammuriye'deki rahibin kendisine bahsettiği mührün aynısı olduğunu anladı ve onu öperek ağlamaya başladı. Rasûlüllah (s.a.s) onu yanına oturtarak halini sordu. Selman (r.a), oraya ulaşıncaya kadar başından geçen olayları anlattığı zaman, Rasûlüllah (s.a.s) ve orada bulunan sahabiler bunu hayretler içerisinde dinlemişlerdi (İbn İshak, es-Sîre, Nesr: M. Hamdullah, İstanbul 1981, 66; Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 77-79; İbnul-Esîr, Üsdül-Gabe, II, 418-419; Muhammed b. Hasan ed-Diyarbekrî, Tarihul-Hamis, Beyrut (t.y), I, 351-352; Ahmed b. Hafiz el-Hakemî, el-Kısasul-islâmiye, (muhtemelen) Riyad 1976, I,187-189). Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e geldiği zaman Arapçayı meramını anlatacak ölçüde bilmiyordu. Onunla Farsçayı bilen bir tercüman aracılığıyla konuşmuş olduğu rivayet edilmektedir (Diyarbekrî, a.g.e., I, 352).
Selman (r.a)'ın İsfahan'daki köyünde başlayan ve müslüman olup kölelikten kurtuluncaya kadar başından geçen bu olayları Ahmed b. Hanbel, İbn Sa'd, İbnul-Esir ve diğerleri, onun kendi anlatımıyla İbn Abbas'dan rivayet etmektedirler. İbn Sa'd'ın Kurre el-Kindî'den naklettiği başka bir rivayette ise Selman (r.a)'ın bu kıssası farklı bir şekilde anlatılmakta ve onun, islâm'a ulaşan yolculuğu esnasında, hıristiyan hocaların vasiyetleriyle, Hıms'a gittiği; yine buradan tavsiye üzerine Kudüs'e ulaştığı; burada kendisine tarif edilen zatı bulup ondan ilim tahsil ettiği; bu kimsenin ona son peygamberin çıkacağı yer ve önceki rivayetlerde geçen alametleri bildirmesi üzerine Hicaz'a doğru hareket ettiği ve sonunda Araplardan bir topluluk tarafından köle edilip Medine'de bir kadına satıldığı nakledilmektedir (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 71-72; diğer rivayetler için bk. el-Hâkim, el-Müstedrek, Beyrut (t.y.), III, 598, vd.).
İbnul-Hacer, Selman (r.a)'ın müslüman olana kadar hakkında nakledilen kıssaların birbiriyle farklılıklar arzettiğini, bunların arasını telif etmenin güç olduğunu söylemektedir (Askalanî, a.g.e., II, 62).
Selman (r.a), Hicret'in beşinci yılına kadar köle olarak yaşamıştır. Bundan dolayı o, Hendek savaşından önceki gazalara iştirak edemedi. Uhud savaşı öncesinde Rasûlüllah (s.a.s) ona, efendisiyle mükâtebede bulunmasını söyledi. Selman (r.a), bunun üzerine efendisine giderek onunla, üçyüz hurma fidanı temin edip dikmek ve kırk ukiye (1600 yüz dirhem) altın vermek şartıyla anlaştı. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s), Sahabilere: "Kardeşinize yardım edin " dedi. Sahabiler güçleri miktarınca fidan temin ederek üç yüz tane fidanı ona verdiler. Rasûlüllah (s.a.s), ona: "Selman, git çukurlarını kaz. Dikmeye sıra geldiği zaman onları sen dikme, bana haber ver. Onları kendi ellerimle yerlerine koyayım"dedi. Selman (r.a), çukurların kazılma işini Sahabîlerin yardımıyla bitirdi. Rasûlüllah (s.a.s), bahçeye giderek bütün fidanları yerine koydu. Bu fidanlardan hiç bir tanesi kurumamıştı. Daha sonra, Rasûlüllah (s.a.s) Selman (r.a)'ı yanına çağırarak, efendisine ödemesi gereken kırk ukiye altını ödemesi için ona yumurta büyüklüğünde bir altın külçesi verdi. Selman (r.a): "Bu benim ödemem gereken miktarı nasıl karşılar ya Rasulallah?" demekten kendini alamadı. Rasûlüllah (s.a.s) ona, Ey Selman! Allah onunla senin borcunu karşılayacaktır" dedi. Selman (r.a) şöyle demektedir: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onunla kırk ukiyelik ödemem gereken miktarı ödedim". Artık böylece Selman (r.a) hürriyetine kavuşmuş oluyordu (Ahmed b. Hanbel, V, 443-444; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 79-80; Diyarbekri, I, 468; İbnül-Esîr, Üsdü'l-Gabe, II, 419; onun azad edilmesi hakkında değişik rivayetler için bk. Diyarbekrî, a.g.e., I, 469).
Selman (r.a)'ın katıldığı ilk savaş Hendek savaşıdır. Müşrikler, müttefiklerle birlikte oluşturdukları on bin kişilik bir orduyla birlikte Medine'ye doğru harekete geçtikleri zaman, Rasûlüllah (s.a.s), şehir içinde kalarak bir savunma savaşı vermeyi kararlaştırmıştı. Ancak, Medine'nin çevresinde düşmanın şehre girişini engelleyecek her hangi bir sur yoktu. Bu durum şehrin savunulmasını oldukça güçleştiriyordu. Yapılan istişareler esnasında Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e, "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz İranda muhasara edildiğimiz zaman şehrin etrafında bir hendek kazarak kendimizi savunurduk" deyip hücuma açık bölgede bir hendek kazılması görüşünü ileri sürmüştü (Taberi, Tarih, II, 566). Bu görüş Rasûlüllah (s.a.s) tarafından uygun bulunmuş ve derhal hendeğin kazılması için faaliyete geçilmişti. Selman (r.a), kuvvetli bir kimseydi ve kazı işinde oldukça verimli çalışmaktaydı. Ensar grubu, Selman (r.a)'ı sahiplenerek, "Selman bizdendir" dediler. Bunun üzerine muhacirler; "Hayır Selman bizdendir" demeye başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah (s.a.s); "Selman bizdendir. O ehl-i beytimdendir" diyerek onu ehl-i beytine dahil etmiştir (Taberi, aynı yer; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 83).
Selman (r.a), daha sonraki bütün savaşlarda Rasûlüllah (s.a.s) ile birlikte bulunmuştur. Mekkeli müşrikler, Medine önlerine geldikleri zaman şehirle aralarındaki hendeği gördüklerinde şaşırmışlardı. Çünkü Araplar daha önce böyle bir savunma usulünden habersizdiler. Müşrikler, bu hendeği geçmeyi denedilerse de başaramadılar. Savaşın kazanılmasında hendeğin rolü o kadar büyük olmuştur ki, bundan dolayı Hendek savaşı olarak adlandırılmıştır.
Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanından vefat edinceye kadar ayrılmadı. Hz. Ebu Bekir (r.a)'in Halifeliği zamanında da Medine'de bulunmuştur.
Ömer (r.a) devrinde islâm ordusu İran'ın fethi için harekete geçtiği zaman Selman (r.a) da bu orduya katıldı. Selman (r.a) İran asıllıydı. Bundan dolayı düşman ordusunun durumunu çok iyi biliyordu. Ayrıca Farsların islâm dinini kabul ederek dalaletten kurtulmalarını şiddetle arzulamaktaydı. İranlılar, Kadisiye yenilgisinden sonra Medain'de toplanmışlardı. Müslümanlar Dicle nehrinin kenarına geldikleri zaman, karşıya geçmek için hiç bir şey bulamadılar. Sa'd b. Ebi Vakkas, karşı sahile bir öncü birliği gönderip geçiş güvenliğini sağladıktan sonra, bütün orduya nehri geçme emrini verdi. Ordu topluca, suları kabarmış bir şekilde akan Dicle nehrine daldı. Sa'd (r.a)'ın yanında Selman (r.a) bulunmaktaydı. Sa'd (r.a), dua ediyor ve Allah Teâlâ'nın dostlarına yardım edeceğini, dinini üstün kılacağını ve Allah Teâlâ'ya isyan eden bir topluluğun iyiliğe (İslâm'a) galebe çalamayacağını söylüyordu. Nehrin ortasında oldukça heyecanlı bir halde bulunan Sa'd (r.a)'a, Selman (r.a) şöyle demekteydi: "İslâm yepyenidir. Allah, karaları nasıl müslümanların emrine vermişse, denizleri de onların emrine verecek güçtedir. Allah'a yemin ederim ki müslümanlar nehre nasıl akın akın girmişlerse nehirden öylece akın akın çıkacaklardır". Gerçekten Selman (r.a)'ın dediği olmuş ve müslüman ordusu hiç kayıp vermeden karşı kıyıya geçmişti (Taberi, Tarih, IV, 11-12; İbn ul-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, II, 511-512). İranlı askerler dehşet içerisinde, onların nehri geçişleri ne bakıyorlar ve kendi kendilerine; "Şeytanlar geliyor. Vallahi bizim savaştığımız bu topluluk cinlerden başkaları değildir" demekteydiler (Taberi, II, 514). İranlı askerler kaçarak Kisra'nın sarayına sığınıp direnmeye devam ettiler. Buraya gönderilen öncü birliğinin komutanı Selman (r.a)'dı. O, surun önüne geldiği zaman, İslâmın emrettiği şekilde onları üç defa müslüman olmaya, kabul etmezlerse cizye ödemeye davet etti. Selman (r.a) onlara şöyle diyordu: "Ben de aslen sizden biriyim. Size acıyor ve yumuşak davranıyorum. Eğer müslüman olursanız bizim kardeşlerimiz olarak aynı haklara sahip olursunuz. Bunu kabul etmez, dininiz de kalmak isterseniz, bize itaat ederek cizye ödersiniz. Bunu da kabul etmezseniz, diğerleri gibi sizinle savaşırız" (Taberi, a.g.e., IV,14). Selman (r.a), meselenin Arapların Acemlere hâkimiyeti meselesi olmadığını onlara anlatabilmek için, "Sizden biri olduğum halde Araplar bana itaat ediyor" diyerek (İbn Hanbel, V, 444) ikna etmeye çalışıyordu. Selman (r.a) ilk iki şartı kabul etmemeleri üzerine onlara üç gün düşünmeleri için mühlet verdi. Üçüncü gün sarayda bulunan askerler teslim olmayı kabul ettiler ve böylece Kisra'nın muhteşem sarayı müslümanların eline geçmiş oldu (Taberi, a.g.e., IV). Daha önce Behuresirdekileri de o islâm'a davet etmişti. Ancak buradakiler, cizye vermeyi de reddedince savaşılarak mağlup edilmişlerdi (Taberi, aynı yer).
