29 Nisan 2017 Cumartesi

Ubeyde bin Hâris (r.a.)


Ubeyde (r.a.) ilk Müslümanlardandır: Bedir’de şehit oldu.

Yıllar sonra Re­sû­lul­lah kabrinin yanından geçerken şöyle buyur­muştur: “Hissettiğiniz bu güzel koku, onun kabrin­den yayılmaktadır.”

Ubeyde (r.a.), İslamiyet’in ilk yıllarında Müslüman oldu, karşılaştığı bütün güçlükle­­re sabretti. Hicret emri çıktığında da yurdunu yuvasını bırakarak Medine’ye hicret etti.

Bedir cihadı’na iştirak eden bu bahtiyar mücahidin bütün arzusu “şehit ol­mak”tı. İki ordu karşılaştığında, müşriklerden Utbe, Şeybe ve Velid meydana çıkarak çarpışacak yiğit istediler. Karşılarına Ensar’dan üç kişi çıktı. Fakat onlar, “Biz sizi istemiyoruz. Abdülmuttâliboğullarından amcalarımızın oğullarıyla çarpışmak istiyoruz!” diyerek onları reddettiler.

Bunun üzerine Peygamberimiz, “Kalk yâ Ubeyde! Kalk yâ Hamza! Kalk yâ Ali!” buyurdu.

Bu üç yiğit hemen meydana fırladı. Müşrikler onları karşılarında görünce sevindiler. “Evet, siz bizim dengimizsiniz.” dediler ve kıyasıya cenge tutuştu­lar. Hz. Hamza Şey­­be’yi, Hz. Ali de Velid’i bir anda tepeledi. Ubeyde (r.a.) ile Utbe ise birbirlerini ayak­ta duramayacak şekilde yaraladılar. Hz. Hamza ve Hz. Ali hemen Ubeyde’nin yardı­­mına koştular ve Utbe’yi öldürdüler. Ubeyde’yi de (r.a.) kucaklayarak saflarına taşıdılar.

Ubeyde (r.a.) Re­sû­lul­lah’a, “Yâ Re­sû­lal­lah, ben şehit değil miyim?” diye sordu.

Peygamberimiz, “Evet, şehitsin.” buyurdu.

Buna çok sevinen Hz. Ubeyde, “Ebû Tâlib sağ olsaydı, söylediği söze, kendisinden ziyade, benim layık olduğumu anlardı.” dedi. Sonra da Ebû Tâlib’in şu beytini okudu:

“Biz, onun çevresinde çoluğumuzu çocuğumuzu unutturacak derecede çar­pışıp yerlere serilmedikçe, onu size teslim edeceğimizi mi sanıyorsunuz?!”

Hz. Ubeyde böylece, Re­sû­lul­lah’a bir zarar gelmemesi için hayatını feda et­miş, şehit­­lik makamını kazanmıştı. O sırada 63 yaşında bulunuyordu. Safrâ mevkiine defnedildi.

Yıllar sonra Peygamberimiz Ashâbıyla Safrâ mevkiinden geçiyordu. Biri, “Yâ Re­sû­lal­lah, güzel bir koku duyuyorum, acaba nedir?” diye sordu.

Peygamberimiz (a.s.m.), “Burada Ebû Muâviye’nin [Ubeyde bin Hâris] kabri vardır. Bu, onun kabrinden yayılan kokudur.” buyurdu.[1]

Allah ondan razı olsun!


________________________________________
[1]Tabakât, 2: 17; 3: 50-52; İstiâb, 2: 444-445.

27 Nisan 2017 Perşembe

HZ. UKBE İBNİ ÂMİR EL-CUHENÎ (r.anh)



Ukbe İbni Âmir el-Cuhenî radıyallahu anh Kur'an-ı Kerim'i güzel okuyan bir Kur'an hâfızı... Gecenin seher vakitlerinde kalkıp Mevlâ ile konuşurcasına huşû ile Kur'an tilâvet eden bir âşık... Kendi el yazması Kur'an'ı bulunan bir ilim eri... 

O, Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin Medine-i Münevvere'ye hicretinden sonra islâm'la şereflendi. Müslüman oluşunu kendisi şöyle anlatıyor:
"İnsanlardan uzak, çöllerde küçük sürülerimin peşinde hayatımı geçiriyordum. Mekke'de yeni dinin ve son Peygamberin geldiğini daha sonra Medine'ye hicret edeceğini duydum. Kısa bir zaman sonra da Medine'ye teşrif ettiği müjdesini aldım. Bütün Medine'li müslümanların sevinç haberleri geliyordu. Ben de sürülerimi bırakıp Medine'ye koştum. Huzuruna vardım ve: "Ya Rasûlallah! Ben size bey'at edeceğim" dedim. Sevgili Peygamberimiz: "Sen kimsin?" dedi. Ben de: "Ukbe İbni Âmir el-Cuhenî'yim" dedim. Bana: "Sence hangisi daha iyi. Bedevi bey'ati mi, yoksa hicret bey'ati mi?" dedi. Ben de: "Hicret bey'ati yapmak istiyorum." Yani, Medine'de kalmak üzere bey'at ediyorum dedim. Muhacirlerle beraber yanında bir gece kaldım. Ertesi gün küçük sürümün yanına döndüm." 

Ukbe (r.a)'ın gönlüne islâm ışığı girmişti, fakat o sevgiliden ayrı kalışı yeni gelen vahiyleri duyamaması ona çok zor geliyordu. Kendi ifadesiyle şöyle bir çare bulmuştu: "Biz oniki arkadaştık. Sürülerimizi otlatmak için Medine'den uzakta kalıyorduk. Arkadaşlarla aramızda : "Biz de hiç iş yok. Yeni gelen vahyi öğrenmek ve Rasûlullah (s.a)'ın sohbetinde bulunmak için hergün birimiz Medine'ye gitse, sürüsüne burada kalanlar baksa diye anlaştık. Ben sürüleri bırakmaktan korkuyordum. Siz gidin ben sürünüze bakayım. Geldiğinizde, dinlediklerinizi ve öğrendiklerinizi sizden alırım" dedim. Bir müddet böyle nöbetleşe devam ettik. Sonra o sevgilinin yüzünü görememek, huzurunda bulunamamak canıma tak etti ve kendi kendime:
"Yazıklar olsun sana! Sen bu sürüler yüzünden mi Rasûlullah (s.a)'ın sohbetinde bulunmayı terk ediyorsun. Gelen vahyi direk onun ağzından duymak, aracısız, ondan almaktan bu sürüler mi seni alıkoyuyor?" dedim. Gafletten uyanarak kendime geldim ve koyunlarımı bırakıp Rasûlullah (s.a)'ın yakınında bulunmak için Medine'ye hicret ettim. Mescid'de yatıp kalktım."
Ukbe (r.a) gölge gibi Rasûlullah (s.a) efendimizi takip etmeğe başladı. Yolculukda hayvanının yularını tuttu. Ona hizmeti zevk haline getirdi. Efendimiz de Ukbe'yi çoğu kere terkisine alırdı. Bu sebebten ona Rasulullah'ın redifi diye isim verildi. Kendisi şöyle anlatıyor. 

Birgün Rasulullah (s.a) efendimiz bana : "Ukbe! Sana, şimdiye kadar benzeri görülmeyen iki sûreyi öğreteyim mi?" dedi. Ben de: "Evet Ya Rasûlallah! " dedim. Bunun üzerine iki Cihan Güneşi efendimiz bana "felâk ve Nas" sûrelerini okudu. Namaz vakti girince imam oldu ve o iki sûreyle namazı kıldırdı. Daha sonra: "Ey Ukbe! Yatarken bu sûreleri daima oku!" buyurdu. 

Ukbe (r.a) Allah'ın sevgilisine yakın olmanın ve ona hizmet etmenin bereketini, hayatında gördü. Kur'an, hadis, fıkıh ve ferâiz ilminde güzide şahsiyet oldu. Ashab arasında ilim ve cihad eri olarak anıldı.
O, Kur'an okumak ve öğretmekten büyük zevk alırdı. Birgün Resûl-i Ekrem (s.a) efendimizden: "Ya Rasûlallah! Hûd ve Yusuf sûrelerini bana okur musunuz?" diye ricada bulundu. Efendimiz okudu Ukbe dinledi. Daha sonra öğrendiği şekilde etrafına okudu ve öğretti. 

O, Kur'an-ı Kerim'i çok güzel okurdu. Sahabe onun tane tane okuyuşunu dinler, kalpleri ürperirdi. Bilhassa geceleri ortalık sakinleşince yüksek sesle, Mevlasıyla konuşurcasına âyetleri tefekkür ederek hûşû ile okur gözleri yaşlarla dolardı. 

Hz. Ömer (r.a) onu birgün çağırıp şöyle dedi "Ey Ukbe! Bana biraz Kur'an oku!" O da: "Hay, hay, Ey emîru'l-mü'minin" dedi ve bir miktar Kur'an okudu. Ukbe (r.a)'ın tatlı tatlı okuyuşunu hûşû ile dinleyen Hz. Ömer (r.a) gözyaşlarını tutamadı ve sakalını ıslatıncaya kadar ağladı.
Evet!.. Kur'an böyle bir kitaptır. Onu huşû ile dinlemek kalbleri ürpertir... Gönülleri yumuşatır. Gözyaşlarını akıtır... Çünkü kâmil mü'minlerin gıdasıdır Kur'an... Allah'ım!.. Bizlere de o yüce kitabın derinliklerine dalabilmeyi, onu okumak okutmak ve dinlemeyi zevk haline getirebilmeyi nasib et!..
Ukbe (r.a) kendi elleriyle yazdığı bir Kur'an bıraktı. Yakın zamana kadar Mısır'da kendi adıyla bilinen cami'de muhafaza edildi. Fakat kaybolan kültür hazinelerimiz arasında maalesef o da kayıplara karışıp gitti. 

O, Hz. Ömer (r.a) devrinde Şam'ın fethinde bulundu. Büyük kahramanlıklar gösterdi. Komutan Ebu Ubeyde (r.a) halifeye müjdeyi ulaştırmak üzere onu gönderdi. Muaviye devrinde Mısır'da valilik yaptı. Onun emriyle Rodos adasının fethi için gönderilen orduya kumandan oldu. 

Ukbe (r.a) askeri bilgileri öğrenmekten zevk alırdı. Kendisi de mükemmel ok atardı. Halkı da bu işe teşvik ederdi. Bir defasında Hz. Halid İbni Velid (r.a)'a Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimizin: "Cenab-ı Hak bir ok için üç kişiye cennet nasib edecektir" hadisini hatırlatmıştı. Bunun için ok atmak hususunda büyük gayret sarfederdi. 

İlim ve cihada çok önem veren Ukbe (r.a) 55 hadis-i şerif rivayet etmiş ve 58. hicri senede Mısır'da vefat ettiği bildirilmiştir. Cenab-ı Hak'tan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin.

22 Nisan 2017 Cumartesi

Ulbe bin Zeyd (r.a.)


Hicret’in 9. yılıydı... Rumlar Müslümanları tamamen ortadan kaldırmak için 40 bin kişilik bir ordu hazırlamışlardı. Peygamberimiz bunu haber alınca hemen hazırlığa başladı.

Hava çok sıcaktı. Hasat mevsimiydi. Üstelik kıtlık da vardı. Böyle iken bir­kaç kişi hariç bütün Müslümanlar bu orduya iştirak ettiler. Ellerinden gelen maddi manevi desteği yapmaktan geri durmadılar.

Katılmayanlardan bir kısmı vardı ki, bunların hiçbir mazereti yoktu. Fakat bazıları bu orduya sırf maddi imkânsızlıkları sebebiyle iştirak edememişlerdi. İşte Tebük Seferi’nden bu sebeple geri kalanlardan biri de Ulbe bin Zeyd’di (r.a.).

