9 Ağustos 2017 Çarşamba

Süheyl bin Amr (r.a.)


Bedir Muharebesi’nde Müslümanlar, kendilerinden sayıca ve kuvvetçe üç misli çok olan müşriklere karşı mücadele etmiş ve zafere ulaşmıştı. Müşriklerin ileri gelenlerinin de dâhil olduğu çok sayıda ölünün yanında, düşmanlar birçok da esir bırakarak harp meydanını terk ediyorlardı. Bu esnada Sahabe’den Mâlik bin Duhşum (r.a.) birisini esir etmiş, Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) huzuruna getirmişti. Ge­len esir hiddetli gözlerle Re­sû­lul­lah’ı (a.s.m.) ve etrafındakileri süzüyor ve ken­disini bekleyen akıbeti merak ediyordu.

Bu esir, müşriklerin ileri gelenlerinden, Müslümanlar aleyhine yaptığı tahrik edici konuşmalarıyla meşhur hatip Süheyl bin Amr idi. Orada bulunan Hz. Ömer (r.a.) hemen kılıcını çekip ortaya atılmış ve şöyle demişti:

“Ey Allah’ın Resûl’ü! Müsaade et, şu adamın dişlerini çekeyim de, bir daha si­zin aleyhinizde konuşmasın! Çünkü o, tesirli konuşmalarıyla Kureyş kâfirlerini aleyhimize teşvik ediyordu.”

Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle cevap verdi:

“Bırak onu, ey Ömer! Ümit edilir, o öyle bir makamda bulunur ki, seni de se­vindirir…”

Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) her sözüne bütün ruh ve canıyla bağlı olan ve bu sö­zün de bir gün gelip tahakkuk edeceğine inanan Hz. Ömer (r.a.), “Peki, ey Allah’ın Resûl’ü.” diyerek kılıcını kınına koydu ve boyun eğdi.[1]

Süheyl bin Amr sevinç içinde Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) yanından ayrılıp birliğine doğru gitti.

Bu esnada Süheyl’in oğlu Abdullah da (r.a.) bir fırsatını bulup Müslümanların safına geçmişti. Abdullah (r.a.) ilk Müslümanlardandı. Müşriklerin zulüm ve işkencelerine dayanamayarak Habeşistan’a hicret eden ilk kafilenin içerisinde o da bulunuyordu. Ancak Habeşistan dönüşünde babası onu yanına almış ve İslamiyet’ten vazgeçmesi için, akla gelmez zulümlere maruz bırakmıştı. Abdullah artık işkencelere dayanamaz bir hâle gelmişti. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) ona, Müslü­manlığını gizleyebileceğini ve İslamiyet’ten döndüğünü babasına söyleyebile­ceğini bildirdi. Abdullah, babasını “İslam’dan döndüğü” hususunda kandırmaya muvaffak oldu. Ancak imanında zerre kadar bir sarsılma olmamıştı. Bir an önce Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) kavuşmayı bekliyordu. Babasıyla birlikte Bedir cihadı’na katıldı ve bir fırsatını bulup Müslümanların tarafına geçti. Artık saadetine diye­cek yoktu.[2]

Aradan yıllar geçti, müşriklerle Müslümanlar Hudeybiye’de tekrar karşı kar­şıya geldiler. Kureyş müşrikleri barış istiyorlardı. Gelen heyetin başında Sü­heyl bin Amr vardı.

Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Süheyl’le uzun uzadıya konuştuktan sonra anlaşma şartla­rında muvafakata vardılar. Sıra anlaşma maddelerinin yazılmasına gelmişti. Kâtip, Hz. Ali (r.a.) idi. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) emretti: “Yaz! Bismillâhirrahmânirrahim.” Süheyl hemen itiraz etti: “Biz bunu kabul etmiyoruz ki!” Re­sû­lul­lah (a.s.m.) “Öyleyse nasıl yazalım?” diye sordu. Süheyl “Bismike Allahümme” yazılacağını söyledi. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) “Bu da güzeldir!” diyerek Hz. Ali’ye (r.a.) öyle yazılmasını emretti.

Anlaşma maddeleri yazıldıktan sonra sıra imzaya gelmişti. Peygamberimiz, Hz. Ali’ye, “Allah’ın Resûl’ü Muhammed ile Süheyl bin Amr’ın anlaşmaya varıp sulh oldukları, icabının taraflarca yerine getirilmesini kararlaştırıp imzaladığı maddelerdir.” şeklinde yazmasını emretti. Kureyş heyetinin başkanı Süheyl buna da itiraz etti: “Vallahi biz senin ger­çekten Allah’ın Resûl’ü olduğunu kabul edip tanımış olsaydık, Beytullah’ı ziya­retine mâni olmaz ve seninle çarpışmazdık!” Neticede “Muhammed bin Abdul­lah” diye yazıldı.

Geçen zaman içerisinde Süheyl bin Amr’ın küçük oğlu Ebû Cendel (r.a.) de İslamiyet’e girmiş ve babası onu da ağabeyi gibi zincire vurup bir yere hapset­mişti. Ancak Ebû Cendel bir yolunu bulup kaçtı ve tam Hudeybiye Barış Anlaş­ması’nın yapıldığı esnada ortaya çıkarak Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) tarafına iltihak etmek istedi. Ancak anlaşmanın bir maddesi, Ebû Cendel’in Müslümanların tara­fına geçmesine mâni oluyordu.

Süheyl bin Amr, elleri zincirlerle bağlı olarak ortada duran oğlunu görünce çok şaşırdı ve hiddetle Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) şöyle dedi:

“İşte, barış anlaşması gereği bize geri vereceğin ilk kişi budur!”

Re­sû­lul­lah (a.s.m.), mahzun ve mükedder bir vaziyette bekleyen Ebû Cen­del’e baktı ve Süheyl’e dönüp şöyle dedi:

“Haydi bu seferlik bunu bana bağışla ve anlaşmayı imza et.”

Süheyl “Ben bunu asla kabul edemem!” diyerek reddetti.

Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) şefkati, Ebû Cendel’i geri vermekle onu tekrar zulüm ve işkencenin içine atmaya müsaade etmiyordu. Ancak Re­sû­lul­lah anlaşma için söz vermişti ve geri vermediği takdirde Kureyş anlaşmayı feshedecekti. Bu an­laşmanın ileride tamamıyla Müslümanların lehine olacağını bilen Resûl-i Ek­rem (a.s.m.), Ebû Cendel’e döndü ve şöyle dedi:

“Biraz daha sabret! Biraz daha, maruz kaldıklarına göğüs ger. Allah sana bun­ların mükâfatını verecektir. Muhakkak ki, Allah sana ve yanında bulunan Müs­lümanlara bir ferahlık yaratacaktır. Onlara vermiş olduğunuz söze vefasızlık edemeyiz...”[3]

Yıllar yılları kovalamış ve nihayet Mekke Müslümanlar tarafından fethedil­mişti. Di­ğer Kureyş ileri gelenleri gibi Süheyl bin Amr da “yakalandığında öldü­rüle­cek­ler”den birisiydi. Oğlu Abdullah, Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) gelerek, babasına eman vermesi­ni ve affetmesini istedi. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), iki fedakâr oğlunun hatırına Süheyl’e eman verip affetti. Abdullah sevinçle koşarak gidip, Süheyl’i gizlenmiş olduğu yerde bul­du ve müjdeyi verdi. Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) bu âlicenaplığı karşısında Süheyl he­men Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman ol­du.

Süheyl bin Amr (r.a.), İslamiyet’e girdikten sonra canla başla İslam için çalış­maya başladı. Çok hassas kalpli ve ince ruhlu bir hâle geldi. Zaman zaman eski hayatını hatırlayıp ağlardı. Hele Kur’ân okunurken büsbütün dayanamaz, çok ağlardı. İbadetine fevkalade düşkün ve müttaki idi.

Siyer müellifi Vâkidi der ki: “Fetih günü Müslüman olanlardan, Süheyl bin Amr gibi İslamiyet’e sarılan başka birisi yoktur.”[4]

Süheyl’in (r.a.) oğlu Abdullah, Hicret’in 12. senesinde Yemâme Harbi’nde şehit düşmüştü. Hz. Ebû Bekir (r.a.), Süheyl bin Amr’ı teselliye geldi. Yıllar önce, Müslüman oluşundan dolayı oğullarına her türlü zulüm ve işkenceyi reva gören Süheyl bin Amr’ın, oğlunun şehadet haberi karşısında sözleri şu oldu:

“Keşke ben de şehit olsaydım!”[5]

Süheyl bin Amr (r.a.), Peygamberimizin (a.s.m.) vefatında Mekke’de bulunu­yordu. O sırada Kureyş içerisinde dinden dönme hareketleri başlamıştı. Kureyş halkını bir araya toplayarak veciz bir konuşma yaptı. Şöyle diyordu:

“Ey Kureyş halkı! En son İslamiyet’e giren ve ilk önce ondan dönen kimseler­den mi oluyoruz? Yemin ederim ki, bu din şarktan garba kadar uzanacak, her ta­rafı kaplayacaktır...”