Sa'd (r.a) Medâin'de karargah kurmuştu. Ancak buranın havası, islâm askerlerine iyi gelmemiş, iklim değişikliğinden dolayı yüzlerinin renkleri değişmişti. Bu durumu öğrenen Ömer (r.a), Sa'd'a haber göndererek, müslümanların yaşamalarına uygun bir yer tesbit edilmesi için Selman (r.a) ile Huzeyfe (r.a)'ı görevlendirmesini istedi. Bu yer ile Medine arasında ulaşım kolaylığını engelleyecek bir nehrin bulunmamasını özellikle vurguladı. Bölgede araştırmalarda bulunan Selman (r.a) ve Huzeyfe (r.a), sonunda Kufe üzerinde karar kıldılar ve burada ordugah şehri inşa edildi (17/638) (Taberi, a.g.e., IV, 40-41; İbn ul-Esir, el-Kamil fit-Tarih, II, 527-528). Selman (r.a) İran'ın fethi için devam eden askerî harekâtlarda aktif olarak rol almıştır (Taberi, IV, 305; İbnul-Esir, el-Kâmil fit-Tarih, III, 132).
Selman (r.a), Hz. Ömer (r.a) döneminde Medâin valiliğinde bulunmuştur. Selman (r.a), Hicri 36 yılında Medain'de vefat etmiştir (İbn ul-İmad, Sezerâtu'z-Zeheb, I, 44; İbn Hacer, a.g.e., II, 63; İbnul-Esîr, Tarih, III, 287; İbn Sa'd, a.g.e., VI,17). Ancak onun ölüm tarihi hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Hz. Osman (r.a)'ın hilafetinin sonlarına doğru, (35) veya 37 yılında vefat ettiği rivayet edilmekte; hattâ Hz. Ömer zamanında öldüğü de söylemektedir (İbnul-Esîr, Üsdü'l-Gabe, II, 421). İbn Hacer, onun ölümü ile ilgili farklı tarihleri verdikten sonra, Enes (r.a)'den, İbn Mes'ud'un, ölüm döşeğindeki Selman (r.a)'ı ziyaret ettiği şeklindeki rivayeti delil alarak, İbn Mes'ud'un 34. yıldan önce vefat ettiğini, dolayısıyla Selman (r.a)'ın ölümünün 33. veya 32. yılında olması gerektiği görüşünü ileri sürmektedir (İbn Hacer, a.g.e., II, 63). Onun iki yüz elli ile üç yüz elli sene yaşadığı şeklinde rivayetler bulunmakta ve raviler iki yüz elli sene yaşadığının şüphe götürmez olduğunu söylemektedirler (el-Askalanî, a.g.e., II, 62; İbnul-Esîr, Tarih, II, 287; Üsdül-Gabe, 421). İbn Hacer, Zehebî'nin rivayetlerini değerlendirdikten sonra, onun ancak seksen yıl kadar yaşamış olabileceği kanaatine vardığını nakletmektedir (İbn Hacer, aynı yer) ki, gerçeğe yakın olan da budur. Selman (r.a)'ın mezarı, Bağdad'ın 30 km doğusunda Medain harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarındadır. Onun bulunduğu yer Selman-ı Pak (temiz Selman) olarak isimlendirilmiştir. Onun mezarının içinde bulunduğu cami IV. Murad tarafından tamir ettirilmiştir.
Selman (r.a), ilim, fazilet ve zühd bakımından Ashabın en önde gelen simalarından birisi olup, Rasûlüllah (s.a.s)'e yakınlığıyla tanınmaktadır. Hz. Aişe (r.an), şöyle demektedir:
"Bir çok geceler Selman (r.a) Rasûlüllah (s.a.s) ile yalnız kalırlardı. Bu beraberlik o kadar sürerdi ki Rasûlüllah (s.a.s) hanımlarından birinin yanına bile girmezdi" (İbnul-Esir, Üsdül-Gabe, II, 420). Rasûlüllah (s.a.s), Hendek savaşı esnasında onun ehl-i beytinden olduğunu ilân etmişti.
Hz. Ali (r.a) onun hakkında; "Ona evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi verilmiştir. Onda bulunan bu ilme ulaşılamaz" demiştir. Başka bir zaman da: "O bizim ehl-i beytimizdendir. Aranızdaki konumu Lokman Hekim gibidir. İlk ve son kitabı okumuştur. Sonu olmayan bir denizdir" demiştir. Muaz (r.a) kendisine gelenlere ilmi, aralarında Selman (r.a)'ın da bulunduğu dört kişiden talep etmelerini söylemiştir. Onun ilmi hakkında yapılan övgüler Rasûlüllah (s.a.s)'in söylediği; "Selman ilme doyuruldu" (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85). Sözüne dayandırılmaktadır. Selman (r.a), Ebu Derdâ' (r.a)'ın gece boyu namaz kıldığı ve sürekli oruç tuttuğunu gördüğü zaman onu bundan alıkoyup hazırlanan yemekten yiyerek orucunu bozması konusunda ısrar etmiş ve ona; "Üzerinde gözünün hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Bazen oruç tut, bazen tutma; bazen namaz kıl, bazan ara ver" (bunları nafile olan ibâdetleri için söylemiştir). Ebu'd-Derdâ' bu durumu Rasûlüllah (s.a.s)'e ilettiği zaman o; "Selman senden daha âlimdir" dedi ve bunu üç kere tekrarladı (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85-86).
Hz. Ömer (r.a), ona büyük bir saygı gösterirdi. Ümmetin idaresinin sorumluluğu altında ezilen Ömer (r.a), duyduğu bir endişesini dile getirerek Selman (r.a)'a şöyle sormuştu: "Ben bir melik (kral) miyim, yoksa halife miyim?". Selman (r.a) ona şöyle karşılık verdi; "Eğer sen müslümanların toprağından bir dirhemden az veya fazla bir para alır, sonra onu, haksız bir şekilde sarfedersen, sen halife olmayıp bir melik olursun" (Taberi, a.g.e., IV, 211; İbnu'l-Esir, Tarih, III, 59).
Hz. Ömer (r.a), fey gelirlerini taksim ederken, Selman (r.a)'a dört bin dirhem hisse ayırmıştır. Bazı kimseler, "Halifenin oğlu (Abdullah) üç bin beşyüz dirhem alıyor, bu Farslı ise dört bin dirhem alıyor" diyerek bu durumu garipsemişlerdi. Oradakiler: "Selman, Rasûlüllah (s.a.s) ile Abdullah'ın katılmamış olduğu bir çok savaşa katılmıştır" diyerek cevapladılar (İbn Sa'd, IV, 86). Başka bir rivayette, Ömer (r.a), Fey gelirlerinden müslümanlara maaş bağlamak için Divanul-Atâ'yı tesis ettiği zaman, Sahabiler için islâm'daki öncelikleri ve katıldıkları savaşları göz önüne alarak bir gruplandırma yaptığı; Selman (r.a)'ı, Hasan (r.a), Hüseyin (r.a) ve Ebu Zer ile birlikte olmadıkları halde Bedir ehlinden sayarak alacakları miktarı beş bin dirhem olarak kararlaştırdığı bildirilmektedir (Taberi, a.g.e., III, 614).
Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Cennet üç kişiyi özler. Ali, Ammar ve Selman" (Tirmizi, Menâkib, 34).
Selman (r.a), son derece mütevazi ve kanaatkar bir hayat yaşamıştır. O, Medain'de vali bulunduğu ve çoğu devlet memurlarından fazla gelire sahip olduğu halde günlük yaşamı, son , derece sadeydi. O, köle olduğu zaman nasıl giyinir ve nasıl gezerdiyse Medain valisi olduğu zaman da aynı hal üzere devam etmişti. O, eline geçen parayı tasadduk eder ve kendi emeğiyle ürettiği şeylerden başkasını yemezdi. Tanımayan birisinin, onun vali olduğunu anlaması mümkün değildi. Medain sokaklarında yürürken Suriye tarafından gelen bir tüccar, üzerinde alelade bir aba ile gördüğü Selman'ı çağırarak yüklerini taşımasını istedi. O, hiç tereddüt etmeden yükleri sırtına aldı ve adamla birlikte yürümeye başladı. Onu bu halde görenler, "Bu validir" dediklerinde adam; "Seni tanımıyordum" diyerek özür diledi. Selman (r.a) ona, "Hayır bunları evine kadar götüreceğim" diyerek yoluna devam etti (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 88; buna benzer diğer bir olay için bk. aynı yer).
Bazı kimselerin giyiminden dolayı kendisine dil uzatmaları ve hafife almalarına karşı hiç bir tepki göstermemiştir. Bir defasında iki genç asker yanından geçerlerken, onu göstererek; "Emiriniz budur" diyerek gülüyorlardı. Selman (r.a)'ın yanındaki adam ona, "Ey Ebu Abdullah! şunların ne dediğini görüyor musun?" dedi. Selman (r.a) ona şöyle dedi: "Onları bırak. Hayır ve şer bu günden sonradır. Eğer toprak yemeyi becerebilirsen onu ye de, iki kişiye dahi olsa emir olmaktan kaçın. Mazlumun ve sıkışık durumdaki kimselerin duasından sakın. Çünkü onların duaları ile Allah Teâlâ arasında perde yoktur" (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 87-88). Selman (r.a) çok cömert bir kişiliğe sahipti. Eline geçen her şeyi fakirlere bölüştürürdü (İbnul-Esîr, Üsdül-Gâbe, II, 420).
