23 Mart 2017 Perşembe

HZ. ÜBEY B. KA'B (r.anh)

Sahabe-i kiramın büyüklerinden biri olup Rasûlüllah (s.a.s)'ın vahiy kâtiplerindendir. Übey (r.a)'in babasının adı Ka'b, annesinin ismi Suheyle'dir. İki künyesi vardir: Ebu'l-Münzir ve Ebu't Tufeyl. Medineli olup Hazrec kabilesinin Neccâroğulları kolundandır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir.

Übey b. Ka'b'ın Müslümanlığı kabul etmesi Rasulüllah(s.a.s)'ın Medine'ye hicret etmesinden önce, Akabe biatlarında olmuştur. Übey b. Ka'b ikinci Akabe biatında Rasûlüllah (s.a.s)'e biat eden yetmiş kişi içerisinde idi. Rasûlüllah (s.a.s) Medineli Müslümanlar arasında yapmış olduğu kardeşlik antlaşmasında Übey b. Ka'b ile Aşere-i Mübeşşere (Cennetle müjdelenen on kişi) den Said b. Zeyd'i kardeş yaptı. Übey, Rasûl-i Ekrem ile Bedir, Uhud, Hendek ve diğer bütün muharebelere katıldı. Uhud muharebesinde kendisine bir ok isabet etmiş, Rasûlüllah (s.a.s) ona bir tabib göndermiş, tabib okun girdiği yerdeki damarı keserek üzerini dağlamıştı. Bu suretle Übey b. Ka'b bu arızadan kurtulmuş oldu (bk. Müslim, Selam, 73-74).

Übey b. Ka'b cahiliyye döneminde de okuma yazma bilen az sayıdaki kimselerden biri idi (İbn Sa'd, Tabakat, I, 498). Rasulüllah(s.a.s) Medine'ye hicret edince, orada, ensar içerisinde yazılarını ilk yazan Übey b. Ka'b olmuştur (İbn Seyyidi'n-Nas, II, 315). Yazdığı yazıların sonuna "filan oğlu filan yazdı" diyenlerin de ilki idi (İbnü'l-Esir, Üsdu'l-Gabe).

Şu halde Medine döneminde Rasulüllah(s.a.s)'a gelen vahyi ilk yazan Übey b. Ka'b olmuştur. Übey b. Ka'b olmadığı zaman Zeyd b. Sabit yazardı. Peygamber Efendimiz (s.a.s) ilahi vahyi Cebrail (a.s)'dan aldığı zaman, Übey b. Ka'b onu daha yazının ıslaklığı üzerinde iken ezberler, Rasûlüllah (s.a.s)e okurdu (Zehebî, Siyer, I, 280) Übey ashabın en alimlerindendi. Tabiinin büyük bilginlerinden olan Mesruk (663/683) şöyle derdi: "Rasûlüllah (s.a.s)'in ashabıyla görüştüm. İlimlerinin şu altı kişiye dayandığını gördüm: Ali, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Übey b. Ka'b ve Ebu'd-Derdâ "( İbn ü'l-Kayyim, i'lâmu'l-Muvakkiîn, I, 16).

Übey b. Ka'b, Kur'an-ı Kerîm'i en iyi okuyan sahabîlerden idi. Peygamber Efendimiz (s.a.s) "Ümmetimin en iyi okuyanı Übey'dir." (Zehebî, Siyer, I, 392) buyurmuştur. Bu sebeple Seyyidü'l-Kurra (okuyucuların efendisi) lakabıyla tanınmıştı. Kur'an-ı Kerîm'i sekiz gecede hatmederdi. Rasulüllah(s.a.s)'in zamanında Kur'an'ı cem' ederek ona arzeden sayılı sahabîlerden biri idi. Nitekim Enes b. Malik, "Rasûlüllah (s.a.s) zamanında Kur'an'ı dört kişi hıfzetmiş olup hepsi de ensardandı. Bunlar: Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel, Ebû Zeyd ve Zeyd b. Sabit'tir" (Buharî, Menakibu'l Ensar 17; Tirmizî, Menâkib 33) demiştir.

Übey b. Ka'b, Rasûlüllah (s.a.s)'in ashabına Kur'an'ı kendilerinden öğrenmelerini tavsiye ettiği dört kişiden biridir. Abdullah b. Amr b. As'dan şöyle rivâyet edilmiştir: Rasulüllah(s.a.s)'in şöyle buyurduğunu işittim: "Kur'an'ı dört kişiden alın (öğrenin). Abdullah b. Mes'ud'dan,-Rasulüllah(s.a.s) önce bunu zikretti, Ebu Nuzeyfe'nin mevlası Salim den, Muaz b. Cebel'den ve Übey b. Ka'b'dan" (Buharî, Menakibu'I-Ensar,16). Bu dört sahabîden Muaz ile Übey ensardan, Abdullah b. Mes'ud ile Salim ise muhacirlerdendir.

Rasûlüllah (s.a.s) Übey b. Ka'b'ı, Kur'an-ı Kerim'i iyi bilen bir sahabî olması sebebiyle öğretmen olarak tayin etmişti. Mescid-i Nebevi'de Kur'an-ı Kerîm'i öğretirdi. Aralarında Ebu Hureyre ve İbn Abbas'ın da bulunduğu bir çok sahabînin hocalığını yapmıştır. O, Kur'an-ı Kerîm'i öğretmesi karşılığında her hangi bir maddi şey de almazdı. Nitekim ondan şöyle rivâyet edilmiştir: "Muhacirlerden birine Kur'an öğretmiştim. Bu zat bana bir yay hediye etti. Ben bunu Rasûlüllah (s.a.s)'e anlatınca: "Onu alırsan ateşten bir yay almış olursun" buyurdu. Ben de yayı sahibine geri verdim"(İbn Mace, Ticarât, 8).