Hz. Ulbe fakirdi. Yol azığı ve binek temin edememişti. Fakat bu sefere katıl­maya can atıyordu. Kendisi gibi olan arkadaşlarıyla Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) huzu­runa çıktı. Üzgündü, gözü yaşlıydı. Re­sû­lul­lah’tan kendisine binek temin etmesi ricasında bulundu. Peygamberimiz, “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum.” de­yince gözyaşları içerisinde geri döndü. Biraz sonra da bu durumda olanları ra­hatlatan şu âyet-i kerime nazil oldu:

“Şu kimseler üzerine de cihada katılmadıkları için bir günah yoktur ki, sana her gelişlerinde ‘Sizi bindirecek bir şey bulamadım.’ derdin. Onlar da cihad için harcayacak bir şey bulamamanın üzüntüsüyle gözleri yaşla dolu olarak döner­lerdi.”[1]

Hz. Ulbe, o gece uyuyamadı. Kalktı, bir müddet namaz kıldıktan sonra şöyle dua etti:

“Allah’ım, cihadı emrettin, bizi ona teşvik ettin. Ama ne bende, ne de Resûlünde beni cihada hazırlayacak imkân yoktur. Allah’ım, ben de sadaka ola­rak, malıma, canıma, şeref ve haysiyetime tecavüz eden bütün Müslümanları af­fediyorum.”

Ertesi sabah Peygamberimiz, “Bu gece herkesi affeden kimse ayağa kalksın.” buyurdu. Kimse kalkmadı. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) sözünü tekrarladı. Bu defa Hz. Ulbe kalktı ve “Benim yâ Re­sû­lal­lah.” dedi. Peygamberimiz onu müjdeleyerek şöyle buyurdu:

“Seni müjdelerim! Allah’a yemin ederim ki, yaptığın bu bağış, kabul edilen sa­dakalar arasına kaydedilmiştir.”[2]

Hz. Ulbe bu müjdeye çok sevindi. Böylece hâlis niyetinin mükâfatını gör­müştü…


_______________________________________
[1]Tevbe Sûresi, 92.
[2]İsâbe, 2: 500; Üsdü’l-Gàbe, 4: 10; el-Bidâye, 5: 5.

17 Nisan 2017 Pazartesi

Umeyr bin Ebî Vakkas (r.a.)




Umeyr, Sa’d bin Ebî Vakkas’ın kardeşiydi. Hz. Sa’d’dan sonra, 13-14 yaşlarında çocuk iken Müslüman oldu. Annesinin bütün zorlamalarına rağmen hak yolda sebat eden Hz. Umeyr, daha sonra Medine’ye hicret etmişti.

Müşriklerle yapılan ilk cihadolan Bedir’e katılmaya can atıyordu. O sırada 16 yaşındaydı. Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.), yaşı küçük olanları geri çevirdiğini görünce, kendisini de geri döndüreceğinden endişeliydi. Saklanmaya çalıştı. Fakat Pey­gamberimiz kendisini gördü. Geri dönmesini istedi. Umeyr, “Belki Allah bana şehitlik nasip eder!” diye düşünüyordu. Geri dönme isteğini duyunca ağlamaya başladı. Onun bu yaşta müşriklerle cihadmaya karşı gösterdiği arzu, Re­sû­lul­lah’ı duygulandırdı ve cihada katılması için müsaade etti.

cihadbaşlar başlamaz Hz. Umeyr kahramanca hücuma geçti. Müşriklerin arasına daldı. Onlara kan kusturuyordu. Bir müddet sonra aldığı yaralar şehadet şerbetini içmesine ve cennete uçmasına vesile oldu. Böylece küçük yaşta “Bedir şehitleri” arasına katıldı.

Allah ondan razı olsun!

2 Nisan 2017 Pazar

Umeyr bin Humam (r.a.)


Mekkeli müşrikler, İslam nurunu söndürmek için ellerinden gelen her şeyi ya­pıyorlardı. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) ve müminlerin Mekke’de dinlerini rahatça yaşa­malarına müsaade etmemişler, Medine’deki hayatlarına bile mâni olmaya çalı­şıyorlardı. “İslam’ı yok etmek” emelindeydiler.

O nuru Allah yakmıştı. O ağacın kökü tâ derinlere kadar kök salmıştı. Onun uğrunda malından, canından, her şeyinden vazgeçebilecek fedailer vardı. Bun­lar bulunduğu müddetçe düşman ne yapabilecekti?

Bin kişi civarındaki kuvvetleriyle Bedir Kuyusu civarına kadar gelmişlerdi, ama karşılarında gözünü budaktan esirgemeyen Allah’ın arslanlarını bulmuş­lardı. Gerçi bu mücahitlerin sayıları azdı, ama onların sayılarından çok çok kuv­vetli imanları vardı. Ölüme gülerek giden, inandıkları dava uğruna sadece mal­larını değil, en çok sevdikleri canlarını dahi esirgemeden verebilen insanlara ne yapılabilirdi? Müminler çelikten bir kale hâlinde imansız güruhun karşısına dikilivermişlerdi. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) kesin talimatı veriyordu: “Hiçbiriniz emretmediğim müddetçe bir şey yapmasın.” Sahabiler can kulağıyla Re­sû­lul­lah’ı dinliyordu. Hareketleriyle emirlerine amade olduklarını gösteriyordu. Müşrikler ise iyice yaklaşmışlardı. Re­sû­lul­lah ikinci talimatını verdi: “Yer ve gökler genişliğinde olan cenneti kazanmak için hazırlanın!”

Düşmanın elinde böylesine bir kazanç imkânı yoktu. Tatlı hayatlarını göz göre göre ölü­me atmak da akıl kârı değildi. Ama mümin için, kâfirin korkup ürper­diği ölüm, ebe­dî saadetin başlangıcıydı. Hele bu yolda ölüm, ölmek değil, ger­çek manada dirilmekti. Böylesine bir fırsat kaçırılır mıydı?

Allah Resûlü’nün ruhlara can katan, kalpleri heyecanlandıran bu sözlerini duyduktan sonra daha beklenir miydi? Bunun ötesinde yer ve gökler genişliğin­de cennet vardı.

Ensar’dan birisi derhâl ileri atıldı. İşte bu, Umeyr bin Humam’dı. Duydukları kalbinde heyecan dalgaları uyandırmıştı. Hayal mi görüyordu, yoksa yanlış mı duymuştu?

Resûllullah’a yaklaştı, bir daha sordu:

“Genişliği yer ve gökler kadar olan cennet mi dediniz, yâ Re­sû­lal­lah?”

“Evet.”

Gönlü rahatlamıştı. Demek duydukları gerçekti, hayal değildi.

“Ne iyi şey!” dedi.

Re­sû­lul­lah niçin böyle söylediğini sorunca da:

“Vallahi yâ Re­sû­lal­lah! Başka bir şey için değil, cennetlik olmayı arzuladığım için böyle söyledim.”

Re­sû­lul­lah, “Zaten sen cennetliksin.” buyurdu.

Umeyr’in elinde hurmalar vardı. Onlarla ayaküzeri karnını doyuracak, açlı­ğını giderecekti. Fakat bu sözleri duymasıyla okunu mahfazasından çıkarması bir oldu. Ağzından şu cümleler duyuldu:

“Eğer bu hurmaları yiyip bitirinceye kadar yaşarsam, geç kalmış olurum!”

Daha sözlerini bitirmeden hurmaları yere fırlattı. Beklemeye zamanı yoktu. Allah için vuruşmalı, birkaç kâfiri tepelemeli, sonunda da muradı olan cennete girmeliydi. Üstelik Re­sû­lul­lah da onu müjdelemişti.

Çok geçmemişti ki Umeyr’in şehit olduğu görüldü. Ebedî hayatına Bedir’i bir köprü yapmış, Bedir kahramanları arasında yerini almış, hak dava uğruna feda­kârlığın en güzel bir örneğini verip arzuladığı âleme uçmuştu.[1]


___________________________________
[1]Tabakât, 3: 565.

29 Mart 2017 Çarşamba

HZ. UMEYR İBNİ VEHB (r.anh)



Umeyr İbni Vehb radıyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin kendisine göstermiş olduğu açık mûcize karşısında hayrette kalan ve derhal gönlünü islâm'a açan bir yiğit...
O, islâm'la şereflenmeden önce Kureyşin azılılarındandı. Cesur, keskin görüşlü bir yiğitti. Bedir Gazvesinde müşrikler safında yer aldı. Kavmi onu müslümanların sayısını öğrenmek ve arkalarında yardımcı kuvvetleri olup olmadığını araştırmak üzere seçip gönderdi. Kavmine döndüğünde gördüklerini sanki bir müslüman gibi nakletti. şöyle ki: "Ey Kureyş topluluğu!.. Onların sayıları azdır. Arkalarında yardımcı kuvvetleride görünmüyor. Fakat onların herbirini ölüme susamış kişiler olarak gördüm. Sizlerden birini öldürmedikçe onlardan birisinin öldürülmesi mümkün değildir. Onların sayısı kadar sizden de ölen olacaksa hayatın ne tadı kalır? Ona göre kararınızı veriniz..." dedi. 

Bu sözlerden Kureyş'in bazı ileri gelenleri etkilendi. cihadyapmadan Mekke'ye dönmeyi bile gönüllerinden geçirdi. Fakat "Kureyş'in şeytanı" diye bilinen Ebu Cehil'in kin, kibir ve gururu baskın çıktı. Harb ateşi yakıldı. Başlarına gelen belaya ne kendisi ne de kavmi engel olamadı. Kureyş hezimete uğrayarak geri döndü. Umeyr İbni Vehb'de yara-bere içerisinde güç belâ Mekke'ye döndü. Oğlu esir olarak Medine'de kaldı. Zamanla Umeyr'in yaraları iyileşti. Ama islâm'a düşmanlığı daha bir koyulaştı. Kendisinin Resûlullah'a ve ashabına yaptığı ezâ ve cefalar aklına geliyor ve oğluna işkence yapılmasından korkuyordu. 

Bir gün amcazâdesi Safvan İbni Ümeyye ile Kâbe'de Hicir mevkiinde oturmuş hasbihal ediyorlardı. Bedir felaketinden ve esirlerden bahsediyorlardı. Safvan "Bedir'den sonra hayatın tadı tuzu kalmadı." dedi. Umeyr de: "Gerçekten öyle... Bundan sonra yaşamaya değmez. Şayet şu borçlarım olmasa, çoluk çocuğumu geçindirmek düşüncem bulunmasaydı, Medine'ye varır, Muhammed'i öldürürdüm. Oğlumun ellerinde esir olması da bu iş için iyi bir bahânedir." dedi. 

Safvan çok zengindi. Bedir'de kaybettiği yakınlarının intikamını almak istiyordu. Umeyr'in bu sözlerini fırsat bildi ve ona: "Umeyr!... Eğer Muhammed'i öldürürsen, senin bütün borçlarını öderim. Çoluk çocuğuna da benimkilerle birlikte ölene kadar bakarım. Malım onların hepsine yeter" dedi. Umeyr'in istediği de buydu. Peki öyleyse dedi. Fakat bu anlaşmamızı gizli tut! Sakin kimseye söyleme diye tenbih etti. 