O, hiçbir zaman sadaka kabul etmemiştir. Çoğu zaman eline geçen parayla hemen et alır ve onu pişirerek, hadis ehlini çağırır ve birlikte yerlerdi (İbn Sa'd, IV, 9).
Selman (r.a), ölüm döşeğine yattığı zaman, ziyaretine giden Medain valisi Sa'd b. Malik ve Sa'd b. Mes'ud onu ağlarken buldular. Neden ağladığını sorduklarında o şöyle cevap vermişti: "Rasûlüllah (s.a.s) bizden bir ahid aldı. Hiç birimiz onu koruyamadık. O bize şöyle demişti: "Sizin dünyadaki geçimliliğiniz bir yolcunun azığı kadar olsun ".
Onun ilmi ve takvası diğer sahabileri de etkilemekteydi. Zira onu ziyarete giden Sa'd b. Ebi Vakkas, kendisine nasıl davranması gerektiği şeklinde tavsiyede bulunmasını istemişti (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 90-91).
Selman (r.a), sık saçlı, uzun boylu bir kimseydi. Onun Medâin'de Bukeyre adında bir hanımı vardı (İbn Sa'd, IV, 92). Selman (r.a), Medine'deyken Hz. Ömer (r.a)'in kızını ondan istediği, fakat, Amr b. el-Âs'ın bu konuda Selman (r.a)'ı kızdırması üzerine bundan vazgeçtiği nakledilmektedir (İbn Abdirrabbih, İkdu'l-Ferid, Beyrut 1949, VI, 90). Ancak onun ailesi hakkında açık rivayetler bulunmamaktadır.
Sufiler, Selman (r.a)'ı Ashabul-Suffe ile birlikte tasavvufun kurucularından biri olarak kabul ederler. Bir çok tarikat silsilesi ona dayandırılmaktadır. O, Rasûlüllah (s.a.s)'ın berberliğini yaptığı için Futuvvet teşkilatına bağlı berberlerin piri olarak kabul edilmekteydi. Selman (r.a)'ın sahip olduğu haklı şöhreti, bütün müslümanların ona karşı içten bir sevgi duymalarına sebep olmuştur. Sünnî müslümanlar onun adını büyük bir sevgiyle anarlar. Ehli beytten sayılması, Şiilerin ona karşı farklı bir ilgi göstermelerine sebep olmuştur. Hacdan dönen Şiiler Kerbela'dan sonra onun mezarını ziyaret etmeyi ihmal etmezler. Ayrıca, Şiiler, Hz. Ali ve Ehli Beyt hakkında rivayet olunan hadislerin çoğunu ona isnad ederler. Gulat-ı Şia ekollerinde ise o, ilahî sudur sırasında Ali (r.a)'den hemen sonra yer alır. Nusayriler ise onu, üç gizli harften biri kabul ederler. Nusayriliğin teslis akidesini ifade eden ayn, mim ve sin harflerinden ayn Ali'yi, mim Muhammed (s.a.s)'i, sin ise Selman'ı ifade eder. Mana (Ali), ism (Muhammed) bab ise Selman'dır. Buna göre o Nusayrî teslis akidesinin kapısı (bab) olup, üçüncü had'dir. Durzîler ise, Kur'an'ın Selman'a vahyolunduğuna, Peygamberin Kur'an'ı ondan aldığına inanmaktadırlar. Bu ekoller, oluşturdukları inanç sistemlerinde diğer bir kaç sahabi ile birlikte Selman (r.a)'ı temel unsur olarak kullanmışlar ve ona çesitli fonksiyonlar yüklemişlerdir. Bu mezheplerin gerçekte mutedil Şia ile alakaları yoktur. Zira muhtevâlarındaki inanç prensipleri gözönüne alındığı zaman islâmî şahsiyetlerin isimlerini kullanarak putperest bir inanç sistemi meydana getirdikleri görülecektir.
31 Ağustos 2017 Perşembe
Sevbân (r.a.)
Peygamberimizin kölelikten efendiliğe yücelttiği, insanların en şereflileri arasına kattığı ve Ehl-i Beyt’inden saydığı bahtiyar zatlardan birisi de Hz. Sevbân’dır (r.a.).
Hz. Sevbân aslen Yemenliydi. Esir olarak satılıyordu. Peygamberimiz esaret parasını vererek onu hürriyetine kavuşturdu, sonra da serbest bıraktı. Fakat Hz. Sevbân, engin şefkat deryası olan Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) bir anda ısınmıştı. Ondan ayrılmak istemedi. Bunu fark eden Peygamberimiz, kendisine şu teklifte bulundu:
“İstersen ailenin yanına dön, onlarla yaşa; istersen bizimle, Ehl-i Beyt’imizin arasında bulun.”
Bu, Hz. Sevbân’ın dört gözle beklediği bir teklifti. Hiç düşünmeden, Kâinatın Efendisi’yle beraber kalmayı kabul etti.[1]
Hz. Sevbân böylece Peygamber ailesinin hizmetinde bulunma şerefine erdi. Aynı zamanda Peygamberimizin hususi hizmetkârlık vazifesini de yürüttü. Akıllı, dirayetli ve zeki bir insandı. Peygamberimizin her emrine koşar, her işini görür ve en mükemmel şekilde isteklerini yerine getirirdi.
Hz. Sevbân, Peygamberimizle olan bir hatırasını şöyle anlatır:
Resûlullah (a.s.m.) sefere çıkacağı zaman en son olarak kızı Hz. Fâtıma’ya (r.anha) uğrardı. Dönüşünde de ilk önce Hz. Fâtıma’nın evine giderdi. Bir seferden dönmüştü… Hz. Fâtıma kapının üzerine bir örtü asmıştı. Hasan’la Hüseyin’in de (r.a.) kollarında gümüşten iki bilezik vardı. Peygamberimiz bunları gördü, Hz. Fâtıma’nın yanına uğramadan geçti. Hz. Fâtıma, Resûlullah’ın eve girmeyişinin, kapıya astığı perdeden ileri geldiğini anlamıştı. Derhâl perdeyi çekti. Çocukların kollarındaki bilezikleri çıkardı, ellerine vererek nur dedelerine gönderdi. Hasan’la Hüseyin ağlayarak Resûlullah’ın yanına gittiler. Resûlullah, bilezikleri çocuklardan aldı, bana da şöyle buyurdu:
“Ey Sevbân, bunları falan aileye götür, Fâtıma için aşık kemiğinden yapılmış bir gerdanlık ve fil dişinden yapılmış iki bilezik satın al. Çünkü bunlar benim Ehl-i Beyt’imdir, dünyada iken cennet nimetlerini yemelerini hoş görmem!”[2]
Hz. Sevbân, Peygamberimize çok hürmet eder, ona karşı yapılan en ufak kabalığa tahammül edemez, âniden tepki gösterirdi. Bazen bu şiddetli bağlılığı dolayısıyla sıkıntılara katlandığı da olurdu.
Bir defasında bir Yahudi gelerek Resûl-i Ekrem’le (a.s.m.) konuşmak istedi, “Esselâmü aleyke yâ Muhammed!” diye hitap etti. Hz. Sevbân, Yahudi’nin Peygamberimize adıyla seslendiğini duyunca, bunu bir hürmetsizlik bilerek hemen müdahale etti. “Neden ‘Yâ Resûlallah’ demedin?!” diye çıkıştı. Daha da ilerleterek Yahudi’yle kavgaya tutuştu. Bir-iki yerinden de yaralandı. “Resûlullah’a sadece ismiyle hitap etmeyi bir hata telakki ederim.” dedi. Sevbân’ı yatıştıran Peygamberimiz, “Benim aile içindeki ismim Muhammed’dir.” buyurdu.[3]
Hz. Sevbân, Resûlullah’tan ayrı kalmaya hiçbir zaman dayanamayan bir Peygamber âşığıydı. Çeşitli hizmetler dolayısıyla bazen Resûlullah’tan ayrı kaldığı olurdu. Bir gün perişan bir hâlde Resûl-i Ekrem’in huzuruna geldi. Rengi uçmuş, vücudu zayıflamış, simasında hüzün ve keder belirtileri noktalanmıştı.
Onu bu vaziyette gören Peygamberimiz, hâlini sordu: “Neyin var, hasta mısın, ey Sevbân?”
Hz. Sevbân derdini şöyle anlattı:
“Ne hastalığım ne de ağrım var. Hiçbir şeyim yoktur, yâ Resûlallah! Biz huzuruna gelip gittikçe cemaline bakıyor, yanında oturuyor, sohbetinde bulunuyoruz. Ancak sizi görmediğim zamanlar muhabbetim artıyor, sana kavuşuncaya kadar kederden bunalıyorum! Sonra ahireti hatırlıyorum ve orada sizi görememekten korkuyorum! Çünkü siz cennette diğer peygamberlerle beraber yüksek makamlarda bulunacaksınız. Ben ise cennete girsem bile senin derecenden aşağı makamlarda bulunacağımdan dolayı, sizi orada görememekten endişe ediyorum…”[4]
Hz. Sevbân’ı dinleyen Peygamberimiz ona cevap vermeye hazırlanırken hemen Cebrâil (a.s.) geldi ve şu âyeti okudu:
“Kim Allah’a ve peygamberlere itaat ederse, işte onlar Allah’ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle, dosdoğru olanlarla, şehitler ve salih kimselerle beraberdir. Onlar ne iyi arkadaştırlar!”[5]
Vahyin tamamlanmasından sonra Hz. Sevbân’ın sevincine diyecek yoktu. Sevincinden âdeta çocuk gibi olmuştu. Resûlullah’a olan muhabbetinin ücretini daha dünyadayken aldığı gibi, onun mübarek simasını cennette görebilme müjdesini de alıyordu.
Peygamberimiz, hazır bulunanlara bir seferinde şöyle buyurmuştu:
“Kim bana bir meselede tekeffül ederse ben de ona cenneti tekeffül ederim.”
Bunun üzerine Hz. Sevbân acele davranarak, “Ben!” dedi. Peygamberimiz de, “Kimseden bir şey isteme ve sual sorma!” buyurdu.