Übey b. Ka'b, Kur'an'ın lafızlarının eda keyfiyetini, kıraat vecihleriyle ilgili hususiyetlerini öğrenmeye özen gösterirdi. Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz (s.a.s)'e Übey'e Kur'an okumasını emretmiştir. Enes b. Malik (r.a)'dan şöyle rivâyet edildi: Rasulüllah (s.a.s) Übey b. Ka'b'a: "Âllah bana Lemyekünillezîne keferfi suresini sana okumamı emretti" buyurdu. Übey "Allah benim adımı da andı mı?" dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.s) "Evet" deyince Übey b. Ka'b sevincinden ağladı (Tecrid-i Sarih Tercümesi, X, 21).

Bu hadis-i şerif sahabe içerisinde Übey b. Ka'b'ın faziletine işaret ettiği gibi, onun kıraat ilmindeki yerine de işaret etmektedir.

Übey b. Ka'b, kıraati bizzat Rasulüllah (s.a.v)'den almıştır. O, Hz. Ömer'e "Ben Kur'an-ı Kerîm'i daha taze iken bizzat Cebrail (a.s)'dan alan zattan aldım" demiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned V, 117)

Kur'an-ı Kerîm'e karşı duyduğu rağbet ve arzu Übey b. Ka'b'ın faziletini artırmış, bu sebeple Rasûlüllah (s.a.v)'ın takdirini, ashabın saygısını kazanmıştır.

Übey b. Ka'b aynı zamanda Rasûlüllah (s.a.v) zamanında fetva veren az sayıda sahabîden biridir. Muhammed babası Sehl'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Rasûlüllah (s.a.v) zamanında fetva veren, üçü muhacir ve üçü ensardan olmak üzere altı kişi idi. Muhacirlerden olanlar Ömer, Osman, Ali; ensardan olanlar da Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel ve Zeyd b. Sabit'tir" (İbn Sa'd, aynı eser, II, 350).

Übey b. Ka'b, Rasûlüllah (s.a.v) zamanında idârî görevlerde de bulunmuştur. Rasûlüllah (s.a.v) onu Belî, Uzre ve Benî Sa'd kabilelerinin zekâtlarını toplamak üzere görevlendirmişti. Übey b. Ka'b bu görevi esnasında karşılaştığı bir vak'ayı şöyle anlatır:

"Rasûlüllah (s.a.v) beni Belî, Uzre ve Benî Sa'd b. Huzeym b. Kadâa kabilelerinin zekatlarını toplamak üzere gönderdi. Onların zekatlarını topladım. Nihayet onlardan sonuncu adamın yanına vardım. İçlerinde bu adamın evi ve köyü Medine'de Rasûlüllah (s.a.v)'e yakın olanı idi. Bu adam bana bütün malını topladı. Ben de zekat olarak almaya henüz iki yaşına girmiş bir dişi deveden başkasını bulamadım. Kendisine onu alacağımı söyledim. Mal sahibi, "Bunun sütü de yok, yük taşımak için de elverişli değil. Allah'a yemin ederim ki senden önce zekat toplamaya gelen ne Rasûlüllah'a ve ne de onun elçisine malımdan sütü olmayan ve yük taşımaya da elverişli olmayan bir deveyi vermedim. İşte genç, semiz dişi deve. Onu al." dedi.

Ben ona, "Bana emredilmeyen şeyi almam. İşte Rasûlüllah (s.a.v) sana yakın, İstersen ona gider, bana söylediklerini anlatırsın. Şayet o, kabul ederse, eder, etmezse reddeder" dedim. Adam:

"Bunu yapacağım" dedi ve benimle çıktı, bana vermek istediği deveyi de aldı. Rasulüllah(s.a.v)'e gelince:

"Yâ Rasûlüllah, malının zekatını almak için elçin geldi. Malımı topladım. O, sütü olmayan ve yük taşımaya da elverişli olmayan henüz iki yaşına girmiş bir deveyi seçti. Ben kendisine alması için genç, semiz bir dişi deve gösterdim, almaktan imtiha etti. İşte o deveyi getirdim, al ya Rasûlüllah" dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) "Senin üzerine borç olan Übey b. Ka'b'ın ayırdığı devedir. Sen kendi rızanla daha iyisini vermek istersen, onu kabul ederiz ve Allah bundan dolayı sana ayrıca mükafat verir," buyurdu. Adam:

"Ben de bu maksatla onu getirdim, buyur al, yâ Rasûlüllah!" dedi.

"Hz. Peygamber (s.a.v) devenin alınmasını emretti ve malının bereketlenmesi için dua etti." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 142).

Übey b. Ka'b'ın, Rasûlüllah (s.a.v)'in vefatından sonra ilk halife Hz. Ebû Bekir zamanında da mühim görevler yaptığını görüyoruz. Hz. Ebû Bekir mühim bir mesele ile karşı karşıya gelip çözümünü Kur'an ve sünnette bulamadığı zaman ashabın seçkin alimlerini toplar, onlarla istişarede bulunurdu. Übey b. Ka'b da Hz. Ebû Bekir'in danışma meclisi üyelerinden idi. Aynı zamanda Hz. Ebû Bekir döneminde fetva vermekle görevli meşhur fakihlerden biri idi (İbn Sa'd, Tabakat, II, 350). Bu dönemde onun Kur'an'ın cem'i için kurulan komisyonda görev aldığını da görüyoruz.