Süheyl bin Amr oldukça uzun süren bu konuşmasıyla, Kureyş’ten bazılarının İslamiyet’ten dönmesini önlemişti. Böylece, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) Bedir’de Hz. Ömer’e söylemiş olduğu söz tahakkuk etmiş ve Süheyl bin Amr, Hz. Ömer’in de sevineceği bir makama gelmiş oluyordu.

Peygamberimizin (a.s.m.) vefatından sonra Mekke’den ayrıldı ve cihad hiz­metlerine daha fazla katılabilmek için ailesiyle birlikte Şam’a gitti. Bir rivayete göre, Hicret’in 13. senesinde Yermuk’ta şehit oldu. Başka bir rivayete göre ise, Hicetin 18. senesinde taundan vefat etti…

Allah ondan razı olsun!


_____________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 2: 372; Mektûbât, s. 99.
[2]age., 3: 180-181.
[3]Müsned, 4: 325.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 2: 371-373.
[5]age., 3: 180-181.

2 Ağustos 2017 Çarşamba

Sümâme bin Üsal (r.a.)


Hicret’ten sonraki yıllardaydı… İman ve küfür mücadelesi bütün hızıyla devam edi­yor, İslam güneşi gittikçe daha fazla insanı hidayet nuruyla aydınlatıyordu. Yüce Peygamber (a.s.m.) çevre kabilelere elçiler gönderiyor, onları İslamiyet’e davet ediyordu. Onlardan gelen elçileri kabul ediyor, ikramlarda bulunuyor­du.

Bir gün Sümâme bin Üsal da Re­sû­lul­lah’ın ziyaretine geldi. Sümâme, Basra Körfezi yakınlarında yaşayan Yemâme kabilesinin reisiydi. Sümâme’nin Re­sû­lul­lah’ı ziyaretindeki asıl maksadı, onu öldürmekti!

Nitekim Re­sû­lul­lah’ın huzurunda bulunduğu sırada onu saldırmaya teşeb­büs etti. Ama sahabiler hemen araya girerek buna mâni oldular. O kargaşa sıra­sında Sümâme kaçmayı başardı. Re­sû­lul­lah onun yakalandığı yerde öldürülme­si için emir verdi. Ayrıca yakalanması için de Allah’a dua etti.

Aradan epey zaman geçmişti. Bir gün Sümâme, Cahiliye âdeti üzere Mek­ke’yi ziyaret ederek umre yapmak niyetiyle yola çıktı. Yolu Medine’nin yakını­ndan geçiyordu. Medine’ye yaklaştığı sırada, etrafı kontrol etmekte olan İslam süvarileri tarafından yakalandı. Yakalandığı yerde öldürülmesi için ruhsat çı­karılmış olan Sümâme’yi saha­bi­ler tanımadıkları için alıp Re­sû­lul­lah’ın huzuru­na getirdiler. Re­sû­lul­lah onu görür gör­mez tanıdı. Etrafındaki sahabilere döne­rek,

“Siz bunun kim olduğunu biliyor musunuz? Bu, Sümâme bin Üsal’dır. Ona iyi esir muamelesi yapınız. Kendisini incitmeyiniz.” buyurdu.

 Re­sû­lul­lah, kendisini öldürmek isteyen Sümâme’ye bile bu şekilde davrana­rak engin şefkat ve merhametini gösterdikten sonra evine geldi ve ailesine şöyle dedi:

“Sizde yemek olarak ne varsa toplayıp Sümâme’ye gönderin.”

Sahabiler, Sümâme’yi mescitte bir direğe bağlamışlardı. Re­sû­lul­lah yanına uğradığında ona sordu:

“Ey Sümâme, gönlünden ne geçiriyorsun?”

“Ey Muhammed, gönlümde hayır var. Eğer beni öldürürsen eli kanlı birini öl­dür­müş olursun; şayet iyilik yaparsan, o takdirde iyiliği takdir eden birine iyilik etmiş olursun. Benden mal mülk istersen, istediğin kadarını veririm.” diye cevap verdi.

Allah’ın Resûl’ü, üç gün üst üste gelerek aynı suali sordu ve aynı cevabı aldı. Bunun üzerine Re­sû­lul­lah yine yüce merhametini gösterdi ve Sümâme’nin hayal bile ede­me­yeceği bir iyilik yaptı, onu affetti: “Sümâme’yi salıveriniz.” buyurdu.

Bu emir üzerine sahabiler onu serbest bıraktılar. Bağlı bulunduğu yerde öl­dürül­me­yi beklerken affedildiğini gören Sümâme’nin kalbindeki bütün kin ve düşmanlıklar eridi, yerini muhabbet ve iman pırıltılarına bıraktı. Hemen mesci­din yanındaki hurmalığa koştu. Orada yıkandı ve elbiselerini temizledi. Maddi kirlerden arınmış, manevi temizliğe hazır bir hâlde Re­sû­lul­lah’ın huzuruna gel­di. Şehadet getirerek Müslüman oldu ve gözyaşları içinde şunları söyledi:

“Yemin ederim ki, o akşam yanınıza geldiğimde benim için yeryüzünde sizin yüzünüzden daha sevimsiz bir yüz yoktu; fakat şimdi yüzünüz bana yeryüzün­deki yüzlerin en sevimlisi oldu. Yine yemin ederim ki, o akşam sizin dininizden daha sevimsiz bir din yoktu; ama şimdi sizin dininiz benim için dinlerin en se­vimlisi olmuştur. Yine o ak­şam yanına geldiğimde benim için sizin yurdunuz­dan daha sevimsiz bir yurt yoktu; fakat şimdi sizin yurdunuz bana yurtların en sevimlisi ve sevgilisi oldu.”

Böylece dünün azılı müşriki, Yüce Resûl’ün engin merhameti sayesinde bir İslam fedaisi hâline gelmişti. Sümâme, İslam üzere umre ziyareti yapmak için Re­sû­lul­lah’tan izin istedi. Aldığı izin üzerine Mekke’ye doğru çıktı. Mekke’ye girerken müşriklerin gözleri önünde “Lebbeyk Allahümme, lebbeyk!” diye ba­ğırarak, Müslüman olduğunu ilan etti. Müşrikler onun bu hareketine çok kızdı­lar. Hemen yakalayıp, Yemâme reisi ol­duğuna bile bakmadan boynunu vurmak istediler. Ancak müşriklerin bazıları araya girip, “Yiyecekleriniz için Yemâme’ye muhtacız. Onu serbest bırakın!” diye ikaz edince, Sümâme’yi bıraktılar. Ama Sümâme korkmamıştı. Onlara şöyle dedi:

“Ben dinlerin en hayırlısına tabi oldum. Hz. Muhammed’in (a.s.m.) dinine girdim. İslamiyet’i tasdik edip iman ettim. Yemin ederim ki, Hz. Muhammed’in izni olmadan Yemâme’de size tek bir buğday tanesi bile vermem!”

Nitekim memleketine döndüğünde de söylediklerini yaptı. Halkı onun vası­tasıyla hidayete erdi. Müşriklerin hububat götürmelerine mâni oldu. Bundan dolayı müşrikler büyük bir sıkıntıya düştüler. Durumu Re­sû­lul­lah’a yazarak pe­rişanlık ve açlıklarını anlatmak zorunda kaldılar. Hattâ bununla da kalmayıp, bizzat Ebû Süfyân’ı gönderdiler. Ebû Süfyân, Re­sû­lul­lah’ın huzuruna geldi. “Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olduğu­nu söyleyen sen değil miydin?” diyerek, ondan bu boykotun kaldırılması için yardım­cı olmasını istedi. Şu hâle bakın ki, bir zamanlar kendi batıl dinlerine karşı geldiği için Re­sû­lul­lah’a ve müminlere yiyecek ve içecek boykotu yapan müşrikler, bu defa ondan merha­met dileniyorlardı…

Re­sû­lul­lah gerçekten âlemlere rahmet olduğunu gösterdi. Onlara kendileri gibi karşılık vermedi. Sümâme’ye bir mektup göndererek şunları yazdı:

“Müşriklere yaptığın yiyecek boykotunu kaldır. Mekke’ye erzak götürmele­rine engel olma.”

Re­sû­lul­lah’ın bu emri üzerinde Sümâme boykotu kaldırdı.

Sümâme’nin en büyük hizmetlerinden biri de, Re­sû­lul­lah’ın vefatından sonra Ye­mâ­me’de çıkan yalancı peygamber Müseylime ile mücadele etmesidir. Hal­kına yaptığı vaaz ve nasihatlerle, Müseylime’ye aldanıp sapıklığa düşmelerini önlemiştir. Sümâme, rivayetlere göre, müşrikler tarafından şehit edilmiştir.[1]

Allah ondan razı olsun!


_____________________________________
[1]Müsned, 2: 452; Tabakât, 5: 550; Üsdü’l-Gàbe, 1: 246-248; İsâbe, 1: 203; İstiâb, 203-207.

16 Temmuz 2017 Pazar

Şeddad bin Evs (r.a.)