Bundan sonra Hz. Sevbân kimseden bir şey istemedi. Hattâ binekteyken kamçısı yere düşecek olsa, onu kimseden istemez, iner, kendisi alırdı.[6]
Peygamberimiz hayatta olduğu müddetçe Hz. Sevbân hizmetinden ayrılmadı. Bütün ömrünü Resûlullah’ın uğrunda feda etti. Bunun mükâfatını da dünyadayken alma bahtiyarlığına kavuştu. Yukarıda zikredilen hadisle cennete hak kazandığı gibi, aynı zamanda Ehl-i Beyt’ten de sayıldı.
Hz. Sevbân’ın da bulunduğu bir sırada Peygamberimiz, ailesi için dua ediyordu. Hz. Sevbân, “Yâ Resûlallah, ben de Ehl-i Beyt’tenim.” dedi. Bu sözü üç defa tekrarlayınca Peygamberimiz kendisini kabul ederek, “Evet, sen de bizdensin; fakat kimsenin kapısına dikilmemek ve kimseden bir şey istememek şartıyla!” buyurdu.[7]Çünkü başkasından sadaka kabul etmek ve minnet altına girmek Ehl-i Beyt’e yakışmayan bir sıfattı.
Hz. Sevbân, Peygamber ailesinden sayıldığını duyunca dünyalar kendisinin oldu. Bütün hayatı boyunca da Peygamberimizin bu tavsiyesine riayet etti.
Hz. Sevbân, Peygamberimizle birlikte olduğu müddetçe ondan duyduğu hadisleri hemen ezberler, muhafaza ederdi. Bu sayede sahabilerin hadis âlimleri arasına girmişti. Sahih hadis kitaplarında 127 rivayeti bulunmaktadır.[8]Ayrıca hadis sahasında pek çok talebe yetiştirmişti. Aynı zamanda İslam hukukunda da derin bilgiye sahipti.
Peygamberimiz irtihâl edince Hz. Sevbân Medine’de ancak üç gün kalabildi. Nereye baksa Peygamberimizi hatırlıyor, ayrılığa dayanamıyordu. O da Hz. Bilâl-i Habeşî gibi Medine’den ayrıldı. Şam bölgesine gitti, Remle’ye yerleşti. Daha sonra Mısır’ın fethine katıldı. Son senelerini Humus’ta geçirdi. Hicret’in 54. senesinde de vefat etti.
Allah ondan razı olsun!
Hz. Sevbân’ın rivayet ettiği hadislerden birisi şu mealdedir.
“Bir zaman gelecek, obur kimselerin çanağa eğilip toplandıkları gibi, milletler de her cihetten sizin aleyhinizde toplanıp birleşecekler.”
Bizler, “Yâ Resûlallah, biz o gün sayıca az mıyız?” dedik.
Peygamberimiz, “Belki siz o gün çok olacaksınız, fakat siz sel suyunun taşıdığı çer çöp gibi dağınık olacaksınız. Düşmanlarınızın kalbinden korku çıkacak, sizin kalbinize ise vehn girecek.”
Biz, “Vehn nedir?” diye sorduk.
Resûlullah, “Vehn, dünya hayatını sevmek, ölümü hoş görmemektir.” buyurdu.[9]
____________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 1: 249.
[2]Müsned, 5: 275; Ebû Dâvud, Tereccül: 21.
[3]Muhtasar Tefsir-i İbni Kesir, 1: 411; Esbâb-ı Nüzul, s. 158-159.
[4]Nisâ Sûresi, 69.
[5]Asr-ı Saadet, 3: 387; Müstedrek, 5: 481.
[6]Müsned, 5: 277.
[7]İsâbe, 1: 204.
[8]Tecrid Tercemesi, 4: 64.
[9]Müsned, 5: 278; Ebû Dâvud, Melâhim: 5.
25 Ağustos 2017 Cuma
Suheyb bin Sinan (r.a.)
İslam güneşinin ilk doğduğu yıllardı... Bu nur bazılarının gözünü kamaştırıyor, bazılarını da kendisine cezbediyordu. İslam nurunun etrafında hâlelenen yıldızlar günden güne artıyordu, dünya ve ahiret bahtiyarlığına koşuyorlardı.
İlk Müslümanların safına girecek olan Ammar bin Yâsir bir gün Erkam’ın evinin önünde Suheyb bin Sinan’ı gördü. “Burada ne arıyorsun, ey Suheyb?” dedi. Suheyb de Ammar’a, “Sen niçin geldin buraya?” diye sorunca, Ammar, “Ben Muhammed’in huzuruna girip sohbetini dinlemek istiyorum.” dedi. Süheyb de “Ben de bunun için gelmiştim.” O anda aynı fikirde birleşen Ammar ile Suheyb, Peygamberimizin huzuruna girdiler.
Saatlerce Peygamberimizin nurlu sohbetini dinleyen bu iki bahtiyar, karanlık basıncaya kadar orada kaldılar. Peygamberimizin teklifi üzerine hemencecik ısındıkları İslam safına girdiler.
Kendilerinde bir hafiflik hissediyorlardı. Sevinçten uçuyorlardı. Ama çileli, zahmetli bir davete icabetle, işkence ve ıstırabı baştan kabul etmişlerdi. Çünkü Suheyb, İslam’a girdiğinde Müslümanların sayısı 30’u henüz geçmişti.[1]İlk saffı teşkil ediyorlardı. Bunun için müşriklerin hedefi olmuşlardı.
Hz. Suheyb, Hz. Abdullah bin Cüd’ân’ın azatlı kölesiydi. Bunun için yalnızdı, güçlü bir kabilesi ve çevresi yoktu. Müslümanları yıldırmak ise müşriklerin tek vazifesiydi. Hele bir de sahipsiz birinin İslam’a girişini duyunca, zulüm damarları daha da kabarıyordu.
İşte Suheyb bin Sinan da, İslam davası uğrunda müşriklerin zulmüne uğrayan Müslümanlardan birisiydi. Hz. Ammar ile Suheyb’e eşi görülmemiş zulümler tatbik ediyorlardı. Çıplak olarak zırh giydirip cehennemî güneşin kavurucu azabına terk ediyorlardı.
Bir defasında Mekke çarşısında Suheyb, Ammar ve Habbab birlikte giderlerken müşriklerle karşılaştılar. İman kalesinin bu yüksek burçlarını bir arada gören müşrikler, “İşte Muhammed’in beraber olduğu kişiler!” diyerek ağıza alınmadık hakaretler yaptılar. Çünkü onları yıldırmak için ellerindeki bütün işkence usullerini kullanıyorlardı. Ancak onlar müşriklerin karşısında susmadılar. Suheyb şöyle haykırdı:
“Evet, biz Allah’ın Peygamberi Muhammed’le beraberiz. Onunla oturup kalkıyoruz. Biz Allah’ın Peygamberine iman ettik, siz inanmadınız. Biz onu tasdik ettik, siz yalanladınız. Unutmayın! Biz Müslüman olduğumuz için değersiz değiliz, siz de müşrik olduğunuz için asla üstün değilsiniz.”
Hz. Suheyb’in bu kahramanca cevabına tahammül edemeyen müşrikler, “Allah’ın aramızdan nimet ve rahmetine erdirdiği kimseler bunlar ha!”[2]diyerek Suheyb’in üzerine saldırdılar. Hırslarını, kinlerini onu döverek alıyorlardı. Konuşmasına fırsat vermiyorlardı. Suheyb’i öyle dövmüşlerdi ki, zavallı ne söylediğini bilemez hâle gelmişti…[3]
Ama Suheyb bütün bu işkencelere mukavemet ediyordu. Yapılan eziyetler onun için hak yolda sebat için bir teşvik kamçısı oluyordu. İmanı kat kat artıyordu. Usanmak bıkmak bilmeyen bir azimle nurlu davayı omuzunda taşıma gayreti içindeydi.
Bu çileli ve ıstıraplı günler sona ermeye başlamıştı. Peygamberimiz hicretle emrolunmuş, Medine’ye gitmek için yola çıkmıştı. Müslümanlar, tek tek o nuru takip ediyorlardı. Onsuz geçen zamanı ölü, sohbetinden mahrum kaldıkları anları boş sayıyorlardı. Suheyb bin Sinan da hicrete karar vermişti. Bir nebze de olsa Mekkelilerin eza ve cefasından kurtulmuş olacaktı. Fakat bir türlü fırsatını bulamıyordu. Nihayet Hz. Ali’nin hicret ettiğini görünce, hazırlığını yapıp Medine yolunu tuttu.
Hz. Suheyb’in hicret ettiğini duyan müşriklerden bazıları peşine düştüler. Ona mâni olmak istediler. Nihayet yetiştiler. Mekke’den ayrılmasına müsaade etmeyeceklerini belirterek şöyle dediler:
“Sen Mekke’ye bir köle olarak geldin. Fakirdin. Bizim sayemizde zengin oldun. Burada kazandığın serveti beraberinde götürmek istiyorsun. Buna razı olamayız, seni bırakmayız!”
Müşriklerin bu tehdidine ehemmiyet vermeyen kahraman Suheyb, bineğinden aşağı indi, torbasından okları çıkardı. Karşısından dikilen Mekkelilere, “Benim çok isabetli ok attığımı hepiniz bilirsiniz. Bu okların hepsini üzerinize yağdırırım! Oklarım biterse kılıcımla müdafaada bulunurum. Kılıcım elimde, oklarım çantamda bulundukça hiçbirinizi yanıma yaklaştırmam!” diye meydan okudu.
Bu cesurca hitabe karşısında düşmanların dili tutulmuştu. Söyleyecek bir şeyleri yoktu. Çünkü bu İslam fedaisinin kendilerine kolay kolay teslim olmayacağını iyi biliyorlardı. Fakat Mekkeliler onu bırakmak niyetinde değildiler. Suheyb şu teklifte bulundu:
“Sizin gözünüz Mekke’deki servetimdedir. İlan ediyorum, ne kadar malım varsa hepsi sizin olsun. İstemiyorum. Çekilin yolumdan!”