Übey b. Ka'b, ikinci halife Hz. Ömer'in de teveccühünü kazanmıştır. Hz. Ömer, Übey b. Ka'b'a çok hürmet eder, ondan yararlanır ve ona Seyyidü'l-Müslimin (Müslümanların ulusu) derdi (Tecrid X, 22). Hz. Ömer'in hilafeti döneminde onun şura meclisinde çalışır ve kabilesi Hazrec'i temsil ederdi. Aynı zamanda fetva işleri ne de bakardı. Hz. Ömer bir zaman halka hitabında şöyle demiştir:

"Kur'an'dan sormak isteyen Übey b. Ka'b'a gelsin, feraizden sormak isteyen Muaz'a, mal isteyen de bana gelsin. Çünkü Allah beni hazinedar ve dağıtıcı kıldı" (Zehebî, Siyer I, 394).

Hz. Ömer zamanında teravihi cemaatle ilk kıldıran da Übey b. Ka'b olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında, onun vefatından sonra ilk halife Hz. Ebû Bekr, daha sonra kısmen de Hz. Ömer zamanında teravih namazı cemaatle değil, münferid olarak kılınmıştır. Bir defa Hz. Ömer mescide gidince halkın dağınık bir şekilde teravih namazı kıldıklarını gördü. Kimi tek başına kılıyor, kimi küçük bir cemaat oluşturmuş kılıyorlardı. Hz. Ömer bütün halkı bir tek imamın arkasında toplamayı düşündü ve ertesi gün Übey b. Ka'b'ı teravih imamı tayin edip cemaati onun arkasına topladı. Böylece teravih namazı cemaatle kılınmaya başlandı (Buharî, Teravih, I; Tecrid-i Sarih Terc., IV, 75-76).

Hz. Ömer, hilafeti zamanında fetva işleri üzerinde hassasiyetle durur, ancak bu işe ehil olanların fetva vermesine müsade ederdi. Onun zamanında ancak Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Abdurrahman b. Avf, Übey b. Ka'b, Zeyd b. Sabit, Ebu Hureyre ve Ebu'd -Derdâ gibi tayin ettiği zatlar fetva verirdi (M. Siblî, Asr-ı Saadet, Terc. Ö. Rıza, Doğrul, İst. 1974, VI, 369).

Übey b. Ka'b, Hz. Ebû Bekir döneminde olduğu gibi Hz. Ömer döneminde de danışma meclisi üyesi idi. Çeşitli konularda fikri alınır, görüşlerine değer verilirdi (İbn Sa'd a.g.e, II, 350; M. Siblî, a.g.e., IV, 334).

Übey b. Ka'b tefsir sahasında da ashabın önde gelenlerinden biri olup Medine tefsir ekolünün reisi olarak kabul edilmiştir. Celaleddin es-Suyutî (ö. 911/1505) tefsir sahasında meşhur olan sahabîlerin on kişi olduğunu belirtmiş, bunlar içerisinde de kendilerinden en çok tefsir rivâyet edilenlerin Hz. Ali, Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas ve Übey b. Ka'b olduğunu belirtmiştir (bk. Suyutî, el-İkton, II, 187).

Übey b. Ka'b vahiy kâtibi olması sebebiyle Rasûlüllah (s.a.v)'in fiil ve hareketlerine muttali bir sahabî idi. Kütüb-i Sitte'de kendisinden altmış küsür rivâyet edilmiştir. Bakiy b. Mahled (ö. 276/889)'in Müsned'inde Übey b. Ka'b'ın yüz altmış dört hadisi vardır. Bunlardan üçü hem Buhari'de ve hem de Müslim'de vardır. Ayrıca Buharî üç hadisi tek başına rivâyet etmiş ,yedi hadisi de yalnız Müslim rivâyet etmiştir (Zehebi, Siyeru A'lami'n -Nübela ' I ,402). Übey b. Ka'b ın rivayet etmiş olduğu hadislerden birinin anlamı şöyledir: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Ademoğlunun bir vadi dolusu malı olsa, bir ikincisini ister. İki vadi dolusu malı olsa, bir üçüncüsünü de ister. Ademoğlunun içerisini topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah Teâlâ ise tevbe edenin tevbesini kabul eder" (Tirmizî).

Übey b. Ka'b'ın vefat tarihi ihtilaflıdır. El-Vakidî der ki, "Bir kısım hadiseler onun Hz. Ömer'in hilafeti döneminde olduğuna delalet etmektedir.

Yakınları ve başkalarının onun Medine'de hicri 22 senesinde öldüğü söylediklerini gördüm. Hz. Ömer "Bugün Müslümanların ulusu öldü" demiştir. Onun Hz. Osman'ın hilafeti döneminde hicri 30'da öldüğünü söyleyenler de olmuştur. Bize göre bu daha doğrudur. Çünkü Hz. Osman ona Kur'an'ı cem etmesini emretmiştir" (İbn Sa'd, Tabakat, III, 502; Zeheb, I, 400).