Umeyr kılıcını bileyip zehirledi. Devesine binip Medine'nin yolunu tuttu. Mescid-i Nebevî'nin kapısına yakın bir yerde devesini indirdi. Hz. Ömer (r.a) onun devesinden inip, kılıcını kuşanmış olarak Mescide doğru gittiğini görünce: "Bu, Allah düşmanı Umeyr'dir. Buraya mutlaka bir kötülük yapmak için gelmiştir" dedi. Kendisi derhal Rasûl-i Ekrem (s.a) efendimizin huzuruna geldi ve durumu arz etti. İki Cihan Güneşi Efendimiz: "Onu bana getirin." buyurdu. Hz. Ömer (r.a) geri dönüp Umeyr'in yanına geldi. Yakasından tuttu. Boynundaki kılıcı sımsıkı yakalayarak Rasûlullah'ın huzuruna götürdü. Efendimiz Umeyr'i bu halde görünce: "Onu serbest bırak Ömer!... Sen geri dur!... Sen de yakın gel ey Umeyr!... Yaklaş ya Umeyr!" buyurdu. Sonra aralarında şu konusma geçti. Efendimiz ona: "-Ey Umeyr! Buraya niçin geldin?" dedi. O da "-Oğlum elinizde esir. Bir iyilik edip onu bırakasınız diye geldim" dedi. "Boynundaki şu kılıç ne oluyor?" "-Öyle kılıç olmaz olsun! Bize ne faydası dokundu ki... Bedir'de bir fayda verdi mi?" dedi. Efendimiz tekrar: "Bana doğru söyle! Buraya niçin geldin?" diye sordu. O da: "-Sadece bunun için geldim" dedi. Aldığı bu cevaplardan sonra Fahri Kâinat (s.a) efendimiz ona: "-Peki öyleyse Hicir'de Safvan İbni Ümeyye ile yaptığınız anlaşma neydi? Orada, Bedir'de kuyuya atılan kimselerden bahsettiniz. Sonra sen, borcum ve şu çocuklarım olmasaydı, gider Muhammed'i öldürürdüm, dedin. Safvan da borcunu ödemeyi, çocuklarına bakmayı üstlendi. Sende kalkıp geldin. Fakat Allah Teâlâ yapmayı düşündüğün işe izin vermeyecektir." buyurdu. 

Umeyr bu bilgiler karşısında hayretler içerisinde kaldı. Renkten renge girdi. Ürkek ürkek, kekeleyerek: "Bu konuyu sadece Safvan'la ikimiz konuşmuştuk. Yanımızda başka biri yoktu. Vallahi, kesin olarak inandım ki, sana bu haberi ancak Allah getirmiştir. Anlıyorum ki, sen Resûlullahsın. Müslüman olmam için beni sana gönderen Allah'a hamdolsun..." dedi. Peşinden kelime-i şehadet getirerek islâm'la şereflendi.
İki Cihan Güneşi Efendimiz ashabına: "Kardeşinize dinini ve Kur'an'ı öğretin. Esirini de salıverin." buyurdu, Kısa zamanda dinini iyice öğrenen Umeyr (r.a) Rasûl-i Ekrem (s.a) efendimizden izin alarak Mekke'ye döndü. 

Safvan İbni Umeyye Mekke'de Kureyş'in toplantılarına katılıyor ve "Yakında Bedir acılarınızı unnutturacak bir haber vereceğim." diye ilan ediyordu. Umeyr'in dönüşü, gecikince merak edip yolcu kafilelerinden onu sormaya başladı. Onun islâm'a girdiğini duydu. Ama inanamıyordu. Onun islâm'a girişi ve Mekke'ye dönüşü büyük bir hadise oldu. İslâm'ı yaymak için çok çalıştı. Birçok müşrik onun sayesinde İslâm'ın nuruna kavuştu. Mekke fethinden sonra da Safvan'ın müslüman olmasına vesile oldu. Uhud'dan evvel Medine'ye hicret etti. Bütün gazalarda bulundu. Hz. Ömer (r.a) devrinde Amr ibni As (r.a)'a gönderilen yardımcı kuvvetlerin birinde komutanlık yaptı. İskenderiye fethinde büyük yararlılıklar gösterdi. Diğer bazı şehirlerin fethinde de bulunan Umeyr İbni Vehb (r.a) Hz. Ömer (r.a)'in hilafetinin son zamanlarında vefat etti. Cenâb-ı Hak şefâatlarına nâil eylesin. Amin

27 Mart 2017 Pazartesi

Urve bin Mes’ud (r.a.)


Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün Zeyd bin Hârise ile birlikte gizlice Mek­ke’yi terk ederek Tâif’e gidip, ileri gelenlerine İslamiyet’i tebliğ etti. Fakat onlar kabule yanaşmadıkları gibi, hakarete varan alaylı tavırlara girdiler. Hattâ Tâifli reislerden biri daha da ileri giderek, “Allah, Peygamber göndermek için senden başka kimse bulamadı mı?!” demek küstahlığını bile gösterdi. O Yüce Nebi, kış­kırtılan gençlerin, ayaktakımının taşlı sopalı saldırılarına hedef oldu.

Bütün bu zor durumlar karşısında Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) tavrı ve davranışı ib­retliydi. Ceb­râil (a.s.) “İstersen bu dağları başlarına yıkarım!” dediği hâlde, o beddua bile etmedi. İlerde onların da İslam’a gireceğini ümit ederek Allah’tan hidayet dileğinde bulundu.

Hadisenin üzerinden yıllar geçti… Re­sû­lul­lah’ın Tâif ahalisi için yaptığı hida­yet duası kabul oldu. Tâifliler grup grup İslam’a girdi. İslam güneşi bütün Ara­bistan’ı aydınlattı. Buradan bütün dünyaya ışık saçtı. Tâif’in ileri gelenlerinden biri olan Urve bin Mes’ud da bu hidayet güneşinden nasibini alanların başınday­dı. Hicrî 9. yılda İslamiyet’in ruhunda meydana getirdiği aşkla Tâif’ten kalkıp Medine yolunu tuttu. Nihayet günler alan uzun bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaştı. Peygamber Efendimize gelerek İslamiyet’i kabul etti.

Urve bin Mes’ud başkalarına İslamiyet’i ulaştırmak, tebliğ etmek kararınday­dı. Bu hidayet nurunu en uzak yerlere mutlaka ulaştırmalıydı. İlk önce kendi kabilesinden, hemşehrilerinden başlamayı düşündü. Onları İslam’a davet etmenin zaruretine inandı. Aralarında sözü dinlenir biri olması sebebiyle bu işi çok iyi yapabilirdi. Kendisini dinlerlerdi. Hattâ o kadar ona inanırlardı ki, Re­sû­lul­lah onları İslam’a çağırdığı zaman, “Olsa olsa peygamberlik Urve’ye gelir.” demiş­lerdi. Urve bin Mes’ud’a böylesine bağlı ve ona böylesine itimat ediyorlardı…

Urve bin Mes’ud (r.a.) bu düşüncelerini Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) açtı. Bütün tefer­ruatıyla düşündüklerini anlattı. Re­sû­lul­lah Efendimiz ise endişeliydi. Tâif ahalisinin karakterini biliyordu. Öteden beri onların gurur ve kibirlerinden dolayı İslam’a yanaşmadıklarının farkındaydı. Bu endişelerini Urve bin Mes’ud’a şöyle açıkladı:

“Ey Urve, onların seni öldürmelerinden endişe ediyorum!”

Hz. Urve bin Mes’ud, “Yâ Re­sû­lal­lah, onlar beni öz evlatlarından daha çok severler. Uykuda bulsalar uyandırmaya kıyamazlar.” diyerek arzusunda ısrar et­ti. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) onun bu gönülden isteğini boş çevirmedi: “Peki, gitmek istiyorsan git; fakat dikkatli ol, ihtiyatlı hareket et.” buyurdu.[1]

Hz. Urve yola çıktı. Birkaç gün sonra Tâif’e vardı, doğruca kendi evine gitti. Geceleyin geldiğinden, gelişi Tâiflilerden çoğunun dikkatini çekmedi. Gören­ler ise Lat putuna uğramadan evine gitmesini hoş karşılamamışlardı. Fakat yol yorgunluğu sebebiyle bu ziyareti yapmadığını düşünerek bir şey söylememiş­lerdi.

Sabah olunca kabilesi, uzun süre kendilerinden ayrı kalan Urve’yi ziyarete geldi. Kendisini Cahiliye selamıyla selamladılar. Urve, Cahiliye devrinin selamını tanımadığını belirtti ve “Bana, ‘Esselâmu aleyküm.’ diyerek cennetlik­lerin selamıyla selam veriniz.” dedi. Durum anlaşılmıştı. Fakat geliş sebebini anlatmalıydı. Söze şöyle başladı:

“Ey kavmim, siz beni herhangi bir kötülükle suçlayabilir misiniz?”

Hep bir ağızdan, “Hayır.” cevabını verdiler.

Bundan sonra Urve devam etti: “Benim İslam’a girmemin sebebi, onda buldu­ğum hakikattir. Başkasının görmediği şeyi ben onda gördüm. Geliniz, hep bir­likte tavsiyelerimi dinleyiniz. Bana muhalefet etmeyiniz. Yemin ederim, hiçbir elçi size takdim ettiğim hakikatlerden daha üstün bir haberi kendi kavmine ge­tirmemiştir.”

Bu sözler karşısında Tâifliler şaşkına döndü. Çünkü Urve tamamen değiş­mişti. Daha önce bildikleri Urve artık yoktu. İslam’ın nuruyla aydınlanmış bir Urve vardı.

Tâifliler çevresini sardı. “Zaten senin ilk gelişinde Lat’a uğramadan, yanında saçını kesmeden doğruca evine gitmen bizi şüphelendirmişti!” diyerek hücuma geçtiler.

Fakat Urve anlatmaya devam etti. Onun kararlılığını anlayan müşrikler hep birlikte kalktılar, gittiler. Urve bin Mes’ud, tan yeri ağardığında evinin damına çıktı. Sabah ezanını okudu. Ezan sesini duyan müşrikler beyinlerinden vurul­muşa döndüler. Toplu hâlde yay ve oklarına sarılarak Urve’yi ok yağmuruna tuttular. Hz. Urve delik deşik olmuştu. Her tarafından kanlar fışkırıyordu. Bu hâlinde iken şöyle haykırıyordu:

“Bu benim için bir şereftir. Şehitlik Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfudur. Allah bir ve Muhammed onun Resûlüdür. Re­sû­lul­lah’a olan imanım bir kat daha güçlendi. Çünkü bunu bana o haber vermişti. Ey akrabam, sizden bir tek isteğim var­dır: Beni Re­sû­lul­lah’ın saflarında harp eden ve şehit olan sahabilerin yanına gö­münüz. Onlarla beraber olmak istiyorum.”[2]

Bu haber Re­sû­lul­lah’a ulaşınca çok üzüldü. Onun durumunu, eski zamanlarda insanları Hakk’a çağıran bir hak erine benzetmişti: “Onun durumu Yâsin Sahibi­‘nin [Habib-i Neccar’ın] durumuna benzer. Yâsin Sahibi de kabilesini Allah’a ça­ğırmış ve kabilesi tarafından şehit edilmişti. Hamd olsun Allah’a ki, ümmetim­den Yâsin Sahibi’ne benzer birini çıkardı.”

Allah ondan razı olsun!


______________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 1: 406.
[2]Tabakât, 1: 312-313.

25 Mart 2017 Cumartesi

Utbe bin Gazvan (r.a.)


Peygamber Efendimizin (a.s.m.), ihtimam ve hassasiyetle yetiştirdiği Suffe Ashâbı’ndan olan Utbe bin Gazvan (r.a.), büyük İslam mücahitlerindendir.

Dinini rahatça yaşamak için müşriklerin zulmünden kaçarak ikinci defa Ha­beşis­tan’a hicret eden Müslümanların arasında Hz. Utbe de vardı. Bir müddet Habeşistan’da kalan Utbe, sonra Mekke’ye geldi, Re­sû­lul­lah’ın yanında kaldı. Müslümanlar Medine’ye hicrete başlayınca, o da Hz. Mikdad ile beraber hicret etti.