Medine “Peygamber şehri” olunca mübarekliğe büründüğü gibi, artık “Medine-i Mü­nevvere” olarak yâd edilir oldu. Çünkü Allah’ın rahmeti oraya yağmur gibi yağıyor­du. Kısa zaman içinde bu şehirde oturup da iman etmeyen aile hemen hemen kalma­mıştı. İşte, ailece Peygamberimizin nurlu halkasına giren bahti­yarlardan birisi de Hz. Evs’in (r.a.) ailesiydi. Peygamberimiz, Hicret’ten sonra Hz. Evs ile Hz. Osman ara­sında kardeşlik bağı kurmuştu. Ayrıca Hz. Evs, Pey­gamber şairi Hz. Hassan’ın da (r.a.) kardeşiydi. Hz. Evs ailece Müslüman olun­ca, küçük oğulları Şeddad da (r.a.) kendisini böyle imanlı bir çevrede buldu. Ya­şının küçüklüğünden dolayı Peygamberimizle birlikte cihada katılmadı. Çünkü Bedir cihadı sırasında henüz 15-16 yaşlarındaydı. Fakat Peygamberimizin saadetli meclisinden ilim ve hikmet dersi almaktan da ayrı kalmadı.

Bir gün onu, Peygamberimiz sıkıntılı bir vaziyette bulmuştu. “Ne oluyor, yâ Şed­dad?” diye hatırını sordu:

“Dünya bana dar geliyor, yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.

Bunun üzerine Peygamberimiz ona şu müjdeyi vererek teselli etti:

“Üzülme, Şam fetholunacak, Kudüs fetholunacak, sen ve senden sonraki ço­cuklarından bir cemaat inşallah orada bulunacak.”[1]

“Ebû Ya’lâ” künyesiyle meşhur olan Hz. Şeddad’ın en zevkli ve tatlı anları Pey­gamberimizle olan saatleriydi. Fırsat buldukça Peygamberimizin sohbetine ka­tılır, ondan duyduğu hadisleri öğrenir, ezberine alırdı. Her yeni öğrendiğini kendi nefsinde tatbik etmeye çalışırdı.

Peygamberimizle olan bir sohbetini şöyle anlatır:

“Bir gün Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) huzurunda bulunuyorduk. Bize baktı ve ‘İçinizde yabancı, yani Ehl-i Kitap’tan birisi var mı?’ diye sordu. Biz de, ‘Hayır, yâ Re­sû­lal­lah.’ dedik. Bunun üzerine Peygamberimiz kapıyı kapatmamızı söyledi. Sonra bize, ‘Ellerinizi kaldırın ve Lâ ilâhe illallah, deyin.’ buyurdu. Biz bir saat müddetle bu tarzda Kelime-i Tevhid’i söyledik. Sonra Peygamberimiz ellerini indirdi ve şöyle buyurdu: ‘Allah’ım, Sana hamd olsun, beni bu kelimeyle gönderdin, onu bana emrettin, onunla bana cenneti vaat buyurdun... Muhakkak Sen vaadinden dönmezsin.’ Sonra Resûl-i Ekrem, ‘Size müjdeler olsun! Cenâb-ı Hak hepinizi mağfiret buyurdu.’ dedi.”[2]

Bu hadiseyle Pegamberimiz, Kelime-i Tevhid’e devam eden ve Allah’a hakkıy­la iman edip inancını yaşayan müminlere de Allah’ın rahmet ve mağfiretini müjdeliyordu.

Hz. Şeddad, Peygamberimizin irtihâlinden sonra, hayatını Kudüs, Şam ve Humus’ta geçirdi. Hadis ve fıkıh sahasında pek çok talebe yetiştirdi, Müslüman­ları irşat etti. Hz. Ebû’d-Derdâ (r.a.) onun için “Her ümmetin bir fakihi vardır, bu ümmetin fakihi de Şeddad bin Evs’tir.” buyurdu.[3]

Hz. Şeddad, hadis sahasında derin vukuf sahibi bir zattı. Hadisleri anlamak hususunda üstün bir dirayeti vardı. Sahih hadis kitaplarında Hz. Şeddad’ın riva­yet ettiği 50 kadar hadis vardır.

Hz. Şeddad, ilmiyle birlikte hilmi ve güzel huyu ile de meşhur bir şahsiyetti. Konuşmaları devamlı tatlı, açık ve nükteli idi. Kimseye kızmaz ve öfkelenmezdi. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) onun meziyetlerini anlatırken, “Şeddad bin Evs anla­şılır ve açık konuşur, öfkeleneceği bir şeyle karşılaştığı zaman da hemen hisleri­ne hâkim olurdu.”[4]demektedir.

Hz. Şeddad’ı tanıyanlar, onun ağzından hiçbir şekilde çirkin ve nahoş bir söz işitmemişlerdi. Ama bir seferinde nasılsa ondan beklemedikleri bir söz duy­muşlardı. Yanındakiler, kendisinden böyle bir hareketi beklemediklerini söyle­diklerinde hemen uya­nan Hz. Şeddad şöyle dedi:

“Ben İslam’a girdikten sonra her söylediğim söze dikkat ederek konuşurdum. Yalnız bu söz nasılsa ağzımdan çıktı?! Fakat siz onu aklınızda tutmayın, unutun da, Resûl-i Ekrem’den işittiğim şu sözleri ezberleyin!

“Bir gün Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bana, ‘Yâ Şeddad, insanların altın ve gümüş bi­rik­tir­di­ği­ni görürsen sen de şu kelimeleri biriktir: Allah’ım, Senden, işlerimde sebat ve sabır ih­san etmeni dilerim. Verdiğin nimetlere şükretmemi ve sana gü­zel ibadet etmeyi iste­rim. Allah’ım, bana selim bir kalp, doğru bir dil ihsan et.’ buyurdu.”[5]

Şeddad bin Evs’in takdir edilen en mühim bir ciheti, zühd ve takvada ileri se­viyede oluşu ve Allah’tan çok korkması idi. Esed bin Veda’nın (r.a.) anlattığına göre, Hz. Şed­dad uyumak için yatağa girdiği zaman tava üzerindeki tane gibi olurdu. Yatakta ayağını uzatmaktan hayâ ederdi. Uzun uzun tefekküre dalar, daha sonra, “Allah’ım, cehennem ateşi benimle uykum arasına gerildi.” der, kal­kar, ibadete başlar, çoğu kere sabaha kadar namaz kılardı.[6]

Dünyanın çirkin yüzünü ve insanın heveslerine hitap eden yönlerini tahkir ederek şu hadisi okurdu:

“Akıllı kimse odur ki, nefsini alçak görür, hesaba çeker ve ölümden sonraki hayatı için güzel ameller yapar. Âciz kimse de odur ki, nef­sine ve onun kötü arzularına uyar, sonra da Allah’tan mağfiret temenni eder.”[7]

Bereketli ömrünü İslam’ın ulvi hizmeti uğrunda harcayan Hz. Şeddad, Hicret’in 58. senesinde 75 yaşlarındayken Humus’ta vefat etti.

Allah ondan razı olsun!


____________________________
[1]İsâbe, 2: 140.
[2]Müsned, 4: 124.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 2: 388.
[4]İsâbe, 2: 139.
[5]Müsned, 1: 264.
[6]Hilye, 1: 264.
[7]İbni Mâce, Zühd: 131.

9 Temmuz 2017 Pazar

Şeybe bin Osman (r.a.)


Şeybe intikam hırsıyla yanıp tutuşuyordu. En sevdiği varlığı, babası Osman bin Ebî Talha, Uhud cihadı’nda Müslümanlar tarafından öldürülmüştü. Hem de öl­düren, Re­sû­lul­lah’ın en yakın akrabalarındandı…

Şeybe, babasının intikamını almak için çırpınıyordu. Planlar kuruyor, desise­ler hileler arıyordu. O doymak bilmez hırsı ancak Re­sû­lul­lah’ın öldürülmesiyle tatmin olabilirdi. Bunu kafasına koymuştu. Uhud cihadı’nda bir şey yapamama­nın sıkıntısını taşıyordu. Bu planı uygulamak için arkadaş arıyordu.

Huneyn cihadı bütün şiddetiyle devam ediyordu. Müslümanlar zor anlar ya­şıyordu. Yana yakıla birisini arayan Şeybe sonunda Safvan’ı buldu. Safvan’ın babası Ümeyye de Bedir cihadı’nda öldürülmüştü. İkisi de babalarının intika­mını almak üzere kafa kafaya verdiler. Planlarına göre, Huneyn cihadı’nda Müslümanlar yenilirse Kâinatın Efendisi’ne saldıracaklardı.

cihadiyice kızışmıştı. Şeybe tekrar tekrar “Muhammed’den bugün intikam alacağım!” deyip duruyordu. Bu arada devamlı Re­sû­lul­lah’ı gözlüyor, fırsat kolluyordu. Re­sû­lul­lah’ın katırından indiğini görünce kılıcını sıyırdı, üzerine gitti. Tam o sırada Hz. Abbas’ı görünce vazgeçti. Sonra sol yanından üzerine varmak istedi, Re­sû­lul­lah’ın amcasının oğlu Ebû Süfyân bin Hâris’i gördü. Fırsat kolluyordu. Re­sû­lul­lah’ı yalnız bulunca, arkadan gizlice yanına yaklaştı. Kılıcını kal­dırıp vurmaktan başka bir iş kalmamıştı. Tam o sırada arkalarında yıldırımı an­dıran şiddetli bir ateş yaylımı ortaya çıktı. Ateşin kendilerini yakıp kavuraca­ğından korktu, hiçbir şey yapamadı.