22 Mart 2017 Çarşamba

HZ. ÜSAME B. ZEYD (r.anh)



Üsame b. Zeyd b. Hârise b. Surâhîl ashabın ileri gelenlerinden biri olup, Rasûlüllah (s.a.s)'ın azadlı kölesi Zeyd b. Hârise'nin oğludur. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. Değişik rivayetlere göre; Ebû Zeyd, Ebû Yezîd ya da Ebû Hârice olarak da çağırılmaktaydı (İbn Abdi'l-Beri, el-Istiâb fi Marifeti'l Ashâb, Kâhire; I, 75 t.y, İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe f-Marifeti's-Sahabe I, 79)

Üsame'nin annesi Ümmü Eymen (ki, asıl adı Bereke'dir) Râsulûllah (s.a.s)'ın babası Abdullah'ın cariyesi ve aynı zamanda Peygamberimizin dadısı idi. Abdullah vefat edince, Rasûlüllah onu azad etti. Zeyd b. Hârise b. Surâhîl de Hz. Hatice'nin kölesiydi. Hz. Hatice Peygamberimizle evlenince, Zeyd'i kendisine hediye etti. Rasûlüllah (s.a.s) de onu azad edip Ümmû Eymen'le evlendirdi. Üsame, işte bu evlilik sonucu dünyaya geldi (İbn Sa'd, et-Tabakâtu'l-Kübrâ, Beyrut 1957, VIII, 223; İbn Abdi I-Berr, a.g.e., I, 75; İbnü'l Esîr, a.g.e., I, 79).

Üsame ile Eymen, aynı anadan kardeştirler, fakat babaları ayrıdır. Üsame, islâm döneminde, muhtemelen Rasulüllah (s.a.s)'ın risâletinin dördüncü yılında Mekke'de doğdu. El-isâbe'de kaydedildiğine göre, Hz. Muhammed (s.a.v), vefat ettigi zaman Üsame 18-20 yaşlarında bulunuyordu (el-isâbe, Beyrut, t.y., I, 29).

Rasûlûllah (s.a.s), Üsame ve babasını çok severdi. Bu nedenle kendisine; "Rasulüllah'ın sevdiği" anlamına gelen "Hibbu Rasûlüllah" ya da "el-Hibbu İbnü'l-Hubbi" denirdi. Peygamber (s.a.s)'in, Üsame'yi sevdiğine dair şöyle bir hadis rivayet edilmektedir: "Şüphesiz Üsame b. Zeyd bana, insanların en sevimlisidir. Sizin iyilerinizden olmasını umuyorum. Onun hakkında iyilik tavsiyesinde bulununuz" (İbnü'l-Esîr, a.g.e., I, 79; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., I, 76).

Hz. Âişe'den rivayet edilen şu hadise de Rasûlüllah (s.a.s)'ın daha çocuk iken dahi onu ne kadar sevdiğini gösteriyor. Hz. Âişe (r.an) diyor ki; "Bir gün Üsame'nin ayağı kapının eşiğine takılarak yere düştü ve yüzü yaralandı. Allah'ın Rasûlü bana; "Yüzündeki pisliği temizle" dedi. Ben onu kirli görerek denileni yapmadım. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s); yüzündekileri emerek tükürmeye başladı" (İbnü'l-Esîr, a.g.e., I, 80).

Yine, Urve İbnü'z-Zübeyr'den rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz, Üsame'nin gelmesini bekleyerek Arafat'tan inmeyi tehir etti. Üsame çıkıp geldiğinde, onun siyah, basık burunlu bir çocuk olduğunu gören Yemenliler, onu küçümseyerek; "Biz bunun yüzünden mi hapsedildik?" dediler. Râvî, Yemenlilerin, Hz. Ebû Bekir zamanında bu yüzden irtidat edip islâm'dan çıktıklarını söyler (İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., I, 76).

Üsame de bir çok sahâbî gibi, küçük yaştan itibaren cihadlara katılmayı arzulamıştır. Nitekim Uhud günü onbeş yaşından küçük olmasına rağmen kendi yaşıtları olan, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Berâ b. Âzib, Arcir b. Hazm ve Üseyd b. Zühayr'le beraber cihada iştirak etmek istemiş, fakat, Rasûlûllah (s.a.s) yaşları küçük olduğu için bu isteklerini kabul etmemiş ve cihadbaşlamadan onları Medine'ye geri göndermiştir. Hendek günü ise cihadmalarına izin verdi (İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, Mısır 1955, II, 66).

Üsame, Uhud cihadından sonraki tüm cihadlara katıldığı gibi, bir çok seriyyede de önemli görevler üstlenmiştir. Huneyn gazvesinde; Müslümanlar darmadağın olup sağa sola kaçışırlarken, Rasûlüllah (s.a.s)'ın çevresinde sayılı birkaç sahâbî kalmıştır ki, bunlardan biri de Üsame b. Zeyd'dir (İbn Sa'd, a.g.e., II, 151; İbn Hişam, a.g.e., II, 443; İbnü'l-Esîr, el- Kâmil fi't-Târîh, Beyrut 1965, II, 263).

Üsame'nin kendisinden rivayet edildiğine göre; katıldığı seriyyelerin birinde, düşman safında Müslümanlara karşı cihadan birine karşı kılıç çekince, o sahıs; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah" diyerek şehâdet getirdi. Fakat Üsame yine de onu öldürdü. Dönüşte, durumu Rasûlüllah (s.a.s)'e haber verince, Allah Rasûlü, "Lâ ilâhe illallah" diyen birini ne diye öldürdüğünü sorar. Üsame; "Ey Allah'ın Rasûlü! O ölümden kurtulmak için böyle söyledi dedi. Fakat, Rasûlüllah, bu soruyu aynı şekilde defalarca sordu. Üsame, neredeyse Müslümanlığından şüpheye düşecek hale geldi. Kendi kendine; "Allah'a söz veriyorum, bundan böyle lâ ilâhe illallah diyen hiçbir kimseyi öldürmeyeceğim" dedi (İbn Sa'd, a.g.e., II,119; İbnü'l Esîr, Üsüdü'l Gâbe, I, 80; İbn Hişam, a.g.e., II, 622; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 226)

İfk olayında Rasûlüllah (s.a.s) ashabından bazılarına danışarak Hz. Âişe hakkında görüşlerini öğrenmek istedi. Bu arada Üsame'ye de düşüncesini sordu. Üsame, Hz. Âişe'den övgüyle bahsederek, onu böylesi çirkin bir iftiradan tenzih etti (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II,197; İbn Hişam, a.g.e., II, 301).