Bu teklif, müşriklerin arayıp da bulamadığı bir şeydi. Suheyb beraberinde götürdüğü mallarını da verince, müşrikler bayram ettiler. Suheyb dini, imanı uğrunda malından, servetinden vazgeçmişti. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber’e kavuşmayı her şeye tercih ediyordu.
Suheyb bin Sinan, Rebiülevvel ayının içinde Kuba’da Peygamberimizle müşerref oldu. Fakat çok yorulmuş, bitap düşmüştü. Mekke’den çıkarken yanında getirdiklerini de müşrikler gasbedince aç susuz bir hâlde, tahammül edilmez ıstıraplar içinde yolculuk etmişti. Öyle ki, ayağa kalkacak mecali kalmamıştı. Fakat Sevgili Peygamberimize kavuşması bir anda bütün yorgunluğunu dindirdi.
Hz. Ebû Bekir’le Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) yanındaydılar. Önlerinde taze yapraklı, salkım salkım hurmalar bulunuyordu. Suheyb’in yolda gözü ağrımış, karnı da çok acıkmıştı. Hz. Suheyb kendisine ikram edilen hurmaları hemen yemeye başladı. Bunu gören Hz. Ömer, Resûlullah’a, “Yâ Resûlallah, Suheyb’e bakın. Gözü ağrıdığı hâlde yaş hurmayı yiyor!” dedi. Peygamberimiz, “Ey Suheyb, gözün ağrıdığı hâlde yaş hurmayı niçin yiyorsun?” buyurdu. Peygamberimizin bu ikazı karşısında Suheyb, “Yâ Resûlallah, ben hurmaları gözümün ağrımayan kısmıyla yiyorum!” dedi. Bu latif cevap üzerine Peygamberimiz tebessüm buyurdular.[4]
Bu konuşmalardan sonra Suheyb bin Sinan, Mekke’den çıktığı sırada karşılaştığı hadiseyi Peygamberimize anlattı: “Yâ Resûlallah, siz Mekke’den çıktığınız sırada müşrikler beni yakalayıp eziyet ettiler. Ben de servetimi vererek kendimi ve ailemi satın aldım!”
Suheyb’i dinleyen Peygamberimiz ona müjdeyi verdi: “Ey Ebû Yahya, sen bu alış verişten kârlı çıktın, ziyan etmedin.”
Bu konuşmaların üzerine şu âyet-i kerime nazil oldu:
“İnsanlardan Allah’ın rızasını kazanmak için canını seve seve feda edenler var. Allah ise kullarına karşı çok şefkatlidir.”[5]
Hz. Suheyb bundan sonra Sa’d bin Heyseme’nin misafiri oldu. Burada sahabilerin bekâr olanları kalıyordu. Akabinde de Sevgili Peygamberimiz, Suheyb bin Sinan ile Hâris bin Samme arasında kardeşlik akdi yaptı.
“İlk Müslümanlar dörttür: Ben Arap milletinin ilk Müslüman’ıyım. Suheyb bin Sinan Rumların ilk Müslüman’ı, Selmân-ı Fârisî Farsların ilk Müslüman’ı, Bilâl de Habeşlilerin ilk Müslüman’ıdır.”
Peygamberimiz bu mübarek sözleriyle, Suheyb bin Sinan’ın Müslümanlar arasında ayrı bir yeri olduğunu belirtiyordu.
Hz. Suheyb’in asıl doğduğu yer Musul havalisinde Dicle kenarına yakın bir yerdir. Babası ve amcası kisra tarafından Übülle hâkimliğine tayin olunmuş ve orada bulunmuşlardı. Bilahare Rumlar bu havaliye hücum edip Übülle’yi zaptetmişler, orada buldukları her şeyi ele geçirip yağmalamışlardı. Bu sırada esir düşenler arasında küçük bir çocuk olan Suheyb bin Sinan da vardı. Sonra Benî Kelb kabilesinin eline geçmiş, oradan da Abdullah bin Cüd’ân’a köle olarak satılmıştı. Daha sonra da aynı kişi tarafından azat edilmiştir.[6]
Suheyb, İslam’ın ilk devrelerinde imanını açıklayan yedi kişiden dördüncüsüydü. Bunlar Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir, Bilâl-i Habeşi, Suheyb bin Sinan, Habbab, Ammar bin Yâsir ve Sümeyye (Ammar’ın annesi) idi.
Hz. Ömer, Hz. Suheyb’i çok severdi. Ona her zaman lütuf ve ikramda bulunurdu. Hz. Ömer bir mecusi tarafından yaralandığında şûra ehlini topladı, onlara, içlerinden birisini halife seçmelerini tavsiye etti. Bu sırada Hz. Suheyb’i de davet ederek, yeni halifenin seçilişine kadar imameti ona verdi. Hz. Suheyb bu mühim vazifeyi üzerine aldı, cemaate namaz kıldırdı. Hz. Ömer’in dâr-ı bekaya irtihâlinde ise onun cenaze namazını kıldırdı. Suheyb bin Sinan’ın hilafeti sadece üç gün sürdü. Bundan sonra Hz. Osman halife seçildi.
Sahabiler arasında temiz mizacı, fazilet ve olgunluğu, hazırcevaplığı ve tatlı latifeleri, nezih ve zarif sohbetleriyle temayüz eden Suheyb bin Sinan, yabancılara merhameti ve misafirperverliğiyle tanınmıştı.
Hz. Ömer bin gün Suheyb’e sordu: “Yâ Suheyb, sen çok yemek yediriyorsun. Malını israf ediyor sayılmaz mısın?”
Suheyb şu cevabı verdi:
“Benim fazla yemek yedirmem Resûl-i Ekrem’den işittiğim şu hadisten sonra artmıştır: ‘Sizin en hayırlınız, yemek yediren ve selam verendir.’ İşte, fazla ikramda bulunmam bunun içindir.”
Hicret’in 38. yılında vefat eden Hz. Suheyb 73 yaşındaydı. Cennetü’l-Baki’ye defnolundu.
______________________________________
[1]Tabakât, 3: 227.
[2]En’am Sûresi, 53.
[3]İsâbe, 2: 195.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 3: 31.
[5]Bakara Sûresi, 107.
[6]Üsdü’l-Gàbe, 3: 31.
9 Ağustos 2017 Çarşamba
Süheyl bin Amr (r.a.)
Bedir Muharebesi’nde Müslümanlar, kendilerinden sayıca ve kuvvetçe üç misli çok olan müşriklere karşı mücadele etmiş ve zafere ulaşmıştı. Müşriklerin ileri gelenlerinin de dâhil olduğu çok sayıda ölünün yanında, düşmanlar birçok da esir bırakarak harp meydanını terk ediyorlardı. Bu esnada Sahabe’den Mâlik bin Duhşum (r.a.) birisini esir etmiş, Resûlullah’ın (a.s.m.) huzuruna getirmişti. Gelen esir hiddetli gözlerle Resûlullah’ı (a.s.m.) ve etrafındakileri süzüyor ve kendisini bekleyen akıbeti merak ediyordu.
Bu esir, müşriklerin ileri gelenlerinden, Müslümanlar aleyhine yaptığı tahrik edici konuşmalarıyla meşhur hatip Süheyl bin Amr idi. Orada bulunan Hz. Ömer (r.a.) hemen kılıcını çekip ortaya atılmış ve şöyle demişti:
“Ey Allah’ın Resûl’ü! Müsaade et, şu adamın dişlerini çekeyim de, bir daha sizin aleyhinizde konuşmasın! Çünkü o, tesirli konuşmalarıyla Kureyş kâfirlerini aleyhimize teşvik ediyordu.”
Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle cevap verdi:
“Bırak onu, ey Ömer! Ümit edilir, o öyle bir makamda bulunur ki, seni de sevindirir…”
Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) her sözüne bütün ruh ve canıyla bağlı olan ve bu sözün de bir gün gelip tahakkuk edeceğine inanan Hz. Ömer (r.a.), “Peki, ey Allah’ın Resûl’ü.” diyerek kılıcını kınına koydu ve boyun eğdi.[1]
Süheyl bin Amr sevinç içinde Resûlullah’ın (a.s.m.) yanından ayrılıp birliğine doğru gitti.
Bu esnada Süheyl’in oğlu Abdullah da (r.a.) bir fırsatını bulup Müslümanların safına geçmişti. Abdullah (r.a.) ilk Müslümanlardandı. Müşriklerin zulüm ve işkencelerine dayanamayarak Habeşistan’a hicret eden ilk kafilenin içerisinde o da bulunuyordu. Ancak Habeşistan dönüşünde babası onu yanına almış ve İslamiyet’ten vazgeçmesi için, akla gelmez zulümlere maruz bırakmıştı. Abdullah artık işkencelere dayanamaz bir hâle gelmişti. Resûlullah (a.s.m.) ona, Müslümanlığını gizleyebileceğini ve İslamiyet’ten döndüğünü babasına söyleyebileceğini bildirdi. Abdullah, babasını “İslam’dan döndüğü” hususunda kandırmaya muvaffak oldu. Ancak imanında zerre kadar bir sarsılma olmamıştı. Bir an önce Resûlullah’a (a.s.m.) kavuşmayı bekliyordu. Babasıyla birlikte Bedir cihadı’na katıldı ve bir fırsatını bulup Müslümanların tarafına geçti. Artık saadetine diyecek yoktu.[2]
Aradan yıllar geçti, müşriklerle Müslümanlar Hudeybiye’de tekrar karşı karşıya geldiler. Kureyş müşrikleri barış istiyorlardı. Gelen heyetin başında Süheyl bin Amr vardı.
Resûlullah (a.s.m.), Süheyl’le uzun uzadıya konuştuktan sonra anlaşma şartlarında muvafakata vardılar. Sıra anlaşma maddelerinin yazılmasına gelmişti. Kâtip, Hz. Ali (r.a.) idi. Resûlullah (a.s.m.) emretti: “Yaz! Bismillâhirrahmânirrahim.” Süheyl hemen itiraz etti: “Biz bunu kabul etmiyoruz ki!” Resûlullah (a.s.m.) “Öyleyse nasıl yazalım?” diye sordu. Süheyl “Bismike Allahümme” yazılacağını söyledi. Resûlullah (a.s.m.) “Bu da güzeldir!” diyerek Hz. Ali’ye (r.a.) öyle yazılmasını emretti.