İlk Muhacirlerden olan Hz. Utbe, Bedir cihadı’na da katıldı. Müslümanlar arasında bilinen en iyi okçulardan birisi olan Utbe bin Gazvan (r.a.), Bedir cihadı’nda büyük kahramanlıklar gösterdi. Bu cihadta, yanında oğlu Habbab da vardı. Allah’ın dinini ve kelamını yüceltmek için canla başla cihadtılar. Hz. Ut­be daha sonra cihadların hepsinde Re­sû­lul­lah’ın yanında çarpıştı.[1]

Hz. Utbe, Abdullah bin Cahş’ın (r.a.) komutasında Peygamber Efendimiz ta­rafından Nahle’ye gönderilenlerdendi. Mücahitlerin sayısı burada 10 kişi ka­dardı. Her iki kişiye bir deve tahsis edilmişti. Hz. Utbe ile Sa’d bin Ebî Vakkas’a da (r.a.) bir deve düşmüştü. Develeri yolda Madin bölgesi yakınlarında kaybol­du. Deveyi ararken birlikten geri kaldılar. Daha sonra birliğin peşinden gittilerse de mücahitlerin izine rastlayamadılar. Bu arada mücahitler, müşriklerin bir kervanına baskın yapıp iki kişiyi esir ederek bir miktar ganimet almışlardı. Kaybolan arkadaşlarının durumundan endişeliydiler. Medine’ye varıp durumu Hz. Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) haber verdiler. Bu arada müşrikler de esirlerini almak için fidye gönderdiler. Fakat Re­sû­lul­lah Efendimiz, Utbe bin Gazvan ile Sa’d bin Ebî Vakkas’ın durumu açıklığa kavuşana kadar esirleri geri vermeyeceğini söyledi. Çünkü bu kahraman sahabilerin durumundan endişe duymaktaydı. Niha­yet ikisi de sağ salim Medine’ye dönünce, esirler fidye karşılığı serbest bırakıl­dılar. Diğer sahabiler, arkadaşlarının dönmesi karşısında bayram sevinci yaşı­yorlardı. Bu kayboluş sırasında çektikleri sıkıntı, “Dikenli ağaçlara rastladıkça onları yemekte, üzerine de su içmekte idik.” ifadelerinden anlaşılmaktaydı.[2]

Bir müddet Medine’de Hz. Re­sû­lul­lah’ın hizmet ve sohbetinde bulunan Suffe talebesi Utbe bin Gazvan’ın en heyecanlı günleri, İran taraflarında cihad eder­ken ve Basra valisiyken geçti.

Hz. Utbe, Basra dolaylarının fethiyle vazifelendirildiğinde, Hz. Ömer (r.a.) bazı prensiplere dikkatini çekti: “Sen ve beraberindekiler, Arapların son ve İran’ın bize en yakın hududuna ka­dar gidin. Allah’ın bereket ve yardımı sizinle olsun. Allah’tan korkun. Şunu bil ki, sen harbin en dehşetli yerine gidiyorsun. Allah sana yardım etsin. [Bahreyn civarında bulunan] Alâ bin Hadremî’ye mektup gönderiyorum. O, harp taktikle­rini bilen, büyük bir mücahittir. Onunla istişare et. Ona danış. Halkı, Allah’ın yü­ce dinine çağır. Davetini kabul edenleri sen de kabul et, kabul etmeyenlerden ise cizye al. Cizye de vermezlerse, ruhsat kılıcındır. Allah’tan kork ve dikkatli hareket et. Halkı cihada teşvik et.”[3]

Hz. Ömer, Utbe’yi fetihle vazifelendirirken, Alâ bin Hadremî’den de kendisine yardımda bulunmasını istemiş ve ona şu tavsiyede bulunmuştur:

“Ey Alâ, bil ki, sen Muhacirlerin ilklerinden olan bir zatla görüşeceksin. Cenâb-ı Hak ona cennetini vaat etmiştir.[4]O iffetlidir, güçlüdür, salabetlidir. Onu azletmiş değilim. Ancak senin bulunduğun bölgede Müslümanların fazla kuv­vete ihtiyacı yoktur. Sen, o bölgede kuvvet bakımından ondan daha zenginsin. O hâlde hakkını ver. Senden önce, birisini onun yardımına gitmek üzere vazife­lendirdim. Fakat oraya varmadan vefat etti. Yaratma ve emir Allah’ındır.”[5]

Görüldüğü gibi Hz. Ömer de, onu “Saff-ı Evvel”den saymaktadır. Basra civa­rını fetheden Hz. Utbe, daha sonra Basra valiliğine getirildi. Vali iken namazı kendisi kıldırır, ahaliye nasihat ve tebliğde bulunurdu. Onun sahih hadis kay­naklarında yer alan meşhur bir hutbesi çok ibretlidir.

Hz. Utbe’nin okuduğu hutbenin bir kısmı şöyledir

“Malum olsun ki, dünya geçici olduğunu bildirmiş ve süratle geçip gitmiştir. Ondan, kabın dibinde kalan ve sahibinin içtiğinden başka bir şey kalmamıştır. Hiç şüphe yok ki, dünyadan, zevali olmayan bir âleme gideceksiniz. O hâlde, elinizde en hayırlı şey olduğu hâlde gidin. Ben Re­sû­lul­lah (a.s.m.) ile beraber bulunan yedi kişiden yedincisiyim. Ağaç yaprağından başka yiyeceğimiz yoktu. Dudaklarımız yara olmuştu. Giyecek mahrumiyetimiz daha fazlaydı. Bir örtü bulmuştum, onu Sa’d bin Ebî Vakkas’la paylaşmıştım. Yarısıyla kendimi sardım, diğer yarısına da Sa’d sarındı. Bugün ise, içimizden biri yoktur ki, şehirlerden birine vali olmasın. Nefsim hakkında büyük, Allah indinde küçük olmaktan Allah’a sığınırım.”[6]

Hz. Utbe bin Gazvan, Basra’da işlerini düzene koyduktan sonra Hicaz’a gitmeyi arzu etti. Yerine Mugîre bin Şu’be’yi (r.a.) ve aynı zamanda Fırat bölgesine de Mücaşi bin Mes’ud’u (r.a.) vazifelendirdi. Medine’ye vardığında Hz. Ömer’le görüştü. Valilikten istifa etmek istediğini söyledi. İdareciliğin gerektirdiği mesuliyetten endişe ediyordu. Fakat Hz. Ömer (r.a.) istifa isteğini geri çevirdi, Basra’ya, vazifesine geri dönmesini istedi. Hz. Utbe ısrar etti, fakat netice alamadı. Dönüp vazifesinin başına tekrar geçmek üzere yola koyuldu. Cenâb-ı Hakk’ın bir hikmeti olarak, yolda atından düştü, vefat etti. Yıl, Hicret’in 17. senesiydi.[7]

Allah ondan razı olsun!


______________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 3: 364.
[2]A. Köksal, İslam Tarihi, 2: 30.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 3: 364.
[4]Tevbe Sûresi, 100.
[5]Tabakât, 4: 362.
[6]Müslim, Zühd: 14.
[7]el-İsâbe, 2: 455.

23 Mart 2017 Perşembe

HZ. ÜBEY B. KA'B (r.anh)

Sahabe-i kiramın büyüklerinden biri olup Rasûlüllah (s.a.s)'ın vahiy kâtiplerindendir. Übey (r.a)'in babasının adı Ka'b, annesinin ismi Suheyle'dir. İki künyesi vardir: Ebu'l-Münzir ve Ebu't Tufeyl. Medineli olup Hazrec kabilesinin Neccâroğulları kolundandır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir.

Übey b. Ka'b'ın Müslümanlığı kabul etmesi Rasulüllah(s.a.s)'ın Medine'ye hicret etmesinden önce, Akabe biatlarında olmuştur. Übey b. Ka'b ikinci Akabe biatında Rasûlüllah (s.a.s)'e biat eden yetmiş kişi içerisinde idi. Rasûlüllah (s.a.s) Medineli Müslümanlar arasında yapmış olduğu kardeşlik antlaşmasında Übey b. Ka'b ile Aşere-i Mübeşşere (Cennetle müjdelenen on kişi) den Said b. Zeyd'i kardeş yaptı. Übey, Rasûl-i Ekrem ile Bedir, Uhud, Hendek ve diğer bütün muharebelere katıldı. Uhud muharebesinde kendisine bir ok isabet etmiş, Rasûlüllah (s.a.s) ona bir tabib göndermiş, tabib okun girdiği yerdeki damarı keserek üzerini dağlamıştı. Bu suretle Übey b. Ka'b bu arızadan kurtulmuş oldu (bk. Müslim, Selam, 73-74).

Übey b. Ka'b cahiliyye döneminde de okuma yazma bilen az sayıdaki kimselerden biri idi (İbn Sa'd, Tabakat, I, 498). Rasulüllah(s.a.s) Medine'ye hicret edince, orada, ensar içerisinde yazılarını ilk yazan Übey b. Ka'b olmuştur (İbn Seyyidi'n-Nas, II, 315). Yazdığı yazıların sonuna "filan oğlu filan yazdı" diyenlerin de ilki idi (İbnü'l-Esir, Üsdu'l-Gabe).

Şu halde Medine döneminde Rasulüllah(s.a.s)'a gelen vahyi ilk yazan Übey b. Ka'b olmuştur. Übey b. Ka'b olmadığı zaman Zeyd b. Sabit yazardı. Peygamber Efendimiz (s.a.s) ilahi vahyi Cebrail (a.s)'dan aldığı zaman, Übey b. Ka'b onu daha yazının ıslaklığı üzerinde iken ezberler, Rasûlüllah (s.a.s)e okurdu (Zehebî, Siyer, I, 280) Übey ashabın en alimlerindendi. Tabiinin büyük bilginlerinden olan Mesruk (663/683) şöyle derdi: "Rasûlüllah (s.a.s)'in ashabıyla görüştüm. İlimlerinin şu altı kişiye dayandığını gördüm: Ali, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Übey b. Ka'b ve Ebu'd-Derdâ "( İbn ü'l-Kayyim, i'lâmu'l-Muvakkiîn, I, 16).

Übey b. Ka'b, Kur'an-ı Kerîm'i en iyi okuyan sahabîlerden idi. Peygamber Efendimiz (s.a.s) "Ümmetimin en iyi okuyanı Übey'dir." (Zehebî, Siyer, I, 392) buyurmuştur. Bu sebeple Seyyidü'l-Kurra (okuyucuların efendisi) lakabıyla tanınmıştı. Kur'an-ı Kerîm'i sekiz gecede hatmederdi. Rasulüllah(s.a.s)'in zamanında Kur'an'ı cem' ederek ona arzeden sayılı sahabîlerden biri idi. Nitekim Enes b. Malik, "Rasûlüllah (s.a.s) zamanında Kur'an'ı dört kişi hıfzetmiş olup hepsi de ensardandı. Bunlar: Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel, Ebû Zeyd ve Zeyd b. Sabit'tir" (Buharî, Menakibu'l Ensar 17; Tirmizî, Menâkib 33) demiştir.

Übey b. Ka'b, Rasûlüllah (s.a.s)'in ashabına Kur'an'ı kendilerinden öğrenmelerini tavsiye ettiği dört kişiden biridir. Abdullah b. Amr b. As'dan şöyle rivâyet edilmiştir: Rasulüllah(s.a.s)'in şöyle buyurduğunu işittim: "Kur'an'ı dört kişiden alın (öğrenin). Abdullah b. Mes'ud'dan,-Rasulüllah(s.a.s) önce bunu zikretti, Ebu Nuzeyfe'nin mevlası Salim den, Muaz b. Cebel'den ve Übey b. Ka'b'dan" (Buharî, Menakibu'I-Ensar,16). Bu dört sahabîden Muaz ile Übey ensardan, Abdullah b. Mes'ud ile Salim ise muhacirlerdendir.