Rasûlüllah (s.a.s) H,11. yılda, büyük bir ordu hazırlayarak Üsame'yi bu orduya kumandan tayin etti. Üsame'nin komutası altında ashâbın birçok ileri gelenleri vardı. Bunlardan bazıları; Ebu Bekir, Ömer, Ebu Ubeyde, Sa'd b. Ebî Vakkas, Saîd b. Zeyd, Katâde b. en-Nu'mân ve Seleme b. Eslem'dir. Bunun üzerine, halktan bazı insanlar; "Peygamber, ilk muhacirlere bir çocuğu komutan tayin etti!" diyerek ileri geri konuşmaya başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah, çok kızdı ve minbere çıkarak cemaate şöyle seslendi: "Üsame hakkındaki sözleriniz bana ulaştı. Siz onun komutanlığını tenkid ettiğiniz gibi, daha önce babasının kumandanlığını da tenkit etmiştiniz. Gerçek şu ki, o komutanlığa layıktır. Nitekim babası da komutanlığa layıktı" (İbn Sa'd a.g.e., II, 189,' 190; el-Askalânî, a.g.e., I, 29).

Üsame, söz konusu ordusuyla hareket etmek üzereyken, Allah Rasûlü dâr-ı bekâya irtihal etti. Bunun üzerine Üsame, Medine'ye geri dönerek, Rasûlüllah (s.a.s)'ın yıkanması, teklif ve defnedilmesi işlerinde Hz. Ali'ye yardım etti. Defin işi tamamlandıktan sonra, Üsame ordusunun başına geçerek ,Şam'a doğru hareket etti (İbn. Sa'd a.g.e., II,189,190, 277, 279; el- Askalânî, a.g.e., I, 29; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 332).

Üsame, Ebu Bekir (r.a) ve Ömer (r.a) zamanında yapılan birçok cihada iştirak etmiştir. Bunlardan biri, Müseylemetü'l-Kezzab'a karşı yapılan cihadtır ki, bu muharebede Halid b. Velid ile beraberdi (İbn Sa'd a.g.e., IV, 316).

Hz. Ömer (r.a) divan teşkilatını kurunca, Rasûlüllah (s.a.s)'e yakınlık derecelerine ve cihadtaki başarılarına göre, Müslümanlara ulûfe dağıtmaya başladı. Bu arada Üsame b. Zeyd'e dört bin veya beşbin dirhem kendi oğlu Abdullah'a ise ikibin dirhem verdi. Abdullah babasına "Neden Üsame'ye bana verdiğinden daha fazla verdin? Halbuki onun katılmadığı cihadlara ben katıldım" dedi. Buna karşı Hz. Ömer: "Allah Rasûlü Üsame'yi senden daha çok severdi. Üsame'nin babasını da senin babandan daha fazla seviyordu" diyerek oğlunu susturdu (İbn Abdi'l-Berr, a.g.e.; İbn Sa'd, a.g.e., III; 296, 297; el-Askalânî, a.g.e., I, 29; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l Gâbe, I, 80).

Üsame; Hz. Osman (r.a)'ın öldürülmesiyle ortaya çıkan fitnelere bulaşmamış, Hz. Ali'ye de bey'at etmemiş, onunla herhangi bir cihada katılmamıştır. Bu çekimserliğini; "Lâ ilâhe illallah" diyen bir kimseyi öldürmeyeceğine dair ettiği yeminle izah etmiştir (İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., I, 77; İbnü'l-Esîr, Üsüdil'l-Gâbe, I, 80).

Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana gelen çatışmalar sırasında Üsame bir süre Şam civarında bir beldede oturdu. Sonra Vadi'l-kura'ya geldi. Bir müddet de burada oturdu, ardından Medine'ye gitti ve Muaviye'nin hilafetinin sonlarına doğru Curf denilen yerde vefat etti.

Vefat tarihi çeşitli rivayetlere göre, H. 54, 58, ya da 59' dur. Ebû Hüreyre, İbn Abbas, Ebû Osman et-Hindî, Urve İbn Zübeyr, Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe, Ebû Vâil ve başkaları Üsame'den hadis rivayet etmişlerdir (İbn Abdi'l Berr, a.g.e., I, 77; İbnü'l Esir Usdü'l - Gâbe, I, 81; el- Askalâni, a.g.e., I,129).

20 Mart 2017 Pazartesi

HZ. ÜSEYD BİN HUDAYR (r.anh)




Medîne'ye islâmiyeti öğretmek için gelen Mus'ab bin Umeyr Medîne'de fevkalâde bir gayretle çok kimsenin müslüman olmasını sağladı. Faaliyetlerini yürütmek üzere Sa'd bin Mu'âz'ın teyzesinin oğlu olan Es'ad bin Zürâre'nin evine yerleşmişti. Bu sebeple Sa'd bin Mu'âz, o zaman Araplar arasında akrabaya karşı hakâretten kaçınmak âdet olduğu için, bu işe mâni olma teşebbüsünde de bulunamadı.