Şeybe başından geçen bu hadiseyi şöyle anlatıyor:

“Re­sû­lul­lah’ı öldürmek üzere pusu kurdum. Kılıcımı kaldırdım, tam indirece­ğim sırada üzerime bir şey geldi. Kalbimi kapladı ve ben kılıcımı kullanama­dım. Ve anladım ki onu öldürmek mümkün değildir…”[1]

Resûl-i Ekrem ona başını çevirdi ve gülümseyerek, “Ey Şeybe! Bana doğru yaklaş.” dedi.

Biraz önce Kâinatın Efendisi’ni öldürmek için kendisinde cesaret bulan Şey­be, şimdi tir tir titriyordu. Kalbi korkuyla çarpıyor, adım atacak mecali kendisin­de göremiyordu. Sonra bir hamleyle biraz toparlandı ve Re­sû­lul­lah’a yaklaştı. Peygamberimiz maddi manevi şifalar dağıtan mübarek ellerini Şeybe’nin göğ­süne koydu ve, “Allah’ım! Bundan şeytanın desisesini gider.” diye dua etti.

Bu duayla birlikte Şeybe’nin kalbindeki şirk ve intikam duyguları gitti, yeri­ne hidayet nuru doldu. Artık müşrik Şeybe gitmiş, yerine mümin Şeybe gelmiş­ti.

Hz. Şeybe (r.a.) ebedî saadeti için dönüm noktası olan o mesut ânı şöyle ifa­de eder:

“Vallahi Re­sû­lul­lah (a.s.m.) elini göğsüme koyduğu sırada dünyada benim için ondan daha sevgili bir insan yoktu.”

Kâinatın Efendisi’nin bazen bir bakışı, bir tebessümü, mübarek elleriyle bir teması, işte böyle âni bir inkılap yapıyor, toprak altın, kömür elmas oluyordu. Bu kutsi hakikat “Sözler”de şöyle dile getirilir:

“Bazı olur bir nazar, fahmi [kömürlü], elmas ediyor. Bazı olur bir temas, taşı iksir ediyor. Bir nazar-ı Peygamber birdenbire kalbeder, bir bedevi cahil, bir ârif-i münevver. Eğer mizan istersen: İslam’dan evvel Ömer, İslam’dan sonra Ömer. Birbiriyle kıyası: Bir çekirdek, bir şecer [ağaç]. Def’aten verdi semer [meyve]. O nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber. Ceziretü’l-Arab’da [Arap Yarımadası’nda] fahm olmuş [kömürleşmiş] fıtratları kalbetti elmaslara, birdenbire seraser [baştan başa]... Barut gibi ahlakı parlattırdı, oldular birer nuru mü­nevver.”[2]

Şeybe artık hidayete erdiğine göre, müşriklere karşı cihadmalıydı. Re­sû­lul­lah, “Ey Şeybe! Haydi, artık kâfirlerle cihad!” dedi. Hz. Şeybe yalın kılıç, çok kısa bir zaman önce, onların hesabına harp ettiği Hevazin kabilesinin içine dal­dı. Öyle bir şevk ve heyecanla çarpışıyordu ki, önünde kimse duramıyordu. Ar­tık Re­sû­lul­lah’ı korumak için cihadıyordu.

Hz. Şeybe bu ânı şöyle dile getirir:

“Re­sû­lul­lah’ın önünde kılıç vurup cihadıyordum. Vallahi canımla ve bütün varlığımla onu korumak istiyordum. O anda sağ olsaydı da babamla karşılaşsaydım, hiç çekinmeden onu da kılıçla vurup öldürürdüm!”

O nasıl bir imandı ki, biraz önce intikam almak için öldürmeye teşebbüs ettiği Re­sû­lul­lah için, imana geldikten sonra, karşısına çıkan müşrik babasını öldüre­bilecek bir yüksek duygu aşılıyordu…

Hz. Peygamber’in yüce sevgisine nail olmak, Şeybe için artık dünyalara de­ğiş­me­ye­cek bir hadiseydi. Daha önce kendisinde bulunan o korkunç intikam hırsı, bu defa İslam’a hizmet aşkına dönüşmüştü. Cahiliye Devri’ndeki hâllerini hatırlayınca çok üzülüyor, Re­sû­lul­lah’tan dua istiyordu. “Benim için Yüce Al­lah’tan mağfiret dile, yâ Re­sû­lal­lah!” derdi. Re­sû­lul­lah kendisine dua eder, müj­delerdi. “İslamiyet, daha önceki hataları, günahları silip atmıştır.” buyururdu.

Hz. Şeybe, İslam kaynaklarında artık “Hâcibu’l-Kâbe” unvanıyla anılıyordu. Çünkü Kâbe’nin anahtarı onun elindeydi. Kâbe teşrifatçısıydı.[3]Hem de bu kutsi vazifeyi ona Peygamberimiz vermişti.

Annesi, büyük sahabi Hz. Mus’ab bin Umeyr’in kardeşiydi. Hz. Mus’ab ömrü­nün sonuna kadar İslamiyet’e hizmet ettiği gibi, Hz. Şeybe de dayısının yolunda giderek, Hicret’in 59. yılında vefat edinceye kadar İslam’ın kutsi hakikatlerini yaşadı ve onlar için mücadele etti.

Kendisinin rivayet etmiş olduğu hadis-i şeriflerden birinin meali şöyledir:

Re­sû­lul­lah şöyle buyurdu:

“Sizden birisi bir meclise girdiğinde boş bir yer bulursa oraya otursun, yoksa uygun bir yer arasın [başkalarını rahatsız etme­sin].”[4]

Allah’ın rahmeti üzerine olsun!


______________________________
[1]Sîre, 4: 87.
[2]Sözler, s. 662-663.
[3]Sîre, 2: 300.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 3: 7-8; İsâbe, 2: 161; Mektûbât, s. 147.

20 Haziran 2017 Salı

Şucâ bin Vehb (r.a.)


Hz. Şucâ, İslam davetine ilk uyanlardandı. Habeşistan’a ve Medine’ye hicret ederek iki defa muhacir oldu.

Başta Bedir ve Uhud olmak üzere Peygamberimizle birlikte bütün cihadlara iştirak etti. Büyük kahramanlıklar gösterdi.

Hudeybiye Sulhü’nden sonra Peygamberimizin çeşitli hükümdarlara gönder­diği elçilerden biri de Hz. Şucâ idi. Re­sû­lul­lah onu bir mektupla Şam havalisine, Hâris bin Ebî Şimr el-Gassani’ye göndermişti. Şucâ mektubu verdiğinde Hâris küstahlık etti. Peygamberimizi yeryüzünden kaldırma hezeyanında bulundu.

Hz. Şucâ dönüp durumu Re­sû­lul­lah’a bildirdiğinde, Peygamberimiz, “Salta­natı yok olsun!” diye beddua etti. Nitekim çok geçmeden Hâris’in kendisi ve saltanatı yerle bir oldu.

Hz. Şucâ, Hicret’in 12. yılında Hz. Ebû Bekir devrinde vukua gelen Yemâme cihadı’nda şehadet mertebesini kazandı.

Allah kendisinden razı olsun![1]



______________________________________
[1]Tabakât, 3: 94; Üsdü’l-Gàbe, 2: 386.

28 Mayıs 2017 Pazar

HZ. TALHA B. UBEYDULLAH (r.anh)


Talha b. Ubeydullah b. Osman b. Amr b. Sa'd b. Teym b. Mürre b. Katb b. Lüeyy b. Gâlib el-Kurasî et-Teymî. Künyesi, Ebu Muhmmed'dir.

Talha, Cennetle müjdelenen on kişiden biri, islâm'a giren ilk sekiz kişiden ve Hz. Ebubekir aracılığıyla müslüman olan beş kişiden biridir. Ayrıca, halife seçimini gerçekleştirmeleri için oluşturulan altı kişilik Ashab-ı Şurâ arasında yer almış meşhur bir sahâbidir. Annesi, es-Sa'be bint Abdillah b. Mâlik el-Hadramiyye'dir (İbn Hişam, "es-Sîretü'n-Nebeviyye", I, 251, Mısır 1955; el-Askalânî, "el-isâbe fî Temyîzi's-Sahâbe", III, 290;İbnü'l-Esîr, "Üsdü'l-Gâbe fî Ma'rifeti's-Sahâbe", III, 85 vd. 1970).

Rivayete göre, Talha b. Ubeydullah, Busra panayırında bulunduğu bir sırada, oradaki bir manastırın rahibi: "Sorun bakayım, bu panayır halkı arasında, ehl-i Harem'den bir kimse var mı?" diye seslenir. Talha da: "Evet var! Ben Mekke halkındanım" diye cevap verir. Bunun üzerine rahip: "Ahmed zuhur etti mi?" diye sorar. Talha: "Ahmed de kim?" der. Rahip: "Abdullah b. Abdulmuttalib'in oğludur. Bu ay O'nun çıkacağı aydır. O, peygamberlerin sonuncusudur. Haremden çıkarılacak; hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicret edecektir. Sakin O'nu kaçırma" der.