Anlaşma maddeleri yazıldıktan sonra sıra imzaya gelmişti. Peygamberimiz, Hz. Ali’ye, “Allah’ın Resûl’ü Muhammed ile Süheyl bin Amr’ın anlaşmaya varıp sulh oldukları, icabının taraflarca yerine getirilmesini kararlaştırıp imzaladığı maddelerdir.” şeklinde yazmasını emretti. Kureyş heyetinin başkanı Süheyl buna da itiraz etti: “Vallahi biz senin gerçekten Allah’ın Resûl’ü olduğunu kabul edip tanımış olsaydık, Beytullah’ı ziyaretine mâni olmaz ve seninle çarpışmazdık!” Neticede “Muhammed bin Abdullah” diye yazıldı.
Geçen zaman içerisinde Süheyl bin Amr’ın küçük oğlu Ebû Cendel (r.a.) de İslamiyet’e girmiş ve babası onu da ağabeyi gibi zincire vurup bir yere hapsetmişti. Ancak Ebû Cendel bir yolunu bulup kaçtı ve tam Hudeybiye Barış Anlaşması’nın yapıldığı esnada ortaya çıkarak Resûlullah’ın (a.s.m.) tarafına iltihak etmek istedi. Ancak anlaşmanın bir maddesi, Ebû Cendel’in Müslümanların tarafına geçmesine mâni oluyordu.
Süheyl bin Amr, elleri zincirlerle bağlı olarak ortada duran oğlunu görünce çok şaşırdı ve hiddetle Resûlullah’a (a.s.m.) şöyle dedi:
“İşte, barış anlaşması gereği bize geri vereceğin ilk kişi budur!”
Resûlullah (a.s.m.), mahzun ve mükedder bir vaziyette bekleyen Ebû Cendel’e baktı ve Süheyl’e dönüp şöyle dedi:
“Haydi bu seferlik bunu bana bağışla ve anlaşmayı imza et.”
Süheyl “Ben bunu asla kabul edemem!” diyerek reddetti.
Resûlullah’ın (a.s.m.) şefkati, Ebû Cendel’i geri vermekle onu tekrar zulüm ve işkencenin içine atmaya müsaade etmiyordu. Ancak Resûlullah anlaşma için söz vermişti ve geri vermediği takdirde Kureyş anlaşmayı feshedecekti. Bu anlaşmanın ileride tamamıyla Müslümanların lehine olacağını bilen Resûl-i Ekrem (a.s.m.), Ebû Cendel’e döndü ve şöyle dedi:
“Biraz daha sabret! Biraz daha, maruz kaldıklarına göğüs ger. Allah sana bunların mükâfatını verecektir. Muhakkak ki, Allah sana ve yanında bulunan Müslümanlara bir ferahlık yaratacaktır. Onlara vermiş olduğunuz söze vefasızlık edemeyiz...”[3]
Yıllar yılları kovalamış ve nihayet Mekke Müslümanlar tarafından fethedilmişti. Diğer Kureyş ileri gelenleri gibi Süheyl bin Amr da “yakalandığında öldürülecekler”den birisiydi. Oğlu Abdullah, Resûlullah’a (a.s.m.) gelerek, babasına eman vermesini ve affetmesini istedi. Resûlullah (a.s.m.), iki fedakâr oğlunun hatırına Süheyl’e eman verip affetti. Abdullah sevinçle koşarak gidip, Süheyl’i gizlenmiş olduğu yerde buldu ve müjdeyi verdi. Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) bu âlicenaplığı karşısında Süheyl hemen Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu.
Süheyl bin Amr (r.a.), İslamiyet’e girdikten sonra canla başla İslam için çalışmaya başladı. Çok hassas kalpli ve ince ruhlu bir hâle geldi. Zaman zaman eski hayatını hatırlayıp ağlardı. Hele Kur’ân okunurken büsbütün dayanamaz, çok ağlardı. İbadetine fevkalade düşkün ve müttaki idi.
Siyer müellifi Vâkidi der ki: “Fetih günü Müslüman olanlardan, Süheyl bin Amr gibi İslamiyet’e sarılan başka birisi yoktur.”[4]
Süheyl’in (r.a.) oğlu Abdullah, Hicret’in 12. senesinde Yemâme Harbi’nde şehit düşmüştü. Hz. Ebû Bekir (r.a.), Süheyl bin Amr’ı teselliye geldi. Yıllar önce, Müslüman oluşundan dolayı oğullarına her türlü zulüm ve işkenceyi reva gören Süheyl bin Amr’ın, oğlunun şehadet haberi karşısında sözleri şu oldu:
“Keşke ben de şehit olsaydım!”[5]
Süheyl bin Amr (r.a.), Peygamberimizin (a.s.m.) vefatında Mekke’de bulunuyordu. O sırada Kureyş içerisinde dinden dönme hareketleri başlamıştı. Kureyş halkını bir araya toplayarak veciz bir konuşma yaptı. Şöyle diyordu:
“Ey Kureyş halkı! En son İslamiyet’e giren ve ilk önce ondan dönen kimselerden mi oluyoruz? Yemin ederim ki, bu din şarktan garba kadar uzanacak, her tarafı kaplayacaktır...”
Süheyl bin Amr oldukça uzun süren bu konuşmasıyla, Kureyş’ten bazılarının İslamiyet’ten dönmesini önlemişti. Böylece, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) Bedir’de Hz. Ömer’e söylemiş olduğu söz tahakkuk etmiş ve Süheyl bin Amr, Hz. Ömer’in de sevineceği bir makama gelmiş oluyordu.
Peygamberimizin (a.s.m.) vefatından sonra Mekke’den ayrıldı ve cihad hizmetlerine daha fazla katılabilmek için ailesiyle birlikte Şam’a gitti. Bir rivayete göre, Hicret’in 13. senesinde Yermuk’ta şehit oldu. Başka bir rivayete göre ise, Hicetin 18. senesinde taundan vefat etti…
Allah ondan razı olsun!
_____________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 2: 372; Mektûbât, s. 99.
[2]age., 3: 180-181.
[3]Müsned, 4: 325.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 2: 371-373.
[5]age., 3: 180-181.
2 Ağustos 2017 Çarşamba
Sümâme bin Üsal (r.a.)
Hicret’ten sonraki yıllardaydı… İman ve küfür mücadelesi bütün hızıyla devam ediyor, İslam güneşi gittikçe daha fazla insanı hidayet nuruyla aydınlatıyordu. Yüce Peygamber (a.s.m.) çevre kabilelere elçiler gönderiyor, onları İslamiyet’e davet ediyordu. Onlardan gelen elçileri kabul ediyor, ikramlarda bulunuyordu.
Bir gün Sümâme bin Üsal da Resûlullah’ın ziyaretine geldi. Sümâme, Basra Körfezi yakınlarında yaşayan Yemâme kabilesinin reisiydi. Sümâme’nin Resûlullah’ı ziyaretindeki asıl maksadı, onu öldürmekti!
Nitekim Resûlullah’ın huzurunda bulunduğu sırada onu saldırmaya teşebbüs etti. Ama sahabiler hemen araya girerek buna mâni oldular. O kargaşa sırasında Sümâme kaçmayı başardı. Resûlullah onun yakalandığı yerde öldürülmesi için emir verdi. Ayrıca yakalanması için de Allah’a dua etti.
Aradan epey zaman geçmişti. Bir gün Sümâme, Cahiliye âdeti üzere Mekke’yi ziyaret ederek umre yapmak niyetiyle yola çıktı. Yolu Medine’nin yakınından geçiyordu. Medine’ye yaklaştığı sırada, etrafı kontrol etmekte olan İslam süvarileri tarafından yakalandı. Yakalandığı yerde öldürülmesi için ruhsat çıkarılmış olan Sümâme’yi sahabiler tanımadıkları için alıp Resûlullah’ın huzuruna getirdiler. Resûlullah onu görür görmez tanıdı. Etrafındaki sahabilere dönerek,
“Siz bunun kim olduğunu biliyor musunuz? Bu, Sümâme bin Üsal’dır. Ona iyi esir muamelesi yapınız. Kendisini incitmeyiniz.” buyurdu.
Resûlullah, kendisini öldürmek isteyen Sümâme’ye bile bu şekilde davranarak engin şefkat ve merhametini gösterdikten sonra evine geldi ve ailesine şöyle dedi:
“Sizde yemek olarak ne varsa toplayıp Sümâme’ye gönderin.”
Sahabiler, Sümâme’yi mescitte bir direğe bağlamışlardı. Resûlullah yanına uğradığında ona sordu:
“Ey Sümâme, gönlünden ne geçiriyorsun?”
“Ey Muhammed, gönlümde hayır var. Eğer beni öldürürsen eli kanlı birini öldürmüş olursun; şayet iyilik yaparsan, o takdirde iyiliği takdir eden birine iyilik etmiş olursun. Benden mal mülk istersen, istediğin kadarını veririm.” diye cevap verdi.
Allah’ın Resûl’ü, üç gün üst üste gelerek aynı suali sordu ve aynı cevabı aldı. Bunun üzerine Resûlullah yine yüce merhametini gösterdi ve Sümâme’nin hayal bile edemeyeceği bir iyilik yaptı, onu affetti: “Sümâme’yi salıveriniz.” buyurdu.
Bu emir üzerine sahabiler onu serbest bıraktılar. Bağlı bulunduğu yerde öldürülmeyi beklerken affedildiğini gören Sümâme’nin kalbindeki bütün kin ve düşmanlıklar eridi, yerini muhabbet ve iman pırıltılarına bıraktı. Hemen mescidin yanındaki hurmalığa koştu. Orada yıkandı ve elbiselerini temizledi. Maddi kirlerden arınmış, manevi temizliğe hazır bir hâlde Resûlullah’ın huzuruna geldi. Şehadet getirerek Müslüman oldu ve gözyaşları içinde şunları söyledi:
“Yemin ederim ki, o akşam yanınıza geldiğimde benim için yeryüzünde sizin yüzünüzden daha sevimsiz bir yüz yoktu; fakat şimdi yüzünüz bana yeryüzündeki yüzlerin en sevimlisi oldu. Yine yemin ederim ki, o akşam sizin dininizden daha sevimsiz bir din yoktu; ama şimdi sizin dininiz benim için dinlerin en sevimlisi olmuştur. Yine o akşam yanına geldiğimde benim için sizin yurdunuzdan daha sevimsiz bir yurt yoktu; fakat şimdi sizin yurdunuz bana yurtların en sevimlisi ve sevgilisi oldu.”