Sen işini bilen adamsın

Ancak bir kabîle reisi olarak bu işe de el koymak istiyordu. Bu maksatla kabîlesinin ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr'a dedi ki:

- Sen, işini iyi bilen, kimsenin yardımına muhtaç olmayan bir adamsın! Zayıflarımızın inançlarını bozmak için mahallemize gelmiş olan bu adamı, yanımıza gelmekten men et! Es'ad bin Zürâre akrabam olmasaydı, bu işi kendim hallederdim.

Bunun üzerine Üseyd bin Hudayr, Mus'ab bin Umeyr'in bulunduğu eve giderek dedi ki:

- Sizi, bize getiren sebep nedir? Zayıflarımızın inançlarını mı bozacaksınız? Eğer, hayatından olmak istemiyorsan yanımızdan ayrılıp gidersin.

Mus'ab bin Umeyr, ona yumuşak bir sesle cevap verdi:

- Hele biraz otur, sözümüzü dinle! Beğenirsen kabûl edersin, beğenmezsen dinlemekten yüz çevirirsin.

Mus'ab bin Umeyr ona, Kur'ân-ı kerîm okudu. İslâmiyeti anlattı. Onun tatlı konuşması, insanın kalbine işleyen sözleri ve hoş sesiyle okuduğu Kur'ân-ı kerîm âyetleriyle, kendinden geçen Üseyd bin Hudayr dedi ki:

- Bu, ne kadar güzel, ne kadar yüce söz. Bu dîne girmek için ne yapmak lâzımdır?

Ne yapması lâzım geldiğini anlattılar ve Üseyd bin Hudayr, Kelime-i şehâdet söyliyerek müslüman oldu. Büyük bir huzur içerisinde olduğu hâlde Mus'ab bin Umeyr'e şöyle dedi:

- Arkamda bir adam var. Ben hemen gidip onu size göndereyim. Eğer o müslüman olursa, Medîne'de onun kavminden îmân etmedik hiç kimse kalmaz.

Sonra kalkıp sür'atle gitti. Doğruca Sa'd bin Mu'âz'ın yanına varınca, Müslüman olduğunu söyledi.

Bunu gören Sa'd şaşırarak hiddetlendi ve Mus'ab bin Umeyr'in yanına koştu. Yanına varınca sert ve kızgın bir tavırla konuşmaya başladı.

Mus'ab bir Umeyr, ona da gâyet yumuşak konuştu ve oturup biraz dinlemesini söyledi. Sa'd, bu nâzik konuşma karşısında yumuşayıp oturdu ve konuşulanları dinlemeye başladı.

Hepiniz îmân etmedikçe : Mus'ab bin Umeyr, ona da islâmiyeti anlattı ve Kur'ân-ı kerîmden bir miktar okudu. Kur'ân-ı kerîm okunurken Sa'd'ın yüzü birdenbire değişiverdi. O da orada müslüman oldu. Kendinde duyduğu üstün bir hâlin ve rahatlığın şevkiyle derhal kavminin yanına gidip, onlara müslüman olduğunu söyledikten sonra sözlerini şöyle tamamladı:

- Hepiniz îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun!

Bunun üzerine kavmi hep birden islâmiyeti kabûl etti. O gün kabîlesinden îmân etmedik kimse kalmadı.

Üseyd bin Hudayr bütün güç ve kuvvetini, maddî ma'nevî imkânlarını islâm uğrunda kullandı. Medîneli Müslümanlardan 75 kişi ile ikinci Akabe bî'atına katıldı. Peygamberimizin bu Müslümanlar içerisinden seçtiği on iki temsilciden birisi de Üseyd bin Hudayr'dır.

Hz. Üseyd, Resûlullah efendimizin bütün cihadlarında yer aldı. Canını ve varlığını bu yola adadı. Uhud cihadında Evs kabîlesinin sancağı Hz. Üseyd'de idi. Bu cihadta cesâret ve secaat örnekleri gösterdi. Yedi yerinden ağır bir şekilde yaralandı.

Mücâhidler Medîne'ye döndükten hemen sonra, Peygamber efendimiz, müşriklerin geri dönüp Medîne'ye baskın yapma ihtimalini göz önünde tutarak, Hz. Bilâl'e, "Resûlullah düşmanınızı takip etmenizi emrediyor!" diye seslenerek müslümanlara duyurmasını emretti.

Dertlerini unutturdu

Bu sırada Üseyd yaralarını tedâvi ettirmek istiyordu. Resûlullah'ın da'vetini işitince dedi ki:

- İşittim, Allah'ın Resulünün emrine boyun eğiyorum!

Sonra Üseyd bin Hudayr, silâhını eline aldı. Yaralarının tedâvisine ehemmiyet vermeyerek Peygamberimizin yanına geldi. Hazır olduğunu söyledi. Cihâd da'veti ve Resûlullah'ın emri, ona, bütün dert ve yaralarını unutturmuştu.

Uhud cihadından sonra bir gün Mekkeliler Peygamber efendimizi öldürmesi için bir bedevîyi kirâlık kâtil tuttular. Bedevî Medîne'ye gelerek Peygamber efendimizin bulunduğu yeri öğrendi. Peygamber efendimiz bu sırada Abdülesheloğullarının yanında idi.

Eshâb-ı kirâm Peygamberimizin mübârek sohbetini tatlı tatlı dinlerken, bedevî girdi. Peygamberimiz adamın durumundan şüphelenmişti. Buyurdu ki:

- Şu adamın niyeti kötü. Suikastte bulunmak istiyor.