Rahibin söyledikleri Talha'nın kalbine yer eder. Oradan alelacele ayrılarak Mekke'ye döner ve yakında herhangi bir olayın meydana gelip gelmediğini sorar. Abdullah'ın oğlu Muhammedü'l-Emîn'in peygamberliğini ilan etmiş oldûğunu ve Ebubekir'in de O'na tabi olduğunu öğrenir. Hemen Ebubekir'in yanına vararak rahibin anlattıklarını haber verir. Sonunda her ikisi birlikte Resulullah (s.a.v.)'a giderler. Talha oracıkta müslüman olur. (İbn Sa'd,"et-Tabakâtü'l Kübrâ", III, 215, Beyrut; el-Askalânî, a.g.e., III, 291).

Birçok müslüman gibi, Talha b. Ubeydullah da islam'a girdikten sonra müşriklerin eziyetlerine maruz kalmış, ama yolundan dönmemiştir. İslâm'ın azılı düşmanlarından Nevfel b. Huveylid, Talha'nın müslüman olduğunu duyunca, Ebubekir'le onu bir iple biribirlerine bağlamış, uzun süre iplerini çözmemiş, Teymoğulları da bu duruma seyirci kalmışlardır. (İbn Hişam, a.g.e., I, 709; el-Askalânî, a.g.e., III, 291; İbnü'l-Esîr, a.g.e., III, 86).

Talha ile Zübeyr müslüman olunca, Resulullah (s.a.v.) onları kardeş ilan etti. Hicretten sonra da Medine'de, Talha ile Ubeydullah b. Ka'b'ı, başka bir rivayete göre ise Talha ile Saîd b. Zeyd'i kardeş ilan etmişti.

Talha, Bedir cihadına iştirak etmemesine rağmen Resulullah (s.a.v.) kendisine ganimetten pay vermiştir. Kimi rivayetlere göre, bu sırada ticaret için Şam'da bulunuyordu. Akla daha yatkın olan bir başka rivayete göre ise, Kureyş kervanı hakkında bilgi toplamak üzere, Resulullah (s.a.v.) tarafından Şam yoluna gönderilmişti. Nitekim, dönüşte Talha'nın ganimetten pay istemesi bunu gösteriyor (İbn Sa'd, a.g.e., III, 216; İbnü'l-Esîr, a.g.e., III, 86).

Bedir'den sonraki birçok cihada katılmıştır. Uhud günü Peygamber (s.a.v.)'i kahramanca müdafaa etmiş, O'na bir şey olmasın diye atılan oklara, indirilen kılıç darbelerine karşı vücudunu siper etmiştir. Sonuçta birçok kılıç ve ok yarası almış, aldığı yara neticesi bir kolu çolak kalmış, yine Resulullah'ı müdafaadan geri durmamıştır (İbn Hişam, a.g.e., II, 80; İbnü'l Esîr, a.g.e., III, 86; el-Askalânî, a.g.e., III, 291).

Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra, müslümanların büyük bir kısmının Hz. Ali'ye bey'at ettiğini biliyoruz. Bu bey'atte bulunanlardan biri de Talha b. Ubeydullah'tır. Ancak, bey'atten kısa bir süre sonra, Talha ile Zübeyr İbnü'l-Avvam'ın, Hz. Ali'ye karşı çıkan Hz. Âîşe'nin yanında yer almışlardır. Neticede ez-Zübeyr, Hz. Ali'ye karşı çıktığına pişman olarak cihadmeydanını terketmiştir. Talha ise mücadeleye devam etmiş, nihayet Cemel günü (h. 36), Mervan b. Hakem tarafından öldürülmüştür. Vefat ettiği zaman tahminen 60-64 yaşlarındaydı (İbn Hişam, a.g.e., 1, 251; İbn Sa'd, a.g.e., III, 224; İbnü'l-Esir, a.g.e., 111, 87; el-Askalânî, a.g.e., 111, 292; İbn Cerîr, Tarîhü'l-Ümemi ve'lMülûk, XI, 50' Beyrut).

Talha, Peygamber Efendimizin bacanağıydı. Hanımlarından dört tanesi Resulullah (s.a.v.)'ın zevcelerinin kız kardeşleriydi. Bunlardan Ümmü Gülsüm, Hz. Âîşe'nin; Hamne, Zeynep bint Cahş'ın; el-Fâria, Ümmü Habibe'nin ve Rukiyye, Ümmü Seleme'nin kızkardeşi idi (el-Askalânî, a.g.e., III, 292).

Talha b. Ubeydullah'ın, onbiri erkek, ikisi kız olmak üzere onüç çocuğu vardı. Erkek çocukların herbirine bir peygamber ismi vermişti. Bunlar: es-Seccâd diye bilinen ve Cemel vak'asında babasıyla birlikte öldürülen Muhammed, İmran, Musa, Ya'kub (Harre günü öldürüldü), İsmail, İshak, Zekeriyyâ, Yusuf, İsâ, Yahya, Salih idi. Kızları ise Aişe ve Meryem idi (İbn Sa'd, a.g.e., III, 214; İbn Hişam,.a.g.e., 1,-307).

Talha, doğrudan Resulullah (s.a.v.)'dan rivayette bulunduğu gibi, Hz. Ebubekir'le Hz. Ömer'den de hadis nakletmiştir. Kendisinden de, oğulları; Yahya, Musa ve İsa ile Kays b. Ebi Hâzim, Ebu Seleme b. Abdirrahman, el-Ahnef, Mâlik b. Ebî Âmir ve başkaları rivayet etmişlerdir (İbn Sa'd, a.g.e., III, 219; el-Askalânî, a.g.e., 111, 290).

Talha; orta boylu, geniş gögüslü, geniş omuzlu ve iri ayaklı idi. Esmer benizli, sık saçlı fakat saçları ne kısa kıvırcık ne de düz ve uzundu. Güler yüzlü, ince burunlu idi. Saçlarını boyamazdı. Yürüdüğü zaman sür'atli yürür, bir yere yöneldiği vakit tüm vucudu ile dönerdi (İbn Sa'd, a.g.e., 111, 219; el-Askalânî, a.g.e., 111, 291).

Ashâbın zenginlerindendi. Zengin olduğu kadar da cömertti. Cömertliği sebebiyle kendisine "el-Fayyâd" denirdi. Vefat ettiği zaman, miras olarak bir hayli gayrimenkul, nakit para ve değerli eşya bırakmıştır. Rivâyete göre gayrı menkullerinin tutarı otuz milyon dirhem, nakitlerinin tutarı iki milyon ikiyüz dirhem ve ikiyüz bin dinar idi. Sadece Irak'tan gelen yıllık geliri yüzbin dirhem civarındaydı (İbn Sa'd, a.g.e., 111, 221 vd.; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 111, 85).

24 Mayıs 2017 Çarşamba

Temîmü’d-Dârî (r.a.)


Aslen Filistinliydi. Hıristiyanların ileri gelen âlimlerinden biriydi. Hicret’in 9. senesinde bir heyetle Şam’dan Medine’ye, Re­sû­lul­lah’ı (a.s.m.) görmeye gelmiş ve görüştükten sonra da İslam’la şereflenmişti.

Peygamberimiz (a.s.m.) onların kalplerini İslam’a iyice ısındırmak için, bir is­tekleri olup olmadığını sordu. Temîmü’d-Dârî diğer arkadaşlarıyla birlikte Re­sû­lul­lah’tan (a.s.m.) ne isteyeceklerini istişare edip, Kudüs köylerinden olan Hebron, Mertum ve Halilürrahman’ın idaresini istemeye karar verdiler. Ancak tekrar Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) huzuruna geldiklerinde Peygamberimiz (a.s.m.) mucize olarak, onların aldıkları kararı kendilerine bildirdi. Böylelikle imanları bir kat daha arttı.

Hz. Ebû Bekir zamanında Kudüs fethedildiğinde, Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) ver­miş olduğu fermana uyularak, buraların idaresi Temîmü’d-Dârî’ye ve sülalesine verildi.

Temîmü’d-Dârî ve kabilesinin diğer temsilcileri, Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) vefatı­na kadar Medine’de oturdular. Peygamberimiz (a.s.m.), Hayber’in gelirlerinden 100 deve yükü hurmanın bunlara verilmesini vasiyet etti.

Temîmü’d-Dârî, Şam’dan Medine’ye gelirken yanında birkaç tane yağ kandili ve bir miktar da zeytin yağı getirmişti. Bir gün hizmetçilerine bu yağ kandilleri­ni mescide yerleştirmelerini söyledi. Karanlık basınca da kandilleri yaktırdı. Peygamberimiz (a.s.m.) mescide geldiğinde ortalığın kandillerle aydınlandığı­nı görünce çok sevindi.

“Bunu kim yaptı?” diye sordu. Orada bulunanlar, “Temîmü’d-Dârî yaptı, yâ Re­sû­lal­lah!” diye cevap verdiler.