Rasûlüllah (s.a.s) Übey b. Ka'b'ı, Kur'an-ı Kerim'i iyi bilen bir sahabî olması sebebiyle öğretmen olarak tayin etmişti. Mescid-i Nebevi'de Kur'an-ı Kerîm'i öğretirdi. Aralarında Ebu Hureyre ve İbn Abbas'ın da bulunduğu bir çok sahabînin hocalığını yapmıştır. O, Kur'an-ı Kerîm'i öğretmesi karşılığında her hangi bir maddi şey de almazdı. Nitekim ondan şöyle rivâyet edilmiştir: "Muhacirlerden birine Kur'an öğretmiştim. Bu zat bana bir yay hediye etti. Ben bunu Rasûlüllah (s.a.s)'e anlatınca: "Onu alırsan ateşten bir yay almış olursun" buyurdu. Ben de yayı sahibine geri verdim"(İbn Mace, Ticarât, 8).

Übey b. Ka'b, Kur'an'ın lafızlarının eda keyfiyetini, kıraat vecihleriyle ilgili hususiyetlerini öğrenmeye özen gösterirdi. Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz (s.a.s)'e Übey'e Kur'an okumasını emretmiştir. Enes b. Malik (r.a)'dan şöyle rivâyet edildi: Rasulüllah (s.a.s) Übey b. Ka'b'a: "Âllah bana Lemyekünillezîne keferfi suresini sana okumamı emretti" buyurdu. Übey "Allah benim adımı da andı mı?" dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.s) "Evet" deyince Übey b. Ka'b sevincinden ağladı (Tecrid-i Sarih Tercümesi, X, 21).

Bu hadis-i şerif sahabe içerisinde Übey b. Ka'b'ın faziletine işaret ettiği gibi, onun kıraat ilmindeki yerine de işaret etmektedir.

Übey b. Ka'b, kıraati bizzat Rasulüllah (s.a.v)'den almıştır. O, Hz. Ömer'e "Ben Kur'an-ı Kerîm'i daha taze iken bizzat Cebrail (a.s)'dan alan zattan aldım" demiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned V, 117)

Kur'an-ı Kerîm'e karşı duyduğu rağbet ve arzu Übey b. Ka'b'ın faziletini artırmış, bu sebeple Rasûlüllah (s.a.v)'ın takdirini, ashabın saygısını kazanmıştır.

Übey b. Ka'b aynı zamanda Rasûlüllah (s.a.v) zamanında fetva veren az sayıda sahabîden biridir. Muhammed babası Sehl'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Rasûlüllah (s.a.v) zamanında fetva veren, üçü muhacir ve üçü ensardan olmak üzere altı kişi idi. Muhacirlerden olanlar Ömer, Osman, Ali; ensardan olanlar da Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel ve Zeyd b. Sabit'tir" (İbn Sa'd, aynı eser, II, 350).

Übey b. Ka'b, Rasûlüllah (s.a.v) zamanında idârî görevlerde de bulunmuştur. Rasûlüllah (s.a.v) onu Belî, Uzre ve Benî Sa'd kabilelerinin zekâtlarını toplamak üzere görevlendirmişti. Übey b. Ka'b bu görevi esnasında karşılaştığı bir vak'ayı şöyle anlatır:

"Rasûlüllah (s.a.v) beni Belî, Uzre ve Benî Sa'd b. Huzeym b. Kadâa kabilelerinin zekatlarını toplamak üzere gönderdi. Onların zekatlarını topladım. Nihayet onlardan sonuncu adamın yanına vardım. İçlerinde bu adamın evi ve köyü Medine'de Rasûlüllah (s.a.v)'e yakın olanı idi. Bu adam bana bütün malını topladı. Ben de zekat olarak almaya henüz iki yaşına girmiş bir dişi deveden başkasını bulamadım. Kendisine onu alacağımı söyledim. Mal sahibi, "Bunun sütü de yok, yük taşımak için de elverişli değil. Allah'a yemin ederim ki senden önce zekat toplamaya gelen ne Rasûlüllah'a ve ne de onun elçisine malımdan sütü olmayan ve yük taşımaya da elverişli olmayan bir deveyi vermedim. İşte genç, semiz dişi deve. Onu al." dedi.

Ben ona, "Bana emredilmeyen şeyi almam. İşte Rasûlüllah (s.a.v) sana yakın, İstersen ona gider, bana söylediklerini anlatırsın. Şayet o, kabul ederse, eder, etmezse reddeder" dedim. Adam:

"Bunu yapacağım" dedi ve benimle çıktı, bana vermek istediği deveyi de aldı. Rasulüllah(s.a.v)'e gelince:

"Yâ Rasûlüllah, malının zekatını almak için elçin geldi. Malımı topladım. O, sütü olmayan ve yük taşımaya da elverişli olmayan henüz iki yaşına girmiş bir deveyi seçti. Ben kendisine alması için genç, semiz bir dişi deve gösterdim, almaktan imtiha etti. İşte o deveyi getirdim, al ya Rasûlüllah" dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) "Senin üzerine borç olan Übey b. Ka'b'ın ayırdığı devedir. Sen kendi rızanla daha iyisini vermek istersen, onu kabul ederiz ve Allah bundan dolayı sana ayrıca mükafat verir," buyurdu. Adam:

"Ben de bu maksatla onu getirdim, buyur al, yâ Rasûlüllah!" dedi.

"Hz. Peygamber (s.a.v) devenin alınmasını emretti ve malının bereketlenmesi için dua etti." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 142).

Übey b. Ka'b'ın, Rasûlüllah (s.a.v)'in vefatından sonra ilk halife Hz. Ebû Bekir zamanında da mühim görevler yaptığını görüyoruz. Hz. Ebû Bekir mühim bir mesele ile karşı karşıya gelip çözümünü Kur'an ve sünnette bulamadığı zaman ashabın seçkin alimlerini toplar, onlarla istişarede bulunurdu. Übey b. Ka'b da Hz. Ebû Bekir'in danışma meclisi üyelerinden idi. Aynı zamanda Hz. Ebû Bekir döneminde fetva vermekle görevli meşhur fakihlerden biri idi (İbn Sa'd, Tabakat, II, 350). Bu dönemde onun Kur'an'ın cem'i için kurulan komisyonda görev aldığını da görüyoruz.

Übey b. Ka'b, ikinci halife Hz. Ömer'in de teveccühünü kazanmıştır. Hz. Ömer, Übey b. Ka'b'a çok hürmet eder, ondan yararlanır ve ona Seyyidü'l-Müslimin (Müslümanların ulusu) derdi (Tecrid X, 22). Hz. Ömer'in hilafeti döneminde onun şura meclisinde çalışır ve kabilesi Hazrec'i temsil ederdi. Aynı zamanda fetva işleri ne de bakardı. Hz. Ömer bir zaman halka hitabında şöyle demiştir:

"Kur'an'dan sormak isteyen Übey b. Ka'b'a gelsin, feraizden sormak isteyen Muaz'a, mal isteyen de bana gelsin. Çünkü Allah beni hazinedar ve dağıtıcı kıldı" (Zehebî, Siyer I, 394).

Hz. Ömer zamanında teravihi cemaatle ilk kıldıran da Übey b. Ka'b olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında, onun vefatından sonra ilk halife Hz. Ebû Bekr, daha sonra kısmen de Hz. Ömer zamanında teravih namazı cemaatle değil, münferid olarak kılınmıştır. Bir defa Hz. Ömer mescide gidince halkın dağınık bir şekilde teravih namazı kıldıklarını gördü. Kimi tek başına kılıyor, kimi küçük bir cemaat oluşturmuş kılıyorlardı. Hz. Ömer bütün halkı bir tek imamın arkasında toplamayı düşündü ve ertesi gün Übey b. Ka'b'ı teravih imamı tayin edip cemaati onun arkasına topladı. Böylece teravih namazı cemaatle kılınmaya başlandı (Buharî, Teravih, I; Tecrid-i Sarih Terc., IV, 75-76).

Hz. Ömer, hilafeti zamanında fetva işleri üzerinde hassasiyetle durur, ancak bu işe ehil olanların fetva vermesine müsade ederdi. Onun zamanında ancak Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Abdurrahman b. Avf, Übey b. Ka'b, Zeyd b. Sabit, Ebu Hureyre ve Ebu'd -Derdâ gibi tayin ettiği zatlar fetva verirdi (M. Siblî, Asr-ı Saadet, Terc. Ö. Rıza, Doğrul, İst. 1974, VI, 369).

Übey b. Ka'b, Hz. Ebû Bekir döneminde olduğu gibi Hz. Ömer döneminde de danışma meclisi üyesi idi. Çeşitli konularda fikri alınır, görüşlerine değer verilirdi (İbn Sa'd a.g.e, II, 350; M. Siblî, a.g.e., IV, 334).

Übey b. Ka'b tefsir sahasında da ashabın önde gelenlerinden biri olup Medine tefsir ekolünün reisi olarak kabul edilmiştir. Celaleddin es-Suyutî (ö. 911/1505) tefsir sahasında meşhur olan sahabîlerin on kişi olduğunu belirtmiş, bunlar içerisinde de kendilerinden en çok tefsir rivâyet edilenlerin Hz. Ali, Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas ve Übey b. Ka'b olduğunu belirtmiştir (bk. Suyutî, el-İkton, II, 187).

Übey b. Ka'b vahiy kâtibi olması sebebiyle Rasûlüllah (s.a.v)'in fiil ve hareketlerine muttali bir sahabî idi. Kütüb-i Sitte'de kendisinden altmış küsür rivâyet edilmiştir. Bakiy b. Mahled (ö. 276/889)'in Müsned'inde Übey b. Ka'b'ın yüz altmış dört hadisi vardır. Bunlardan üçü hem Buhari'de ve hem de Müslim'de vardır. Ayrıca Buharî üç hadisi tek başına rivâyet etmiş ,yedi hadisi de yalnız Müslim rivâyet etmiştir (Zehebi, Siyeru A'lami'n -Nübela ' I ,402). Übey b. Ka'b ın rivayet etmiş olduğu hadislerden birinin anlamı şöyledir: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Ademoğlunun bir vadi dolusu malı olsa, bir ikincisini ister. İki vadi dolusu malı olsa, bir üçüncüsünü de ister. Ademoğlunun içerisini topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah Teâlâ ise tevbe edenin tevbesini kabul eder" (Tirmizî).

Übey b. Ka'b'ın vefat tarihi ihtilaflıdır. El-Vakidî der ki, "Bir kısım hadiseler onun Hz. Ömer'in hilafeti döneminde olduğuna delalet etmektedir.

Yakınları ve başkalarının onun Medine'de hicri 22 senesinde öldüğü söylediklerini gördüm. Hz. Ömer "Bugün Müslümanların ulusu öldü" demiştir. Onun Hz. Osman'ın hilafeti döneminde hicri 30'da öldüğünü söyleyenler de olmuştur. Bize göre bu daha doğrudur. Çünkü Hz. Osman ona Kur'an'ı cem etmesini emretmiştir" (İbn Sa'd, Tabakat, III, 502; Zeheb, I, 400).

22 Mart 2017 Çarşamba

HZ. ÜSAME B. ZEYD (r.anh)



Üsame b. Zeyd b. Hârise b. Surâhîl ashabın ileri gelenlerinden biri olup, Rasûlüllah (s.a.s)'ın azadlı kölesi Zeyd b. Hârise'nin oğludur. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. Değişik rivayetlere göre; Ebû Zeyd, Ebû Yezîd ya da Ebû Hârice olarak da çağırılmaktaydı (İbn Abdi'l-Beri, el-Istiâb fi Marifeti'l Ashâb, Kâhire; I, 75 t.y, İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe f-Marifeti's-Sahabe I, 79)

Üsame'nin annesi Ümmü Eymen (ki, asıl adı Bereke'dir) Râsulûllah (s.a.s)'ın babası Abdullah'ın cariyesi ve aynı zamanda Peygamberimizin dadısı idi. Abdullah vefat edince, Rasûlüllah onu azad etti. Zeyd b. Hârise b. Surâhîl de Hz. Hatice'nin kölesiydi. Hz. Hatice Peygamberimizle evlenince, Zeyd'i kendisine hediye etti. Rasûlüllah (s.a.s) de onu azad edip Ümmû Eymen'le evlendirdi. Üsame, işte bu evlilik sonucu dünyaya geldi (İbn Sa'd, et-Tabakâtu'l-Kübrâ, Beyrut 1957, VIII, 223; İbn Abdi I-Berr, a.g.e., I, 75; İbnü'l Esîr, a.g.e., I, 79).