Böylece dünün azılı müşriki, Yüce Resûl’ün engin merhameti sayesinde bir İslam fedaisi hâline gelmişti. Sümâme, İslam üzere umre ziyareti yapmak için Resûlullah’tan izin istedi. Aldığı izin üzerine Mekke’ye doğru çıktı. Mekke’ye girerken müşriklerin gözleri önünde “Lebbeyk Allahümme, lebbeyk!” diye bağırarak, Müslüman olduğunu ilan etti. Müşrikler onun bu hareketine çok kızdılar. Hemen yakalayıp, Yemâme reisi olduğuna bile bakmadan boynunu vurmak istediler. Ancak müşriklerin bazıları araya girip, “Yiyecekleriniz için Yemâme’ye muhtacız. Onu serbest bırakın!” diye ikaz edince, Sümâme’yi bıraktılar. Ama Sümâme korkmamıştı. Onlara şöyle dedi:
“Ben dinlerin en hayırlısına tabi oldum. Hz. Muhammed’in (a.s.m.) dinine girdim. İslamiyet’i tasdik edip iman ettim. Yemin ederim ki, Hz. Muhammed’in izni olmadan Yemâme’de size tek bir buğday tanesi bile vermem!”
Nitekim memleketine döndüğünde de söylediklerini yaptı. Halkı onun vasıtasıyla hidayete erdi. Müşriklerin hububat götürmelerine mâni oldu. Bundan dolayı müşrikler büyük bir sıkıntıya düştüler. Durumu Resûlullah’a yazarak perişanlık ve açlıklarını anlatmak zorunda kaldılar. Hattâ bununla da kalmayıp, bizzat Ebû Süfyân’ı gönderdiler. Ebû Süfyân, Resûlullah’ın huzuruna geldi. “Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olduğunu söyleyen sen değil miydin?” diyerek, ondan bu boykotun kaldırılması için yardımcı olmasını istedi. Şu hâle bakın ki, bir zamanlar kendi batıl dinlerine karşı geldiği için Resûlullah’a ve müminlere yiyecek ve içecek boykotu yapan müşrikler, bu defa ondan merhamet dileniyorlardı…
Resûlullah gerçekten âlemlere rahmet olduğunu gösterdi. Onlara kendileri gibi karşılık vermedi. Sümâme’ye bir mektup göndererek şunları yazdı:
“Müşriklere yaptığın yiyecek boykotunu kaldır. Mekke’ye erzak götürmelerine engel olma.”
Resûlullah’ın bu emri üzerinde Sümâme boykotu kaldırdı.
Sümâme’nin en büyük hizmetlerinden biri de, Resûlullah’ın vefatından sonra Yemâme’de çıkan yalancı peygamber Müseylime ile mücadele etmesidir. Halkına yaptığı vaaz ve nasihatlerle, Müseylime’ye aldanıp sapıklığa düşmelerini önlemiştir. Sümâme, rivayetlere göre, müşrikler tarafından şehit edilmiştir.[1]
Allah ondan razı olsun!
_____________________________________
[1]Müsned, 2: 452; Tabakât, 5: 550; Üsdü’l-Gàbe, 1: 246-248; İsâbe, 1: 203; İstiâb, 203-207.
16 Temmuz 2017 Pazar
Şeddad bin Evs (r.a.)
Medine “Peygamber şehri” olunca mübarekliğe büründüğü gibi, artık “Medine-i Münevvere” olarak yâd edilir oldu. Çünkü Allah’ın rahmeti oraya yağmur gibi yağıyordu. Kısa zaman içinde bu şehirde oturup da iman etmeyen aile hemen hemen kalmamıştı. İşte, ailece Peygamberimizin nurlu halkasına giren bahtiyarlardan birisi de Hz. Evs’in (r.a.) ailesiydi. Peygamberimiz, Hicret’ten sonra Hz. Evs ile Hz. Osman arasında kardeşlik bağı kurmuştu. Ayrıca Hz. Evs, Peygamber şairi Hz. Hassan’ın da (r.a.) kardeşiydi. Hz. Evs ailece Müslüman olunca, küçük oğulları Şeddad da (r.a.) kendisini böyle imanlı bir çevrede buldu. Yaşının küçüklüğünden dolayı Peygamberimizle birlikte cihada katılmadı. Çünkü Bedir cihadı sırasında henüz 15-16 yaşlarındaydı. Fakat Peygamberimizin saadetli meclisinden ilim ve hikmet dersi almaktan da ayrı kalmadı.
Bir gün onu, Peygamberimiz sıkıntılı bir vaziyette bulmuştu. “Ne oluyor, yâ Şeddad?” diye hatırını sordu:
“Dünya bana dar geliyor, yâ Resûlallah!” dedi.
Bunun üzerine Peygamberimiz ona şu müjdeyi vererek teselli etti:
“Üzülme, Şam fetholunacak, Kudüs fetholunacak, sen ve senden sonraki çocuklarından bir cemaat inşallah orada bulunacak.”[1]
“Ebû Ya’lâ” künyesiyle meşhur olan Hz. Şeddad’ın en zevkli ve tatlı anları Peygamberimizle olan saatleriydi. Fırsat buldukça Peygamberimizin sohbetine katılır, ondan duyduğu hadisleri öğrenir, ezberine alırdı. Her yeni öğrendiğini kendi nefsinde tatbik etmeye çalışırdı.
Peygamberimizle olan bir sohbetini şöyle anlatır:
“Bir gün Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) huzurunda bulunuyorduk. Bize baktı ve ‘İçinizde yabancı, yani Ehl-i Kitap’tan birisi var mı?’ diye sordu. Biz de, ‘Hayır, yâ Resûlallah.’ dedik. Bunun üzerine Peygamberimiz kapıyı kapatmamızı söyledi. Sonra bize, ‘Ellerinizi kaldırın ve Lâ ilâhe illallah, deyin.’ buyurdu. Biz bir saat müddetle bu tarzda Kelime-i Tevhid’i söyledik. Sonra Peygamberimiz ellerini indirdi ve şöyle buyurdu: ‘Allah’ım, Sana hamd olsun, beni bu kelimeyle gönderdin, onu bana emrettin, onunla bana cenneti vaat buyurdun... Muhakkak Sen vaadinden dönmezsin.’ Sonra Resûl-i Ekrem, ‘Size müjdeler olsun! Cenâb-ı Hak hepinizi mağfiret buyurdu.’ dedi.”[2]
Bu hadiseyle Pegamberimiz, Kelime-i Tevhid’e devam eden ve Allah’a hakkıyla iman edip inancını yaşayan müminlere de Allah’ın rahmet ve mağfiretini müjdeliyordu.
Hz. Şeddad, Peygamberimizin irtihâlinden sonra, hayatını Kudüs, Şam ve Humus’ta geçirdi. Hadis ve fıkıh sahasında pek çok talebe yetiştirdi, Müslümanları irşat etti. Hz. Ebû’d-Derdâ (r.a.) onun için “Her ümmetin bir fakihi vardır, bu ümmetin fakihi de Şeddad bin Evs’tir.” buyurdu.[3]
Hz. Şeddad, hadis sahasında derin vukuf sahibi bir zattı. Hadisleri anlamak hususunda üstün bir dirayeti vardı. Sahih hadis kitaplarında Hz. Şeddad’ın rivayet ettiği 50 kadar hadis vardır.
Hz. Şeddad, ilmiyle birlikte hilmi ve güzel huyu ile de meşhur bir şahsiyetti. Konuşmaları devamlı tatlı, açık ve nükteli idi. Kimseye kızmaz ve öfkelenmezdi. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) onun meziyetlerini anlatırken, “Şeddad bin Evs anlaşılır ve açık konuşur, öfkeleneceği bir şeyle karşılaştığı zaman da hemen hislerine hâkim olurdu.”[4]demektedir.
Hz. Şeddad’ı tanıyanlar, onun ağzından hiçbir şekilde çirkin ve nahoş bir söz işitmemişlerdi. Ama bir seferinde nasılsa ondan beklemedikleri bir söz duymuşlardı. Yanındakiler, kendisinden böyle bir hareketi beklemediklerini söylediklerinde hemen uyanan Hz. Şeddad şöyle dedi:
“Ben İslam’a girdikten sonra her söylediğim söze dikkat ederek konuşurdum. Yalnız bu söz nasılsa ağzımdan çıktı?! Fakat siz onu aklınızda tutmayın, unutun da, Resûl-i Ekrem’den işittiğim şu sözleri ezberleyin!
“Bir gün Resûlullah (a.s.m.) bana, ‘Yâ Şeddad, insanların altın ve gümüş biriktirdiğini görürsen sen de şu kelimeleri biriktir: Allah’ım, Senden, işlerimde sebat ve sabır ihsan etmeni dilerim. Verdiğin nimetlere şükretmemi ve sana güzel ibadet etmeyi isterim. Allah’ım, bana selim bir kalp, doğru bir dil ihsan et.’ buyurdu.”[5]
Şeddad bin Evs’in takdir edilen en mühim bir ciheti, zühd ve takvada ileri seviyede oluşu ve Allah’tan çok korkması idi. Esed bin Veda’nın (r.a.) anlattığına göre, Hz. Şeddad uyumak için yatağa girdiği zaman tava üzerindeki tane gibi olurdu. Yatakta ayağını uzatmaktan hayâ ederdi. Uzun uzun tefekküre dalar, daha sonra, “Allah’ım, cehennem ateşi benimle uykum arasına gerildi.” der, kalkar, ibadete başlar, çoğu kere sabaha kadar namaz kılardı.[6]
Dünyanın çirkin yüzünü ve insanın heveslerine hitap eden yönlerini tahkir ederek şu hadisi okurdu:
“Akıllı kimse odur ki, nefsini alçak görür, hesaba çeker ve ölümden sonraki hayatı için güzel ameller yapar. Âciz kimse de odur ki, nefsine ve onun kötü arzularına uyar, sonra da Allah’tan mağfiret temenni eder.”[7]
Bereketli ömrünü İslam’ın ulvi hizmeti uğrunda harcayan Hz. Şeddad, Hicret’in 58. senesinde 75 yaşlarındayken Humus’ta vefat etti.