Bunun üzerine Peygamberimiz (a.s.m.), Temîmü’d-Dârî’ye, “Sen İslam’ı nurlandırdın, mescidi güzelleştirdin, Allah da seni dünyada ve ahirette nurlandırsın!” diye dua etti. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) ayrıca memnuniyetinden dolayı, “Eğer bir kızım olsaydı, onu seninle evlendirirdim!” buyurdu.

Temîmü’d-Dârî (r.a.), Re­sû­lul­lah’tan (a.s.m.) birçok hadis rivayet etmiştir. Bunlardan bir tanesi şöyledir:

Re­sû­lul­lah (a.s.m.) buyurdu: “İslam, gecesi ve gündüzü bulunan her yere mu­hakkak ulaşacaktır. Allah bu dinin ulaşmadığı hiçbir ev ve çadır bırakmayacak­tır; Allah bu dinle şereflenmek isteyenleri şereflendirecek, hor ve hakir düşmek isteyenleri de hor ve hakir düşürecektir.”

Temîmü’d-Dârî (r.a.), Şam’da vefat etmişti.[1]


_______________________________________
[1]Tabakât, 1: 343-344; Sîre, 368-369; Üsdü’l-Gàbe, 2: 215; Hz. Muhammed ve İslamiyet, 9: 357-364; Müs­ned, 4: 103.

21 Mayıs 2017 Pazar

Tufeyl bin Amr (r.a.)


Kavurucu çöl sıcakları her zamanki gibi toprağı ve insanları yakmaya devam ediyordu. En küçük bir gölge, bir avuç su ve hafif bir serinlik büyük bir saadet­ti.

En dehşetlisi, Arap topraklarını ve Arap halkını küfür, şirk, zulüm ve vahşet kavuruyordu. Ama insanlar artık günden güne serinliğe, âb-ı hayata ve saadete kavuşuyorlardı. Çünkü şimdi Hz. Muhammed (a.s.m.) vardı. Her türlü çile ve işkenceye rağmen o, nurunu yaymaya devam ediyordu.

Yine böyle kavurucu sıcakların hüküm sürdüğü, güneşin insan tepesine daha da yaklaştığı bir günde, Mekke’ye birisi geldi. Alımlı atının üzerinde, şatafatlı giyimi ve merdane bakışlarıyla Kâbe’ye doğru yürüyordu. Bu, Devs kabilesinin ileri gelenlerinden, şair Tufeyl bin Amr’dan başkası değildi.

Ebû Leheb’lerden, Ebû Süfyân’lardan, Ebû Cehil’lerden meydana gelen heye­canlı bir kalabalık hemen etrafını çevirdi. Tufeyl şaşkın bakışlarıyla bir taraftan kendisine “hoş geldin” diyenlere mukabele ediyor, diğer taraftan da onların bu he­yecanlı davranışlara neyin sebep olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Allah, Resûlünü Kureyşlilerin zulmünden koruyunca, müşrikler Re­sû­lul­lah’a gelenlere mâni olmaya başlamışlardı. Onu tecrit edip, başkalarıyla görüşmesi­ne mâni olmak istiyorlardı. Tufeyl bin Amr da Re­sû­lul­lah ile karşılaşabilir ve te­siri altında kalabilirdi. Onun için müşriklerin ileri gelenleri onun etrafında top­lanmış, Resûl-i Ekrem’le görüştürmemek için ikna etmeye çalışıyorlardı.

Küfür korkuyordu, şirk ürküyordu, haksızlık titriyordu... Nihayet içlerinden birisi konuşmaya başladı: “Ey Tufeyl, şehrimize hoş geldin! İçimizden çıkan adamı biliyorsun. Duymuşsundur. Sakın onunla karşılaşıp konuşmayasın! Sözleri sihir gibidir. Onun sözleri babayla oğulun, kardeşle kardeşin, kocayla karının arasını açıyor. Bizim başımıza gelenin, senin ve kavminin de başına gelmesini istemiyorsan onunla konuşma ve söylediklerini dinleme!”

Tufeyl bir müşrikti ve Kâbe’ye putları ziyaret edip onlara ibadet etmeye gidi­yordu. Diğerlerinden farklı düşünmesi beklenemezdi. Şöyle cevap verdi:

“Yemin ederim ki onu dinlemeyeceğim ve onunla konuşmayacağım! Kara­rım kesindir. Kâbe’ye vardığımda eğer onunla karşılaşacak olursam, mutlaka kulaklarımı tıkayacağım. Onu dinlemek istemiyorum.”

Tufeyl bin Amr, kalabalıktan ayrılıp yalnız olarak Kâbe’ye geldi. Re­sû­lul­lah’ın orada namaz kıldığını gördü. Biraz önce konuştukları sözleri hatırladı. Müş­riklerin sözleri kulaklarında çınlıyordu. Ama Re­sû­lul­lah sesli bir şekilde ibadet ediyor ve Tufeyl ister istemez onu işitiyordu. Onlar ne güzel sözlerdi öyle! Daha önce duyduğu, bildiği hiçbir Arap şiirine benzemiyordu. Yoksa müşriklerin de­diği gibi bunlar gerçekten sihir miydi? Yok, olamazdı. O nice sihirli söz de işitmişti; bu, onlara da benzemiyordu. Tufeyl düşünmeye başladı: “Ben ki Devs kabilesinin ileri gelenlerinden biriyim. Ben ki şairim... Ben her­hâlde güzeli çirkinden ayırabilirim. Bu zatın söylediklerinde en küçük bir çir­kinlik alameti var mı? Bu zatı niçin daha yakından dinlemiyorum ki?! Eğer söz­leri gerçekten güzelse elbette kabul ederim; yok, eğer çirkinse reddederim.”

Nihayet Re­sû­lul­lah (a.s.m.) namazını bitirdi ve evine doğru yola koyuldu. Devs’li şair onu takip etmekten kendini alamadı. Re­sû­lul­lah evine varınca o da içeriye girdi ve şöyle konuştu:

“Ey Muhammed! Vallahi seni bana korkunç bir şekilde anlattılar! O kadar ki, söyleyeceklerini duymamak için kulaklarımı tıkamıştım… Ama senden duyduk­larımı çok beğendim. Dinini bana anlat.”

Re­sû­lul­lah, Tufeyl’e Kur’ân-ı Kerim okudu ve İslamiyet’i anlattı. Tufeyl he­men orada Müslüman oldu. Sonra da Re­sû­lul­lah’a şöyle dedi:

“Yâ Re­sû­lal­lah! Ben kavmim içinde sözü dinlenen birisiyim. Hemen kavmi­me dönüp onları İslam’a davet etmek isterim. Allah’a dua et de, onlara karşı tesi­rimi artıracak bir keramet ihsan etsin.”

Bunun üzerine Re­sû­lul­lah “Yâ Rabbi, onu nurlandır!” diye dua etti.

Tufeyl, Re­sû­lul­lah’ın yanından ayrılıp kavmini İslam’a davet etmek üzere yola koyuldu. Kavuştuğu âb-ı hayatı başkalarına da ulaştırmak istiyordu. Kavminin kendisini görebileceği, “Seniyye” denen mevkie geldiğinde alnında bir nur mey­dana geldi. Birden heyecana kapılan Tufeyl, Cenâb-ı Hakk’a şöyle dua etti:

“Yâ Rabbi! Bu nur alnımdan başka bir yerde olsun. Halkın bu nuru, dinlerini terk ettiğim için bana ârız olmuş bir hastalık zannetmesinden korkuyorum!”

Nur hemen Tufeyl’in değneğinin ucuna nakloldu. Bundan dolayı Tufeyl’e “Zinnûr [nur sahibi, nurlu]” denilirdi.

Eve vardığında, yaşlı babası kendisini karşıladı. Babasına seslendi: “Bana yaklaşma babacığım! Artık ben senden değilim, sen de benden değilsin!”

Babası, “Niçin oğlum?” diye sordu.

Tufeyl, “Ben Müslüman oldum, Muhammed’in (a.s.m.) dinine girdim.” diye cevap verdi.

Babasının Tufeyl’e olan itimadı sonsuzdu. “Senin dinin, benim de dinimdir.” diyerek oradan ayrıldı, temiz elbiselerini giydi, tekrar geldi. Tufeyl babasına İslam’ı telkin etti. Artık Tufeyl’in babası da Müslüman’dı.

Biraz sonra hanımı yanına geldi. Hanımına da aynı şekilde, “Yaklaşma bana artık. Sen benden değilsin, ben de senden değilim!” dedi.

Hanımı, “Neden? Kurban olayım söyle!” dedi.

“İslam bizi ayırdı!” cevabını verdi. Bu söz üzerine Tufeyl’in hanımı da Müslü­man oldu.

Tufeyl bin Amr hemen kavmini topladı ve onlara İslam’ı anlattı. Ancak onlar Tu­feyl’in davetini kabul etmediler. Tufeyl heyecanlıydı, celalliydi. Halkın he­men İslami­yet’i kabul etmesini bekliyordu. Ümitsiz ve mahzun bir şekilde Mek­ke’ye, Re­sû­lul­lah’a geri döndü.

“Ey Allah’ın Resûl’ü! Devsliler davetimi kabul etmediler. Onlara beddua et!” dedi.