Az sonra bedevî yaklaşarak sordu:

- Abdülmuttalib'in torunu hanginizdir? Peygamberimiz;

- Abdülmuttalib'in oğlu benim, diye karşılık verdiler.

Sana doğruluk fayda verir

Bedevî, kötü maksadını gerçekleştirmek üzere Resûlullaha doğru ilerlerken, Üseyd bin Hudayr eteğinden tutarak hızla çekti. Bir anda bedevînin, elbisesi içerisinde gizlediği hançeri ortaya çıktı. Hz. Üseyd, adamın yanına vararak onu te'sîrsiz hâle getirdi. Bedevî, "Canımı bağışla, yâ Muhammed!" diye bağırıyordu.

Peygamber efendimiz bedevîye buyurdu ki:

- Bana doğrusunu söyle, buraya niçin geldin? Eğer doğrusunu söylersen doğruluk sana fayda verir. Yalan söylersen bu senin için iyi olmaz. Yapmaya kalkıştığın işten zâten haberim var.

Bunun üzerine bedevî, kendisinin müşrikler tarafından kiralandığıni itiraf etti. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber efendimiz, kendisini öldürmeye gelen bedevîye;

- Ben seni serbest bırakıyorum. Nereye gitmek istersen git, yahut senin için bundan daha hayırlı olanı tercih et! buyurarak onu islâma da'vet etti.

Bedevî Peygamberimizin bu âlicenaplığı karşısında, hiç tereddüt etmeden:

- Allah'tan başka ilâh yoktur. Sen de muhakkak Allah'ın Resûlüsün, diyerek Müslüman oldu.

Hendek cihadının uzaması üzerine Resûlullah efendimiz, çeşitli kabîlelerden meydana gelmiş olan müşrik ordusunu zayıf düşürerek morallerini bozmayı plânladı. Bunun için, Gatafanların kumandanı Uyeyne bin Hisn ile Hâris bin Avf'a şöyle bir haber gönderdi:

- Müslümanları muhâsaradan vazgeçip, yurtlarına döner giderlerse, kendilerine, Medîne'nin yıllık meyve mahsûlünün üçte birini veririm.

Fakat onlar üçte bire râzı olmadılar ve mahsûlün yarısını istediler. Peygamberimiz daha fazla vermeyince, sonunda buna râzı oldular. On kişilik bir heyetle Peygamberimizin huzuruna geldiler.

Ne hakla ayaklarını uzatıyorsun

Onlar Resûlullahla görüşürlerken Üseyd bin Hudayr bir vesîleyle Peygamberimizin yanına girdi. Uyeyne bin Hisn'in Resûlullahın karşısında ayağını uzatarak saygısız bir şekilde oturduğunu gördü. Bu saygısızca davranışa tahammül edemedi ve sert bir şekilde çıkıştı:

- Topla ayaklarını! Resûlullahın önünde ayaklarını ne hakla uzatıyorsun? Eğer Resûlullahın huzurunda olmasaydın, vallahi şu mızrağımı sana saplardım.

Gatafan kumandanının ne maksatla geldiğini öğrenince de Peygamberimize hitâben son derece saygılı bir şekilde dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Bu, Cenâb-ı Haktan gelen bir emir ise onu yerine getiriniz. Eğer bu işin altında ulvî bir gâyeniz varsa, dilediğinizi yapın. Ona da bir diyeceğim yoktur. Şayet bunlardan başka, bize zarar gelmemesi için buna başvuruyorsanız, vallahi bizim onlara kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur. Onlar ne zaman bizden birşey koparmayı umdular ki, şimdi umabilsinler.

Üseyd bu sözleriyle, Allah Resûlünün yapılmasını arzû ettiği bir işi, nefsi istemese de teslimiyetle kabûl edeceğini ortaya koyarak, Resûlullaha olan bağlılığını açık bir şekilde göstermiş oldu. Diğer taraftan, bu sözler, onun, Allah ve Resûlünün yolunda her türlü tehlikeyi göze alacağının ve müşriklere hiçbir şekilde tâviz vermeye yanaşmayacağının da bir ifâdesiydi.

Üseyd bin Hudayr'ın bu konuşması Resûlullahı sevindirdiği gibi, orada bulunan Sahâbîleri de gayrete getirdi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, Gatafanlılarla anlaşmaktan vazgeçti.

Mes'eleyi halledemedik

Uyeyne bin Hisn ile Hâris bin Avf, son derece ümitsiz ve üzüntülü olarak oradan ayrıldılar. Eshâbın ihlâs, sabır ve metânetlerini, Peygamberimizin emirlerine göre hareket etmekten vazgeçmeyeceklerini görünce, Medîne'yi hiçbir şekilde ele geçiremeyeceklerini anladılar. Karargâhlarına gittiler.

Kabîlelerinden neticeyi soranlara da şöyle itirafta bulundular:

- Mes'eleyi halledemedik. Biz, son derece basiretli, ileri görüşlü ve Peygamberleri uğrunda canlarını seve seve fedâ edebilecek bir kavim gördük. Biz de mahvolduk, Kureyşliler de mahvoldular. Kureyşliler Muhammed'e birşey yapamadan dönüp gidecekler. Muhammed de Benî Kurayza Yahûdîlerinin üzerine düşecek. Gebersinler, Cehenneme gitsinler. Muhammed bize Yahûdîler gibi zararlı değildir.

Böylece Peygamberimizin düşündüğü gerçekleşmiş oldu. Gatafanlılar muhâsaradan vazgeçerek yurtlarına döndüler.