Üsame ile Eymen, aynı anadan kardeştirler, fakat babaları ayrıdır. Üsame, islâm döneminde, muhtemelen Rasulüllah (s.a.s)'ın risâletinin dördüncü yılında Mekke'de doğdu. El-isâbe'de kaydedildiğine göre, Hz. Muhammed (s.a.v), vefat ettigi zaman Üsame 18-20 yaşlarında bulunuyordu (el-isâbe, Beyrut, t.y., I, 29).

Rasûlûllah (s.a.s), Üsame ve babasını çok severdi. Bu nedenle kendisine; "Rasulüllah'ın sevdiği" anlamına gelen "Hibbu Rasûlüllah" ya da "el-Hibbu İbnü'l-Hubbi" denirdi. Peygamber (s.a.s)'in, Üsame'yi sevdiğine dair şöyle bir hadis rivayet edilmektedir: "Şüphesiz Üsame b. Zeyd bana, insanların en sevimlisidir. Sizin iyilerinizden olmasını umuyorum. Onun hakkında iyilik tavsiyesinde bulununuz" (İbnü'l-Esîr, a.g.e., I, 79; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., I, 76).

Hz. Âişe'den rivayet edilen şu hadise de Rasûlüllah (s.a.s)'ın daha çocuk iken dahi onu ne kadar sevdiğini gösteriyor. Hz. Âişe (r.an) diyor ki; "Bir gün Üsame'nin ayağı kapının eşiğine takılarak yere düştü ve yüzü yaralandı. Allah'ın Rasûlü bana; "Yüzündeki pisliği temizle" dedi. Ben onu kirli görerek denileni yapmadım. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s); yüzündekileri emerek tükürmeye başladı" (İbnü'l-Esîr, a.g.e., I, 80).

Yine, Urve İbnü'z-Zübeyr'den rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz, Üsame'nin gelmesini bekleyerek Arafat'tan inmeyi tehir etti. Üsame çıkıp geldiğinde, onun siyah, basık burunlu bir çocuk olduğunu gören Yemenliler, onu küçümseyerek; "Biz bunun yüzünden mi hapsedildik?" dediler. Râvî, Yemenlilerin, Hz. Ebû Bekir zamanında bu yüzden irtidat edip islâm'dan çıktıklarını söyler (İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., I, 76).

Üsame de bir çok sahâbî gibi, küçük yaştan itibaren cihadlara katılmayı arzulamıştır. Nitekim Uhud günü onbeş yaşından küçük olmasına rağmen kendi yaşıtları olan, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Berâ b. Âzib, Arcir b. Hazm ve Üseyd b. Zühayr'le beraber cihada iştirak etmek istemiş, fakat, Rasûlûllah (s.a.s) yaşları küçük olduğu için bu isteklerini kabul etmemiş ve cihadbaşlamadan onları Medine'ye geri göndermiştir. Hendek günü ise cihadmalarına izin verdi (İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, Mısır 1955, II, 66).

Üsame, Uhud cihadından sonraki tüm cihadlara katıldığı gibi, bir çok seriyyede de önemli görevler üstlenmiştir. Huneyn gazvesinde; Müslümanlar darmadağın olup sağa sola kaçışırlarken, Rasûlüllah (s.a.s)'ın çevresinde sayılı birkaç sahâbî kalmıştır ki, bunlardan biri de Üsame b. Zeyd'dir (İbn Sa'd, a.g.e., II, 151; İbn Hişam, a.g.e., II, 443; İbnü'l-Esîr, el- Kâmil fi't-Târîh, Beyrut 1965, II, 263).

Üsame'nin kendisinden rivayet edildiğine göre; katıldığı seriyyelerin birinde, düşman safında Müslümanlara karşı cihadan birine karşı kılıç çekince, o sahıs; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah" diyerek şehâdet getirdi. Fakat Üsame yine de onu öldürdü. Dönüşte, durumu Rasûlüllah (s.a.s)'e haber verince, Allah Rasûlü, "Lâ ilâhe illallah" diyen birini ne diye öldürdüğünü sorar. Üsame; "Ey Allah'ın Rasûlü! O ölümden kurtulmak için böyle söyledi dedi. Fakat, Rasûlüllah, bu soruyu aynı şekilde defalarca sordu. Üsame, neredeyse Müslümanlığından şüpheye düşecek hale geldi. Kendi kendine; "Allah'a söz veriyorum, bundan böyle lâ ilâhe illallah diyen hiçbir kimseyi öldürmeyeceğim" dedi (İbn Sa'd, a.g.e., II,119; İbnü'l Esîr, Üsüdü'l Gâbe, I, 80; İbn Hişam, a.g.e., II, 622; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 226)

İfk olayında Rasûlüllah (s.a.s) ashabından bazılarına danışarak Hz. Âişe hakkında görüşlerini öğrenmek istedi. Bu arada Üsame'ye de düşüncesini sordu. Üsame, Hz. Âişe'den övgüyle bahsederek, onu böylesi çirkin bir iftiradan tenzih etti (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II,197; İbn Hişam, a.g.e., II, 301).

Rasûlüllah (s.a.s) H,11. yılda, büyük bir ordu hazırlayarak Üsame'yi bu orduya kumandan tayin etti. Üsame'nin komutası altında ashâbın birçok ileri gelenleri vardı. Bunlardan bazıları; Ebu Bekir, Ömer, Ebu Ubeyde, Sa'd b. Ebî Vakkas, Saîd b. Zeyd, Katâde b. en-Nu'mân ve Seleme b. Eslem'dir. Bunun üzerine, halktan bazı insanlar; "Peygamber, ilk muhacirlere bir çocuğu komutan tayin etti!" diyerek ileri geri konuşmaya başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah, çok kızdı ve minbere çıkarak cemaate şöyle seslendi: "Üsame hakkındaki sözleriniz bana ulaştı. Siz onun komutanlığını tenkid ettiğiniz gibi, daha önce babasının kumandanlığını da tenkit etmiştiniz. Gerçek şu ki, o komutanlığa layıktır. Nitekim babası da komutanlığa layıktı" (İbn Sa'd a.g.e., II, 189,' 190; el-Askalânî, a.g.e., I, 29).

Üsame, söz konusu ordusuyla hareket etmek üzereyken, Allah Rasûlü dâr-ı bekâya irtihal etti. Bunun üzerine Üsame, Medine'ye geri dönerek, Rasûlüllah (s.a.s)'ın yıkanması, teklif ve defnedilmesi işlerinde Hz. Ali'ye yardım etti. Defin işi tamamlandıktan sonra, Üsame ordusunun başına geçerek ,Şam'a doğru hareket etti (İbn. Sa'd a.g.e., II,189,190, 277, 279; el- Askalânî, a.g.e., I, 29; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 332).

Üsame, Ebu Bekir (r.a) ve Ömer (r.a) zamanında yapılan birçok cihada iştirak etmiştir. Bunlardan biri, Müseylemetü'l-Kezzab'a karşı yapılan cihadtır ki, bu muharebede Halid b. Velid ile beraberdi (İbn Sa'd a.g.e., IV, 316).

Hz. Ömer (r.a) divan teşkilatını kurunca, Rasûlüllah (s.a.s)'e yakınlık derecelerine ve cihadtaki başarılarına göre, Müslümanlara ulûfe dağıtmaya başladı. Bu arada Üsame b. Zeyd'e dört bin veya beşbin dirhem kendi oğlu Abdullah'a ise ikibin dirhem verdi. Abdullah babasına "Neden Üsame'ye bana verdiğinden daha fazla verdin? Halbuki onun katılmadığı cihadlara ben katıldım" dedi. Buna karşı Hz. Ömer: "Allah Rasûlü Üsame'yi senden daha çok severdi. Üsame'nin babasını da senin babandan daha fazla seviyordu" diyerek oğlunu susturdu (İbn Abdi'l-Berr, a.g.e.; İbn Sa'd, a.g.e., III; 296, 297; el-Askalânî, a.g.e., I, 29; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l Gâbe, I, 80).

Üsame; Hz. Osman (r.a)'ın öldürülmesiyle ortaya çıkan fitnelere bulaşmamış, Hz. Ali'ye de bey'at etmemiş, onunla herhangi bir cihada katılmamıştır. Bu çekimserliğini; "Lâ ilâhe illallah" diyen bir kimseyi öldürmeyeceğine dair ettiği yeminle izah etmiştir (İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., I, 77; İbnü'l-Esîr, Üsüdil'l-Gâbe, I, 80).

Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana gelen çatışmalar sırasında Üsame bir süre Şam civarında bir beldede oturdu. Sonra Vadi'l-kura'ya geldi. Bir müddet de burada oturdu, ardından Medine'ye gitti ve Muaviye'nin hilafetinin sonlarına doğru Curf denilen yerde vefat etti.

Vefat tarihi çeşitli rivayetlere göre, H. 54, 58, ya da 59' dur. Ebû Hüreyre, İbn Abbas, Ebû Osman et-Hindî, Urve İbn Zübeyr, Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe, Ebû Vâil ve başkaları Üsame'den hadis rivayet etmişlerdir (İbn Abdi'l Berr, a.g.e., I, 77; İbnü'l Esir Usdü'l - Gâbe, I, 81; el- Askalâni, a.g.e., I,129).

20 Mart 2017 Pazartesi

HZ. ÜSEYD BİN HUDAYR (r.anh)




Medîne'ye islâmiyeti öğretmek için gelen Mus'ab bin Umeyr Medîne'de fevkalâde bir gayretle çok kimsenin müslüman olmasını sağladı. Faaliyetlerini yürütmek üzere Sa'd bin Mu'âz'ın teyzesinin oğlu olan Es'ad bin Zürâre'nin evine yerleşmişti. Bu sebeple Sa'd bin Mu'âz, o zaman Araplar arasında akrabaya karşı hakâretten kaçınmak âdet olduğu için, bu işe mâni olma teşebbüsünde de bulunamadı.

Sen işini bilen adamsın

Ancak bir kabîle reisi olarak bu işe de el koymak istiyordu. Bu maksatla kabîlesinin ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr'a dedi ki:

- Sen, işini iyi bilen, kimsenin yardımına muhtaç olmayan bir adamsın! Zayıflarımızın inançlarını bozmak için mahallemize gelmiş olan bu adamı, yanımıza gelmekten men et! Es'ad bin Zürâre akrabam olmasaydı, bu işi kendim hallederdim.

Bunun üzerine Üseyd bin Hudayr, Mus'ab bin Umeyr'in bulunduğu eve giderek dedi ki:

- Sizi, bize getiren sebep nedir? Zayıflarımızın inançlarını mı bozacaksınız? Eğer, hayatından olmak istemiyorsan yanımızdan ayrılıp gidersin.

Mus'ab bin Umeyr, ona yumuşak bir sesle cevap verdi:

- Hele biraz otur, sözümüzü dinle! Beğenirsen kabûl edersin, beğenmezsen dinlemekten yüz çevirirsin.

Mus'ab bin Umeyr ona, Kur'ân-ı kerîm okudu. İslâmiyeti anlattı. Onun tatlı konuşması, insanın kalbine işleyen sözleri ve hoş sesiyle okuduğu Kur'ân-ı kerîm âyetleriyle, kendinden geçen Üseyd bin Hudayr dedi ki:

- Bu, ne kadar güzel, ne kadar yüce söz. Bu dîne girmek için ne yapmak lâzımdır?