Doğru yola gelebilecek olanlar için Re­sû­lul­lah’ın dilinde beddua yoktu. Resûl-i Ekrem (a.s.m.), “Yâ Rabbi! Devs kabilesine hidayet ver!” diye dua etti ve Tufeyl’e dönüp şöyle buyurdu:

“Şimdi kavmine dön ve onları İslam’a davet et. Onlara katiyen sert davranma. İslam’ı yumuşak bir dille anlat.”

Tufeyl bin Amr, Re­sû­lul­lah’ın emirlerine uyarak, uzun yıllar Devs toprakla­rında kalıp halkı İslam’a davet etti. Geçen zaman içerisinde Resûl-i Ekrem Medine’ye hicret etmiş, Bedir, Uhud ve Hendek cihadları yapılmıştı. Re­sû­lul­lah’ın emrettiği tarzda İslam’ı tebliğ etmesi netice vermiş, Müslüman olanların sayısı 70-80’i bulmuştu.

Yıllar geçtikçe Tufeyl’de Re­sû­lul­lah’ı görme arzusu şiddetleniyordu. Artık dayanamadı ve kabilesinden İslam’ı kabul edenlerle birlikte Medine’ye geldi. Re­sû­lul­lah’a kavuştu. Kabilesiyle birlikte o sırada yapılan Hayber cihadı’na ka­tıldı.[1]Daha sonraları ise, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) vefatına kadar yanından ay­rılmadı.[2]

Hz. Ebû Bekir (r.a.) zamanında dinden dönenlere karşı yapılan cihadlarda bü­yük kahramanlıklar gösterdi. Bir rüyasında, Yemâme cihadı’nda kendisinin ve oğlu Ömer’in şehit olacağını gördü. Bir müddet sonra da kendisi Yemâme’de, oğlu Ömer de Yermuk cihadı’nda şehit oldu.

Allah ondan razı olsun!


_______________________________
[1]Tabakât, 4: 237.
[2]İsâbe, 2: 225.

9 Mayıs 2017 Salı

Tuleyb bin Umeyr (r.a.)


Hz, Tuleyb (r.a.) cevval, atılgan ve cesur bir gençti. Ruhu şirk dumanlarıyla ka­rar­mayan temiz bir delikanlıydı. Henüz 14-15 yaşlarında, çocuk denecek bir çağda olma­sına rağmen akl-ı selimi ona yardım etmiş, Peygamberimizin nu­ruyla müşerref olma bahtiyarlığını kazanmıştı.

İslam’ın ilk yıllarıydı… Peygam­berimiz, Hz. Erkam’ın evinde bulunuyor, gizli olarak hakka daveti sürdürüyor­du. Hz. Tuleyb, hiç kimseden çekinip ürkmeden, Re­sû­lul­lah’ın ikamet ettiği eve gitti. Kâinatın Efendisi’ne teslim olarak iman etti, hidayet halkasına girdi.

Hz. Tuleyb heyecanlıydı. İmanın kutsi feyzi kalbini aydınlatmış, Peygambe­r’in engin şefkati gönlünü ışıklandırmıştı. Bu müjdeyi en çok sevdiği annesine açmak için sabır­sızlanıyordu. Fakat annesinin bunu nasıl karşılayacağını merak ediyordu. Acaba ken­disine kızar mıydı? Çünkü ona haber vermeden İlahî dave­te icabet etmişti.

Eve geldi, annesini görür görmez, “Anneciğim, ben Müslüman oldum. Hz. Muhammed’in (a.s.m.) dinine girdim, ona tabi oldum!” diye sevincini dile getir­di.

Asil bir aileye mensup olan ve Sevgili Peygamberimizin halası bulunan anne­si Erva, biricik oğlunun sevincini paylaştı. Onu tebrik ettikten sonra şöyle ko­nuştu:

“Oğlum, hiç şüphesiz, dayının oğlu, senin yardımına herkesten daha çok layıktır. Vallahi eğer onu erkeklere karşı korumaya gücümüz yetseydi, her tür­lü tecavüze karşı koyar, onu korurduk!”

Annesinin kendisini anlayışla karşıladığını görünce Hz. Tuleyb, daha da ce­saret­len­di. Annesi henüz Müslüman değildi, ama kardeşinin oğluna bir zarar gelmemesini içten arzu ediyordu. Hz. Tuleyb bu tatlı havadan istifade ederek annesine de iman balını tattırmak istedi, “Anne,” dedi, “senin Müslüman olma­na ve ona uymana engel olan şey nedir? Bak işte, kardeşin Hamza da Müslüman oldu.”

Oğlunun bu teklifi karşısında anne biraz yumuşadıysa da, eski inançlarını terk etmek kolay olmuyordu. “Ben şimdi bekleyeyim, kız kardeşlerim ne yaparsa ben de öyle yapar, sonra onlardan birisi olurum.” dedi.

Annesinin tereddüt içinde olduğunu gören Tuleyb için yapacak bir şey yoktu. Onun hidayeti için dua etmekten başka bir şey yapamazdı. Daha sonra şöyle de­di:

“Öyleyse anneciğim, sen İslamiyet’i kabullenip onu tasdik edinceye ve ‘Al­lah’tan başka ilah yoktur.’ diyerek şehadet getirinceye kadar ben de senin için Al­lah’a niyazda bulunur, dua ederim.”

Oğlunun bu candan temennisini boş bırakmak istemeyen Erva bint-i Abdülmuttâlib hemen şehadet getirdi ve Müslüman oldu.[1]

Hz. Tuleyb yaşından beklenmeyen bir atılganlıkla mücadelede bulunuyor, Re­sû­lul­lah’a dil uzatan, onun aleyhinde konuşan müşrikleri susturmak için çalı­şıyordu. Bir seferinde Peygamberimize eziyet verip sıkıntıya sokmak için her türlü yola başvuran Ebû Cehil’i gözüne kestirmişti. Başına sert bir darbe vura­rak yardı, kanlar içinde bıraktı. Etrafta bulunan müşrikler Hz. Tuleyb’i yakala­yıp bağladılar. Dayısı Ebû Leheb onu müşriklerin elinden kurtardı, salıverdi.

Daha sonra bazıları Hz. Erva’nın yanına giderek oğlunun aşırı hareketinden dolayı şikâyette bulundular: “Oğlun Tuleyb’in yaptıklarını görmüyor musun? Kendisini Muhammed’in yoluna adamış.”

Hz. Erva, müşriklere karşı şu cevabı verdi:

“Onun en hayırlı günleri Muhammed’e (a.s.m.) yardımcı olduğu günlerdir. Çünkü Muhammed (a.s.m.), Allah tarafından hak Peygamber olarak gönderil­miştir.”

Müşrikler büsbütün şaşırmışlardı. İyice emin olmak için “Sen de mi Muham­med’e tabi oldun yoksa?!” diye sordular. Aldıkları cevap “Evet.” oldu.

Sonra oradan Ebû Leheb’e giderek, kız kardeşinin Müslüman olduğunu bil­dirdiler.

Kız kardeşinin Müslüman olduğunu haber alan Allah düşmanı Ebû Leheb, yanına gelerek çıkıştı, azarladı ve atalarının dinini bıraktığı için ayıpladı.

Bunun üzerine Hz. Erva da ona karşılık olarak, “Beni azarlamayı bırak da, git, sen de kardeşinin oğlunun başında bulun. Ona yardımcı ve destek ol veya onun dinine gir.” dedi.

Bu söz üzerine Ebû Leheb, “Onun ortaya çıkardığı yeni din yüzünden bütün Arap kabilelerine karşı koymaya bizim takatimiz var mı?!” diyerek inkârında ıs­rar etti. Sonra da çekip gitti.[2]

Hz. Erva, Peygamberimize dil uzatanlara gerekli cevabı veriyor, ona gelecek tehlikelere mâni olmaya çalışıyordu. Biricik oğlunu da teşvik ediyor, Re­sû­lul­lah’tan ayrılmamasını tembih ediyordu. Ana-oğul kendi aralarında güçleri nispetinde, şirke karşı mücadele ediyorlardı.

Bir seferinde müşriklerden Avf bin Sabre’nin Peygamberimize kötü söz söy­lediğini duyan Hz. Tuleyb, eline geçirdiği bir deve çenesi kemiğiyle kafasına vurarak onu yaralamıştı. Yine annesine şikâyete gittiklerinde, Hz. Erva, “Tu­leyb, dayısının oğluna yardım eder. Ondan ne canını esirger, ne de malını…” diye­rek müşrikleri yüzüstü geri çevirmişti.[3]

Küçük yaşta olduğu için Mekke’de serbest bir şekilde dolaşan Hz. Tuleyb, bir defasında müşriklerden Ebû İhâb bin Üzeyr’in Kureyşlilerle anlaşarak Peygam­berimize suikast düzenleyeceğini öğrendi. Bu menhus emelini yerine getirmek için Ebû İhâb’ın yola çıktığını haber alır almaz önünü kesti, ansızın fırlattığı bir taşla başını yaraladı. Böylece çirkin niyetinin duyulduğunu sezen müşrik, suikastten vazgeçti.”[4]

Hz. Tuleyb’in böyle fedaice davranışları müşriklerin mukavemetini kırıyor­du. Fikren İslam’ın yayılmasına güç yetiremeyen müşrikler, hiç ummadıkları bir mukavemetle karşılaşınca şaşkına dönüyorlardı.