Allah ondan razı olsun!
____________________________
[1]İsâbe, 2: 140.
[2]Müsned, 4: 124.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 2: 388.
[4]İsâbe, 2: 139.
[5]Müsned, 1: 264.
[6]Hilye, 1: 264.
[7]İbni Mâce, Zühd: 131.
9 Temmuz 2017 Pazar
Şeybe bin Osman (r.a.)
Şeybe intikam hırsıyla yanıp tutuşuyordu. En sevdiği varlığı, babası Osman bin Ebî Talha, Uhud cihadı’nda Müslümanlar tarafından öldürülmüştü. Hem de öldüren, Resûlullah’ın en yakın akrabalarındandı…
Şeybe, babasının intikamını almak için çırpınıyordu. Planlar kuruyor, desiseler hileler arıyordu. O doymak bilmez hırsı ancak Resûlullah’ın öldürülmesiyle tatmin olabilirdi. Bunu kafasına koymuştu. Uhud cihadı’nda bir şey yapamamanın sıkıntısını taşıyordu. Bu planı uygulamak için arkadaş arıyordu.
Huneyn cihadı bütün şiddetiyle devam ediyordu. Müslümanlar zor anlar yaşıyordu. Yana yakıla birisini arayan Şeybe sonunda Safvan’ı buldu. Safvan’ın babası Ümeyye de Bedir cihadı’nda öldürülmüştü. İkisi de babalarının intikamını almak üzere kafa kafaya verdiler. Planlarına göre, Huneyn cihadı’nda Müslümanlar yenilirse Kâinatın Efendisi’ne saldıracaklardı.
cihadiyice kızışmıştı. Şeybe tekrar tekrar “Muhammed’den bugün intikam alacağım!” deyip duruyordu. Bu arada devamlı Resûlullah’ı gözlüyor, fırsat kolluyordu. Resûlullah’ın katırından indiğini görünce kılıcını sıyırdı, üzerine gitti. Tam o sırada Hz. Abbas’ı görünce vazgeçti. Sonra sol yanından üzerine varmak istedi, Resûlullah’ın amcasının oğlu Ebû Süfyân bin Hâris’i gördü. Fırsat kolluyordu. Resûlullah’ı yalnız bulunca, arkadan gizlice yanına yaklaştı. Kılıcını kaldırıp vurmaktan başka bir iş kalmamıştı. Tam o sırada arkalarında yıldırımı andıran şiddetli bir ateş yaylımı ortaya çıktı. Ateşin kendilerini yakıp kavuracağından korktu, hiçbir şey yapamadı.
Şeybe başından geçen bu hadiseyi şöyle anlatıyor:
“Resûlullah’ı öldürmek üzere pusu kurdum. Kılıcımı kaldırdım, tam indireceğim sırada üzerime bir şey geldi. Kalbimi kapladı ve ben kılıcımı kullanamadım. Ve anladım ki onu öldürmek mümkün değildir…”[1]
Resûl-i Ekrem ona başını çevirdi ve gülümseyerek, “Ey Şeybe! Bana doğru yaklaş.” dedi.
Biraz önce Kâinatın Efendisi’ni öldürmek için kendisinde cesaret bulan Şeybe, şimdi tir tir titriyordu. Kalbi korkuyla çarpıyor, adım atacak mecali kendisinde göremiyordu. Sonra bir hamleyle biraz toparlandı ve Resûlullah’a yaklaştı. Peygamberimiz maddi manevi şifalar dağıtan mübarek ellerini Şeybe’nin göğsüne koydu ve, “Allah’ım! Bundan şeytanın desisesini gider.” diye dua etti.
Bu duayla birlikte Şeybe’nin kalbindeki şirk ve intikam duyguları gitti, yerine hidayet nuru doldu. Artık müşrik Şeybe gitmiş, yerine mümin Şeybe gelmişti.
Hz. Şeybe (r.a.) ebedî saadeti için dönüm noktası olan o mesut ânı şöyle ifade eder:
“Vallahi Resûlullah (a.s.m.) elini göğsüme koyduğu sırada dünyada benim için ondan daha sevgili bir insan yoktu.”
Kâinatın Efendisi’nin bazen bir bakışı, bir tebessümü, mübarek elleriyle bir teması, işte böyle âni bir inkılap yapıyor, toprak altın, kömür elmas oluyordu. Bu kutsi hakikat “Sözler”de şöyle dile getirilir:
“Bazı olur bir nazar, fahmi [kömürlü], elmas ediyor. Bazı olur bir temas, taşı iksir ediyor. Bir nazar-ı Peygamber birdenbire kalbeder, bir bedevi cahil, bir ârif-i münevver. Eğer mizan istersen: İslam’dan evvel Ömer, İslam’dan sonra Ömer. Birbiriyle kıyası: Bir çekirdek, bir şecer [ağaç]. Def’aten verdi semer [meyve]. O nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber. Ceziretü’l-Arab’da [Arap Yarımadası’nda] fahm olmuş [kömürleşmiş] fıtratları kalbetti elmaslara, birdenbire seraser [baştan başa]... Barut gibi ahlakı parlattırdı, oldular birer nuru münevver.”[2]
Şeybe artık hidayete erdiğine göre, müşriklere karşı cihadmalıydı. Resûlullah, “Ey Şeybe! Haydi, artık kâfirlerle cihad!” dedi. Hz. Şeybe yalın kılıç, çok kısa bir zaman önce, onların hesabına harp ettiği Hevazin kabilesinin içine daldı. Öyle bir şevk ve heyecanla çarpışıyordu ki, önünde kimse duramıyordu. Artık Resûlullah’ı korumak için cihadıyordu.
Hz. Şeybe bu ânı şöyle dile getirir:
“Resûlullah’ın önünde kılıç vurup cihadıyordum. Vallahi canımla ve bütün varlığımla onu korumak istiyordum. O anda sağ olsaydı da babamla karşılaşsaydım, hiç çekinmeden onu da kılıçla vurup öldürürdüm!”
O nasıl bir imandı ki, biraz önce intikam almak için öldürmeye teşebbüs ettiği Resûlullah için, imana geldikten sonra, karşısına çıkan müşrik babasını öldürebilecek bir yüksek duygu aşılıyordu…
Hz. Peygamber’in yüce sevgisine nail olmak, Şeybe için artık dünyalara değişmeyecek bir hadiseydi. Daha önce kendisinde bulunan o korkunç intikam hırsı, bu defa İslam’a hizmet aşkına dönüşmüştü. Cahiliye Devri’ndeki hâllerini hatırlayınca çok üzülüyor, Resûlullah’tan dua istiyordu. “Benim için Yüce Allah’tan mağfiret dile, yâ Resûlallah!” derdi. Resûlullah kendisine dua eder, müjdelerdi. “İslamiyet, daha önceki hataları, günahları silip atmıştır.” buyururdu.
Hz. Şeybe, İslam kaynaklarında artık “Hâcibu’l-Kâbe” unvanıyla anılıyordu. Çünkü Kâbe’nin anahtarı onun elindeydi. Kâbe teşrifatçısıydı.[3]Hem de bu kutsi vazifeyi ona Peygamberimiz vermişti.
Annesi, büyük sahabi Hz. Mus’ab bin Umeyr’in kardeşiydi. Hz. Mus’ab ömrünün sonuna kadar İslamiyet’e hizmet ettiği gibi, Hz. Şeybe de dayısının yolunda giderek, Hicret’in 59. yılında vefat edinceye kadar İslam’ın kutsi hakikatlerini yaşadı ve onlar için mücadele etti.
Kendisinin rivayet etmiş olduğu hadis-i şeriflerden birinin meali şöyledir:
Resûlullah şöyle buyurdu:
“Sizden birisi bir meclise girdiğinde boş bir yer bulursa oraya otursun, yoksa uygun bir yer arasın [başkalarını rahatsız etmesin].”[4]
Allah’ın rahmeti üzerine olsun!
______________________________
[1]Sîre, 4: 87.
[2]Sözler, s. 662-663.
[3]Sîre, 2: 300.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 3: 7-8; İsâbe, 2: 161; Mektûbât, s. 147.
20 Haziran 2017 Salı
Şucâ bin Vehb (r.a.)
Hz. Şucâ, İslam davetine ilk uyanlardandı. Habeşistan’a ve Medine’ye hicret ederek iki defa muhacir oldu.
Başta Bedir ve Uhud olmak üzere Peygamberimizle birlikte bütün cihadlara iştirak etti. Büyük kahramanlıklar gösterdi.
Hudeybiye Sulhü’nden sonra Peygamberimizin çeşitli hükümdarlara gönderdiği elçilerden biri de Hz. Şucâ idi. Resûlullah onu bir mektupla Şam havalisine, Hâris bin Ebî Şimr el-Gassani’ye göndermişti. Şucâ mektubu verdiğinde Hâris küstahlık etti. Peygamberimizi yeryüzünden kaldırma hezeyanında bulundu.
Hz. Şucâ dönüp durumu Resûlullah’a bildirdiğinde, Peygamberimiz, “Saltanatı yok olsun!” diye beddua etti. Nitekim çok geçmeden Hâris’in kendisi ve saltanatı yerle bir oldu.
Hz. Şucâ, Hicret’in 12. yılında Hz. Ebû Bekir devrinde vukua gelen Yemâme cihadı’nda şehadet mertebesini kazandı.
Allah kendisinden razı olsun![1]
______________________________________
[1]Tabakât, 3: 94; Üsdü’l-Gàbe, 2: 386.
2 Haziran 2017 Cuma
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)