Ne yapması lâzım geldiğini anlattılar ve Üseyd bin Hudayr, Kelime-i şehâdet söyliyerek müslüman oldu. Büyük bir huzur içerisinde olduğu hâlde Mus'ab bin Umeyr'e şöyle dedi:

- Arkamda bir adam var. Ben hemen gidip onu size göndereyim. Eğer o müslüman olursa, Medîne'de onun kavminden îmân etmedik hiç kimse kalmaz.

Sonra kalkıp sür'atle gitti. Doğruca Sa'd bin Mu'âz'ın yanına varınca, Müslüman olduğunu söyledi.

Bunu gören Sa'd şaşırarak hiddetlendi ve Mus'ab bin Umeyr'in yanına koştu. Yanına varınca sert ve kızgın bir tavırla konuşmaya başladı.

Mus'ab bir Umeyr, ona da gâyet yumuşak konuştu ve oturup biraz dinlemesini söyledi. Sa'd, bu nâzik konuşma karşısında yumuşayıp oturdu ve konuşulanları dinlemeye başladı.

Hepiniz îmân etmedikçe : Mus'ab bin Umeyr, ona da islâmiyeti anlattı ve Kur'ân-ı kerîmden bir miktar okudu. Kur'ân-ı kerîm okunurken Sa'd'ın yüzü birdenbire değişiverdi. O da orada müslüman oldu. Kendinde duyduğu üstün bir hâlin ve rahatlığın şevkiyle derhal kavminin yanına gidip, onlara müslüman olduğunu söyledikten sonra sözlerini şöyle tamamladı:

- Hepiniz îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun!

Bunun üzerine kavmi hep birden islâmiyeti kabûl etti. O gün kabîlesinden îmân etmedik kimse kalmadı.

Üseyd bin Hudayr bütün güç ve kuvvetini, maddî ma'nevî imkânlarını islâm uğrunda kullandı. Medîneli Müslümanlardan 75 kişi ile ikinci Akabe bî'atına katıldı. Peygamberimizin bu Müslümanlar içerisinden seçtiği on iki temsilciden birisi de Üseyd bin Hudayr'dır.

Hz. Üseyd, Resûlullah efendimizin bütün cihadlarında yer aldı. Canını ve varlığını bu yola adadı. Uhud cihadında Evs kabîlesinin sancağı Hz. Üseyd'de idi. Bu cihadta cesâret ve secaat örnekleri gösterdi. Yedi yerinden ağır bir şekilde yaralandı.

Mücâhidler Medîne'ye döndükten hemen sonra, Peygamber efendimiz, müşriklerin geri dönüp Medîne'ye baskın yapma ihtimalini göz önünde tutarak, Hz. Bilâl'e, "Resûlullah düşmanınızı takip etmenizi emrediyor!" diye seslenerek müslümanlara duyurmasını emretti.

Dertlerini unutturdu

Bu sırada Üseyd yaralarını tedâvi ettirmek istiyordu. Resûlullah'ın da'vetini işitince dedi ki:

- İşittim, Allah'ın Resulünün emrine boyun eğiyorum!

Sonra Üseyd bin Hudayr, silâhını eline aldı. Yaralarının tedâvisine ehemmiyet vermeyerek Peygamberimizin yanına geldi. Hazır olduğunu söyledi. Cihâd da'veti ve Resûlullah'ın emri, ona, bütün dert ve yaralarını unutturmuştu.

Uhud cihadından sonra bir gün Mekkeliler Peygamber efendimizi öldürmesi için bir bedevîyi kirâlık kâtil tuttular. Bedevî Medîne'ye gelerek Peygamber efendimizin bulunduğu yeri öğrendi. Peygamber efendimiz bu sırada Abdülesheloğullarının yanında idi.

Eshâb-ı kirâm Peygamberimizin mübârek sohbetini tatlı tatlı dinlerken, bedevî girdi. Peygamberimiz adamın durumundan şüphelenmişti. Buyurdu ki:

- Şu adamın niyeti kötü. Suikastte bulunmak istiyor.

Az sonra bedevî yaklaşarak sordu:

- Abdülmuttalib'in torunu hanginizdir? Peygamberimiz;

- Abdülmuttalib'in oğlu benim, diye karşılık verdiler.

Sana doğruluk fayda verir

Bedevî, kötü maksadını gerçekleştirmek üzere Resûlullaha doğru ilerlerken, Üseyd bin Hudayr eteğinden tutarak hızla çekti. Bir anda bedevînin, elbisesi içerisinde gizlediği hançeri ortaya çıktı. Hz. Üseyd, adamın yanına vararak onu te'sîrsiz hâle getirdi. Bedevî, "Canımı bağışla, yâ Muhammed!" diye bağırıyordu.

Peygamber efendimiz bedevîye buyurdu ki:

- Bana doğrusunu söyle, buraya niçin geldin? Eğer doğrusunu söylersen doğruluk sana fayda verir. Yalan söylersen bu senin için iyi olmaz. Yapmaya kalkıştığın işten zâten haberim var.

Bunun üzerine bedevî, kendisinin müşrikler tarafından kiralandığıni itiraf etti. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber efendimiz, kendisini öldürmeye gelen bedevîye;

- Ben seni serbest bırakıyorum. Nereye gitmek istersen git, yahut senin için bundan daha hayırlı olanı tercih et! buyurarak onu islâma da'vet etti.

Bedevî Peygamberimizin bu âlicenaplığı karşısında, hiç tereddüt etmeden:

- Allah'tan başka ilâh yoktur. Sen de muhakkak Allah'ın Resûlüsün, diyerek Müslüman oldu.

Hendek cihadının uzaması üzerine Resûlullah efendimiz, çeşitli kabîlelerden meydana gelmiş olan müşrik ordusunu zayıf düşürerek morallerini bozmayı plânladı. Bunun için, Gatafanların kumandanı Uyeyne bin Hisn ile Hâris bin Avf'a şöyle bir haber gönderdi:

- Müslümanları muhâsaradan vazgeçip, yurtlarına döner giderlerse, kendilerine, Medîne'nin yıllık meyve mahsûlünün üçte birini veririm.

Fakat onlar üçte bire râzı olmadılar ve mahsûlün yarısını istediler. Peygamberimiz daha fazla vermeyince, sonunda buna râzı oldular. On kişilik bir heyetle Peygamberimizin huzuruna geldiler.

Ne hakla ayaklarını uzatıyorsun

Onlar Resûlullahla görüşürlerken Üseyd bin Hudayr bir vesîleyle Peygamberimizin yanına girdi. Uyeyne bin Hisn'in Resûlullahın karşısında ayağını uzatarak saygısız bir şekilde oturduğunu gördü. Bu saygısızca davranışa tahammül edemedi ve sert bir şekilde çıkıştı:

- Topla ayaklarını! Resûlullahın önünde ayaklarını ne hakla uzatıyorsun? Eğer Resûlullahın huzurunda olmasaydın, vallahi şu mızrağımı sana saplardım.

Gatafan kumandanının ne maksatla geldiğini öğrenince de Peygamberimize hitâben son derece saygılı bir şekilde dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Bu, Cenâb-ı Haktan gelen bir emir ise onu yerine getiriniz. Eğer bu işin altında ulvî bir gâyeniz varsa, dilediğinizi yapın. Ona da bir diyeceğim yoktur. Şayet bunlardan başka, bize zarar gelmemesi için buna başvuruyorsanız, vallahi bizim onlara kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur. Onlar ne zaman bizden birşey koparmayı umdular ki, şimdi umabilsinler.

Üseyd bu sözleriyle, Allah Resûlünün yapılmasını arzû ettiği bir işi, nefsi istemese de teslimiyetle kabûl edeceğini ortaya koyarak, Resûlullaha olan bağlılığını açık bir şekilde göstermiş oldu. Diğer taraftan, bu sözler, onun, Allah ve Resûlünün yolunda her türlü tehlikeyi göze alacağının ve müşriklere hiçbir şekilde tâviz vermeye yanaşmayacağının da bir ifâdesiydi.

Üseyd bin Hudayr'ın bu konuşması Resûlullahı sevindirdiği gibi, orada bulunan Sahâbîleri de gayrete getirdi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, Gatafanlılarla anlaşmaktan vazgeçti.

Mes'eleyi halledemedik

Uyeyne bin Hisn ile Hâris bin Avf, son derece ümitsiz ve üzüntülü olarak oradan ayrıldılar. Eshâbın ihlâs, sabır ve metânetlerini, Peygamberimizin emirlerine göre hareket etmekten vazgeçmeyeceklerini görünce, Medîne'yi hiçbir şekilde ele geçiremeyeceklerini anladılar. Karargâhlarına gittiler.

Kabîlelerinden neticeyi soranlara da şöyle itirafta bulundular:

- Mes'eleyi halledemedik. Biz, son derece basiretli, ileri görüşlü ve Peygamberleri uğrunda canlarını seve seve fedâ edebilecek bir kavim gördük. Biz de mahvolduk, Kureyşliler de mahvoldular. Kureyşliler Muhammed'e birşey yapamadan dönüp gidecekler. Muhammed de Benî Kurayza Yahûdîlerinin üzerine düşecek. Gebersinler, Cehenneme gitsinler. Muhammed bize Yahûdîler gibi zararlı değildir.

Böylece Peygamberimizin düşündüğü gerçekleşmiş oldu. Gatafanlılar muhâsaradan vazgeçerek yurtlarına döndüler.

Üseyd bin Hudayr, Mekke'nin fethine de katıldı. Hz. Ebû Bekir ile birlikte Peygamberimizin hemen yanıbaşında yer aldı. Huneyn ve Tebük cihadlarında Evs kabîlesinin sancaktarlığını yaptı.

Peygamber efendimizin, "Ne iyi kimsedir!" şeklinde methine mazhar olan Üseyd bin Hudayr'ın sesi çok güzeldi. Bu sesini Kur'ân-ı kerîm okumakla süslerdi. Okumaya başladığı zaman bambaşka bir âleme giderdi.

Bir gece hurma sergisinde Bakara sûresini okuyordu. Yanında bağlı bulunan atı birden şahlandı. Hz. Üseyd okumayı kesti, at sakinleşti. Tekrar okumaya başladı, at yine şahlandı. Üseyd sustu, at da sakinleşti. Üseyd tekrar okumaya başladığında at yine şahlandı. Ondan sonra da artık okumaktan vazgeçti.

Bilir misin onlar nedir?

Atının yanına gitti, başını kaldırdı, semâya baktı. Birden şaşırdı. Çünkü, başınin üzerinde gölgeye benzer bir sis içinde kandiller gibi birçok parıltılar gördü. Daha sonra bu gölge tabakası, içinde ışık manzûmesiyle birlikte semâya çekilip gitti ve görünmez oldu.

Hz. Üseyd, sabah olur olmaz hemen Peygamberimize koştu ve durumu anlattı. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

- Ey Hudayr'ın oğlu! Bilir misin, onlar nedir?

- Hayır, yâ Resûlallah!

- Ey Üseyd, onlar meleklerdi. Senin Kur'ân-ı kerîm okuyan sesine gelmişlerdi. Sesini dinliyorlardı. Eğer okumaya devam etseydin, sabaha kadar seni dinlerler, insanlar da kendilerini seyrederlerdi. Onlar insanlardan gizlenmezlerdi.

Üseyd bin Hudayr, ilimden bir hakikat öğrenebilmek için, ba'zan geç saatlere kadar Resûlullahla sohbet ederdi. O mes'eleyi öğrenmeden rahat edemezdi.

Hz. Üseyd, Kur'ân-ı kerîm okumak ve dinlemekten, Resûlullahın sohbetinde bulunmaktan o derece huzur duyuyordu ki, âdetâ bunlar ondan bir parça olmuştu. Bir sözünde, bu durumunu şöyle ifâde eder:

- Bütün arzûm, ömrümü üç hâl üzere geçirmek ve bu hâllerden hiçbir zaman ayrılmamaktır. Bunlar: Kur'ân-ı kerîm okuduğum veya dinlediğim zamanki hâlim. Resûlullahın hutbesini, konuşmasını dinlediğim zamanki hâlim ve bir cenâzeyi gördüğüm zamanki hâlim.