Kureyşliler tarafından göz altına alınan Hz. Tuleyb, ikinci Muhacir kafîlesiyle Habeşistan’a hicret etti. Üç ay kadar orada kaldı. Mekke müşriklerinin Müs­lüman oldukları şaiyasını duyunca tekrar Mekke’ye geldiler. Fakat haber asıl­sızdı. Medine’ye hicret başlayınca Hz. Tuleyb de hicret etti. Medine’de Abdul­lah bin Seleme’ye misafir oldu. Daha sonra Peygamberimiz, Tuleyb’le Münzir bin Amr (r.a.) arasında kardeşlik akdi yaptı.[5]

Müşriklere karşı cihad emri başlayınca Peygamber ordusunda Hz. Tuleyb de yer aldı. Bedir cihadı’nda üstün kahramanlıklar göstererek Allah düşmanlarına karşı dinini korudu. Bundan sonra daha pek çok muharebeye katıldı.

Peygamberimizin vefatından sonra Bizanslılarla yapılan Ecnâdin cihadı’nda mücahitler arasında Hz. Tuleyb de bulunuyordu. Zafer kazanılmıştı, fakat üç bin kadar şehit verilmişti. Şehitler arasında Hz. Tuleyb de vardı. Tarih Hicret’in 13. yılı, Cemaziyelev­vel ayı idi. Hz. Tuleyb bu sırada 35 yaşındaydı.[6]

Allah ondan razı olsun!


_________________________________
[1]Tabakât, 3: 123.
[2]age., 8: 42-43; Üsdü’l-Gàbe, 3: 65.
[3]el-İsâbe, 2: 233.
[4]age.
[5]Tabakât, 3: 123.
[6]age.

6 Mayıs 2017 Cumartesi

Ubâde bin Sâmit (r.a.)


Peygamberimize ve onun dava arkadaşları olan güzide cemaate kucak açarak, insanlık tarihinin kaydettiği en üstün misafirperliği gösteren Ensar’ın ileri gelen simalarından birisi de Ubâde bin Sâmit’tir (r.a.).

Hz. Ubâde, Hicret’ten önce vuku bulan Birinci ve İkinci Akabe Biatlarına ka­tılan, Peygamberimizle her hâl ü kârda beraber olacaklarına, canlarını yoluna feda edeceklerine, onu her türlü tehlikeden koruyacaklarına söz veren Medineli Müslümanlar arasında bulunuyordu. İkinci Akabe Biatı’nda 70 küsur Müslüman’ı temsil ederek Peygamberimizle bizzat görüşen 12 zattan birisiy­di. Yine Asr-ı Saadet’in nadide hadiselerinden olan Rıdvan Biatı’nda “Peygambe­rimizin emrinden çıkmayacaklarına ve her hususta ona itaat edeceklerine” dair yemin eden mümtaz şahsiyetlerin arasında Ubâde bin Sâmit de yer almıştı.[1]

Muhacirler Medine’ye teşrif edince, Peygamberimiz onlar arasında kardeşlik akdini yaptı. Hz. Ubâde’yi (r.a.) de ilk Müslümanlardan Ebû Mürsed (r.a.) ile kardeş ilan etti. Ensar, Muhacir kardeşlerini tarla ve bahçelerine ortak ettiler. Onlar, emekleriyle, mahsulata ortak oluyorlardı. Bu durum Hayber’in fethine kadar senelerce devam etti. Hayber arazisi ele geçince bu iş ortaklığına ihtiyaç kalmadı.

Hz. Ubâde 35 yaşında İslam dairesine girdi. Okuma-yazma bilen sahabilerden olma­sı dolayısıyla Peygamberimiz kendisini Suffe Ashâbı’na öğretmen ta­yin etti. Mescid-i Nebevî, Peygamberimizin evi ve Suffe talebelerinin mektebi yan yanaydı. Zaten her üçü de birlikte yapılmıştı. Peygamberimiz mescitte bütün Müslümanlarla ilgileniyor, bitişikteki mektepte bulunan 100’e yakın talebe­nin iaşesinden yetişmelerine kadar her türlü meseleleriyle meşgul oluyordu.

Hz. Ubâde, bir defasında yazı ve Kur’ân öğrettiği Suffe Ashâbı’ndan birinin kendisine yay hediye etmesi üzerine Peygamberimize müracaat etti. Peygam­berimiz de böyle bir hediyeyi almasının caiz olmayacağını söyledi.[2]

İslam tarihinin ilk yıllarında Kur’ân öğretenler çok olduğundan ücret alınma­sı uygun görülmüyordu, fakat daha sonraki asırlarda dinî vazifeleri gören kim­seler azalınca Kur’ân’ın öğretilmesi karşılığında ücret almayı müçtehitlerimiz caiz görmüşlerdir.

Ubâde bin Sâmit, bütün cihadlarda Peygamberimizle birlikte bulundu. Kaynuka Ya­hu­dilerinin Medine civarından uzaklaştırılması vazifesi de Hz. Ubâde’ye verilmişti.[3]

Hz. Ubâde dirayetli, üstün kabiliyetli bir kimseydi. Hz. Ebû Bekir, hilafeti zamanında Bizans Kralı Herakliyus’a elçi olarak Haşim bin Âs (r.a.) ile Ubâde bin Sâmit’i gönderdi. Bu iki zat, Şam’a uğradıktan ve uzun bir yolculuktan sonra İstanbul’a vardılar. Boyunlarında kılıçları olduğu hâlde atlarının üzerinde kra­lın sarayına kadar yaklaştılar. İstanbul halkı onları hayret ve hayranlıkla seyre­diyordu. Hayvanlarından inerken “Lâilâhe illallahü vallahü ekber!” deyince, sa­rayın, hurma ağacı gibi sallandığını gördüler.

Kralın huzuruna çıktılar. Kral kendilerine, Peygamberimiz ve İslamiyet hak­kında bir hayli sual sordu.

“Sizin yanınızda en büyük kelamınız nedir?”

“Lâilâhe illallahü vallahü ekber.”

“Siz evinizde, memleketinizde bunu söylediğiniz zaman evleriniz sarsılıp ta­vanlarınız üzerlerinize çökmüyor mu?”

“Hayır, biz onun hiçbir zaman öyle yaptığını görmedik. Ancak senin yanında gördük. O bize öğütten başka bir şey değildir.”

“Vallahi mülkümden çıkmaktan nefsim hoşlansaydı size tabi olurdum, ölün­ceye kadar da sizin hakir bir köleniz olmayı isterdim!”

Bu itiraftan sonra kral, elçileri kıymetli hediyelerle gönderdi.[4]

Mısır fethi sırasında Amr bin Âs’ın (r.a.) yardım istemesi üzerine Hz. Ömer’in “Sana dört kişi gönderiyorum. Bunların her birisi bin kişiye bedeldir.” diyerek gönderdiği zatlardan birisi de Ubâde bin Sâmit idi.[5]Daha sonra Filistin valiliğini de yürüten Hz. Ubâde, kalan ömrünü Şam bölgesinde geçirdi.

Hz. Ubâde, sahabilerin âlimleri arasında bulunuyordu. Hadis ve fıkıhta üstün bilgiye sahipti. Şam’da kaldığı müddetçe hep hadis ve fıkıh dersleri okuttu. Ora­ların bir ilim yuvası hâline gelmesinde büyük gayret gösterdi. 80’den fazla hadis rivayet etti, birçok da talebe yetiştirdi.

Onun rivayet ettiği hadislerden biri şu mealdedir:

Bir gün hasta idim. Peygamber (a.s.m.), Ensar’dan bazı zatlarla beni görmeye geldi. Re­sû­lul­lah, şehitlerden bahsederken “Şehitlerin kim olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Herkes susmuştu. Re­sû­lul­lah suali üç defa tekrarladı. Cemaat susmakta devam ediyordu. Ben, hanımıma, beni yataktan kaldırıp tut­masını söyledim. Beni kaldırdı. Şöyle cevap verdim:

“Şehit, İslamiyet’i kabul eden, hicret eden, sonra Allah yolunda ölendir.”

Bunun üzerine Re­sû­lul­lah şöyle buyurdu:

“O zaman ümmetimin şehitleri çok az olur! Allah yolunda ölen şehittir. Denizde bo­ğu­lanlar şehittir. Karın ağrısın­dan ölenler şehittir. Lohusalıktan ölen kadın şehittir.”[6]

Hicret’in 34. senesinde 72 yaşında Şam yakınlarındaki Remle’de vefat eden Hz. Ubâ­de bin Sâmit oraya defnedildi.[7]

Allah ondan razı olsun!


_____________________________
[1]Tabakât, 3: 546.
[2]Müsned, 3: 315.
[3]Tabakât, 2: 356.
[4]İslam Tarihi, 2: 295-304.
[5]İsâbe, 2: 268.
[6]Müsned, 3: 317.
[7]Üsdü’l-Gàbe, 3: 107.