Bir gün, yine bir arkadaşıyla birlikte Resûlullahın sohbetinde bulunmuşlardı. Huzurdan ayrıldıklarında ortalık iyice kararmıştı. Ellerindeki baston ışık vermeye, yollarını aydınlatmaya başladı. Birbirlerinden ayrıldıktan sonra ışık ikiye ayrıldı. Her biri kendi bastonunun aydınlığında yürüyerek evlerine gittiler.

Hz. Âişe-i Sıddîka buyurur ki:

Ensârdan üç zât var ki, fazîlet yönünden hiç kimse, onların üstünde sayılmazdı. Bunların üçü de Abdülesheloğullarından olup, Sa'd bin Mu'âz, Üseyd bin Hudayr ve Abbâd bin Bişr idi.

Hz. Üseyd, Hicretin 20. yılında, Hz. Ömer'in hilâfeti zamanında vefât etti. Cenâze namazını Hz. Ömer kıldırdı.

16 Mart 2017 Perşembe

Vahşî bin Harb (r.a.)


Vahşî bin Harb’in Hz. Hamza’yı şehit edişinin üzerinden yıllar geçmişti... Geçen zaman içinde müşrikler günden güne zayıflamış, İslam ise güçlenmişti.

Günler ilerledikçe, Vahşî, Hz. Hamza gibi bir İslam kahramanını katletmenin suçluluğunu ve ıstırabını daha fazla hisseder olmuştu. Nihayet Mekke Müslü­manlar tarafından fethedildi. Vahşî hemen Tâif’e kaçtı…

Bir müddet sonra bir Tâif heyeti, İslamiyet’i kabul etmek üzere Re­sû­lul­lah’a gidiyordu. Vahşî böyle bir durumu öğrenince dünyalar başına yıkılacak gibi ol­du. Demek artık buralar da İslamlaşıyordu... Vahşî korkuyordu. Hz. Muhammed’in (a.s.m.), amcasının katilini çok feci bir şekilde cezalandıracağına inanı­yordu. “Acaba nereye gitsem?” diye düşündü. Şam’a mı gitmeliydi, yoksa Yemen’e mi? Acaba Müslümanlar hangisini daha önce fethederdi?... Tam bu düşün­celerin kıskacında kıvranıp dururken, o heyetten birisi Vahşî’ye gelip şöyle de­di:

“Yazıklar olsun sana! Sen bilmiyor musun? Bu dine giren kim olursa olsun, öldürülmez, eski günahlarından dolayı hesaba çekilmez.”

Bu sözler Vahşî’yi rahatlatmıştı. Tâif heyetiyle birlikte Re­sû­lul­lah’a gitmeye karar verdi. Ancak yine de emin değildi. Acaba Hz. Muhammed (a.s.m.) kendi­sine nasıl bir muamele edecekti?

Re­sû­lul­lah’ın huzuruna geldiklerinde Vahşî, kendisini tanıtmaksızın Kelime-i Şehadet getirdi. Heyecanlıydı. Re­sû­lul­lah nasıl mukabele edecekti? Resûl-i Ek­rem başını kaldırdı ve “Sen Vahşî değil misin?” dedi. Vahşî “Evet.” dedi. Engin, şefkatli, İslam’ın Yüce Peygamber’i en küçük bir kızgınlık alameti göstermeksizin, “Buyur, şuraya otur.” dedi. Sonra da amcası Hz. Hamza’yı nasıl katlettiğini anlatmasını istedi. Vahşî sözünü bitirdikten sonra Re­sû­lul­lah ancak şunu söyle­di:

“Ey Vahşî! Sen benim gözüme görünme!”

Çünkü Fahr-i Kâinat Efendimiz, Vahşî’yi her görüşünde, İslam’ın bir bahadırı olan amcası Hz. Hamza’yı hatırlayacaktı. Buna da nazenin kalbinin dayanması mümkün değildi. Çare olarak sadece bu yolu tercih buyurmuştu.

Vahşî, artık “vahşi” olmaktan kurtulmuş, hidayete ermişti. Sahabe olmuştu. “Hazret” diye anılacaktı. Hz. Vahşi Radıyallahü Anh denecekti. İman insa­na neler kazandırıyordu! Vahşetten kurtuluşa, “vahşi”likten nura çıkarıyor­du…

Vahşî bin Harb, İslam’a girdikten sonra, o bitmez tükenmez hakikate öyle kuvvetli bir şekilde sarıldı ki, eski kötü adını unutturdu. Nihayet Yalancı Pey­gamber Müseyli­metü’l-Kezzâb ile Yemâme Harbi yapılacaktı. Vahşî, uçarcası­na harp meydanına koştu. İşte İslam düşmanları, karşısında idi. Vaktiyle küfür içindeyken bir İslam erini katletmişti. Bunun ıstırabı ciğerini dağlıyordu. Yüre­ğine su serpecek nasıl bir iş yapmalıydı ki biraz rahatlasın? Kaderin garip tecelli­si, Vahşî’nin elinde, yıllar önce Hz. Hamza’yı şehit ettiği mızrağı vardı.

İşte, Yalancı Peygamber Müseylime, elinde kılıcıyla karşısında duruyordu. Bütün gücüyle onun üzerine hücum etmek üzere hazırlandı. Aynı anda, Ensâr’dan bir sahabi de Müseylime’ye hücum etmişti. Nihayet Vahşî, mızrağını Mü­seylime’ye sapladı ve cehenneme gönderdi. Böylelikle Müslümanların başın­daki mühim bir gaile bertaraf edilmiş oluyordu. Artık Vahşî’nin saadetine sınır yoktu. Daha sonra hatıralarını naklettiğinde şöyle derdi:

“Cahiliye zamanımda insanların en hayırlısını, Müslüman olduktan sonra da insanların en şerlisini öldürdüm.”[1]


[1]Üsdü’l-Gàbe, ?: 83-84.

8 Mart 2017 Çarşamba

Vâsile bin Eskâ (r.a.)


Yeni Müslüman olmanın bütün zevk ve heyecanını içinde taşıyan Vâsile, Resûl-i Ekrem Efendimizle (a.s.m.) sabah namazını kılmak için can atar. Namaz­dan sonra Re­sû­lul­lah, daha önce hiç görmediği bu yabancı simanın kim oldu­ğunu sorar. Vâsile kendini tanıtır ve Re­sû­lul­lah ile anlaşma yapmak üzere geldi­ğini ifade eder. Re­sû­lul­lah Efendimiz, “İstediğim ve istemediğim her şey üze­rine anlaşma yapar mısın?” diye sorar.

Vâsile, “Evet.” der ve Peygamberimizin bütün emirlerine uyacağına, sözün­den hiç çıkmayacağına dair kesin söz verir. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) o esnada Tebük Seferi için hazırlıklar yapmaktadır. Vâsile de çoktan hazırdır, fakat yol uzun­dur. Bineği yoktur. Kâ’b bin Ucre kendisine bir binek temin eder ve İslam ordu­suyla birlikte sefere çıkar.[1]

Bundan sonra üç sene müddetle Peygamberimizin hizmetinde bulunan Hz. Vâsile, bu bakımdan Re­sû­lul­lah’ın yakın sahabilerinden sayılır. Suffe Medresesi’nde de uzun müddet kaldığı için Suffe ile ilgili birçok hatırası vardır.

Nitekim Suffe Ashâbı bir ihtiyaçları olunca, ulaştırmak üzere, Re­sû­lul­lah’a Vâsile’yi gönderirlerdi. Bu meseleyle ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:

Ben, Suffe Ashâbı’ndandım. Suffeliler açlıktan şikâyet ettiler ve Re­sû­lul­lah’a gidip yemek istememi söylediler. Ben de Re­sû­lul­lah’a gidip Suffe Ashâbı’nın aç­lıktan şikâyetçi olduklarını söyledim. Re­sû­lul­lah, Hz. Âişe’ye, yanında bir şey olup olmadığını sordu. Hz. Âişe, yanında “tirit” denen et suyundan başka bir şey olmadığını söyledi. Tiridi derin bir kapla Re­sû­lul­lah’a getirdiler. Suffelileri 10’ar kişilik gruplar hâlinde çağırdım. Re­sû­lul­lah, kendilerine, “Oturunuz, Bismillah!” buyurdu. Suffe Ashâbı, 10 kişiye yetebilecek yemekten yediler, fakat hiç eksilmediğini gördüler. Re­sû­lul­lah, sonunda bana ‘Yâ Vâsile, bunu böylece Hz. Âişe’ye götür.’ buyurdu.”[2]

Hz. Vâsile buna benzer bir hadiseyi de şöyle dile getirir:

Biz Suffe’de bulunurken Ramazan ayı gelip de oruca başlayınca, iftar vakti her birimizi biat ehlinden biri iftara davet eder, götürürdü. Bir akşam hiç kimse gelmedi. O gün hiçbir şey yemeden sabahladık. Ertesi akşam da kimse gelme­yince Re­sû­lul­lah’a gittik, durumu anlattık. Re­sû­lul­lah, hanımlarının yanında yi­yecek olup olmadığını sordu. Hepsi de yanlarında yiyecek bulunmadığını söy­lediler. Daha sonra mübarek ellerini açtı ve şöyle dua etti:

“Allah’ım, Senin faz­lından ve rahmetinden istiyorum. Rahmet Senindir. Senden başka kimsenin de­ğildir.”

Re­sû­lul­lah duasını henüz bitirmişti ki, birisi geldi. Kızarmış bir koyun ve ek­mek getirdi. Re­sû­lul­lah bizim önümüze koydu, biz de doyuncaya kadar yedik. Daha sonra Re­sû­lul­lah şöyle buyurdu:

“Biz, Allah’ın lütuf ve merhametini istemiştik. İşte bize Allah’ın lütfu… Rah­metini de öbür dünyaya bıraktı.”[3]

Hz. Vâsile, Re­sû­lul­lah’ın ilim talebelerinin giyim hususunda karşılaştıkları mahrumiyeti de, “Ben Suffe Ashâbı’ndandım. Hiçbirimizin üzerinde tam bir el­bise yoktu.” şeklinde ifade eder.

Saadet Asrı’nın ışığı ve cazibesiyle bütün dünyayı çağımıza kadar ışıklandı­ran yıldızları, işte böylesi fukaralık, zaruret ve mahrumiyet içindeydiler. Fa­kat Re­sû­lul­lah’a öylesine bağlanmışlardı ki, onun karşısında her şeyi unutuyor­lardı...

Bununla beraber, Peygamberimizin onların gelecekte görecekleri ve bolca is­tifade edecekleri nimetleri de bir mucize olarak haber veriyordu. Şöyle diyordu, o Yüce Resûl:

“Siz benden sonra buğday ekmeğine ve zeytin yağına doyacaksı­nız. Türlü yiyecekler yiyeceksiniz. Güzel elbiseler giyeceksiniz…”

Vâsile, rivaye­tin devamında, “Hakikaten çok geçmeden, Re­sû­lul­lah’ın dediği çıktı, aynen ya­şadık. Türlü yiyecekler yedik, güzel elbiseler giydik ve çok bineklere bindik.” der.[4]

Rivayete göre Hz. Vâsile bir müddet Basra’da kalır. Daha sonra Şam tarafına gider. Humus ve Şam civarında bulunur. Emeviler zamanında Hicrî 83 yılında 100 yaşındayken vefat eder.

Son olarak onun rivayet ettiği bir hadisi nakledelim: “Re­sû­lul­lah’a ‘Irkçılık nedir?’ diye sordum. ‘Zulüm ve haksızlıkta milletine yardımcı olmandır.’ buyur­du.”[5]