Üseyd bin Hudayr, Mekke'nin fethine de katıldı. Hz. Ebû Bekir ile birlikte Peygamberimizin hemen yanıbaşında yer aldı. Huneyn ve Tebük cihadlarında Evs kabîlesinin sancaktarlığını yaptı.

Peygamber efendimizin, "Ne iyi kimsedir!" şeklinde methine mazhar olan Üseyd bin Hudayr'ın sesi çok güzeldi. Bu sesini Kur'ân-ı kerîm okumakla süslerdi. Okumaya başladığı zaman bambaşka bir âleme giderdi.

Bir gece hurma sergisinde Bakara sûresini okuyordu. Yanında bağlı bulunan atı birden şahlandı. Hz. Üseyd okumayı kesti, at sakinleşti. Tekrar okumaya başladı, at yine şahlandı. Üseyd sustu, at da sakinleşti. Üseyd tekrar okumaya başladığında at yine şahlandı. Ondan sonra da artık okumaktan vazgeçti.

Bilir misin onlar nedir?

Atının yanına gitti, başını kaldırdı, semâya baktı. Birden şaşırdı. Çünkü, başınin üzerinde gölgeye benzer bir sis içinde kandiller gibi birçok parıltılar gördü. Daha sonra bu gölge tabakası, içinde ışık manzûmesiyle birlikte semâya çekilip gitti ve görünmez oldu.

Hz. Üseyd, sabah olur olmaz hemen Peygamberimize koştu ve durumu anlattı. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

- Ey Hudayr'ın oğlu! Bilir misin, onlar nedir?

- Hayır, yâ Resûlallah!

- Ey Üseyd, onlar meleklerdi. Senin Kur'ân-ı kerîm okuyan sesine gelmişlerdi. Sesini dinliyorlardı. Eğer okumaya devam etseydin, sabaha kadar seni dinlerler, insanlar da kendilerini seyrederlerdi. Onlar insanlardan gizlenmezlerdi.

Üseyd bin Hudayr, ilimden bir hakikat öğrenebilmek için, ba'zan geç saatlere kadar Resûlullahla sohbet ederdi. O mes'eleyi öğrenmeden rahat edemezdi.

Hz. Üseyd, Kur'ân-ı kerîm okumak ve dinlemekten, Resûlullahın sohbetinde bulunmaktan o derece huzur duyuyordu ki, âdetâ bunlar ondan bir parça olmuştu. Bir sözünde, bu durumunu şöyle ifâde eder:

- Bütün arzûm, ömrümü üç hâl üzere geçirmek ve bu hâllerden hiçbir zaman ayrılmamaktır. Bunlar: Kur'ân-ı kerîm okuduğum veya dinlediğim zamanki hâlim. Resûlullahın hutbesini, konuşmasını dinlediğim zamanki hâlim ve bir cenâzeyi gördüğüm zamanki hâlim.

Bir gün, yine bir arkadaşıyla birlikte Resûlullahın sohbetinde bulunmuşlardı. Huzurdan ayrıldıklarında ortalık iyice kararmıştı. Ellerindeki baston ışık vermeye, yollarını aydınlatmaya başladı. Birbirlerinden ayrıldıktan sonra ışık ikiye ayrıldı. Her biri kendi bastonunun aydınlığında yürüyerek evlerine gittiler.

Hz. Âişe-i Sıddîka buyurur ki:

Ensârdan üç zât var ki, fazîlet yönünden hiç kimse, onların üstünde sayılmazdı. Bunların üçü de Abdülesheloğullarından olup, Sa'd bin Mu'âz, Üseyd bin Hudayr ve Abbâd bin Bişr idi.

Hz. Üseyd, Hicretin 20. yılında, Hz. Ömer'in hilâfeti zamanında vefât etti. Cenâze namazını Hz. Ömer kıldırdı.

16 Mart 2017 Perşembe

Vahşî bin Harb (r.a.)


Vahşî bin Harb’in Hz. Hamza’yı şehit edişinin üzerinden yıllar geçmişti... Geçen zaman içinde müşrikler günden güne zayıflamış, İslam ise güçlenmişti.

Günler ilerledikçe, Vahşî, Hz. Hamza gibi bir İslam kahramanını katletmenin suçluluğunu ve ıstırabını daha fazla hisseder olmuştu. Nihayet Mekke Müslü­manlar tarafından fethedildi. Vahşî hemen Tâif’e kaçtı…

Bir müddet sonra bir Tâif heyeti, İslamiyet’i kabul etmek üzere Re­sû­lul­lah’a gidiyordu. Vahşî böyle bir durumu öğrenince dünyalar başına yıkılacak gibi ol­du. Demek artık buralar da İslamlaşıyordu... Vahşî korkuyordu. Hz. Muhammed’in (a.s.m.), amcasının katilini çok feci bir şekilde cezalandıracağına inanı­yordu. “Acaba nereye gitsem?” diye düşündü. Şam’a mı gitmeliydi, yoksa Yemen’e mi? Acaba Müslümanlar hangisini daha önce fethederdi?... Tam bu düşün­celerin kıskacında kıvranıp dururken, o heyetten birisi Vahşî’ye gelip şöyle de­di:

“Yazıklar olsun sana! Sen bilmiyor musun? Bu dine giren kim olursa olsun, öldürülmez, eski günahlarından dolayı hesaba çekilmez.”

Bu sözler Vahşî’yi rahatlatmıştı. Tâif heyetiyle birlikte Re­sû­lul­lah’a gitmeye karar verdi. Ancak yine de emin değildi. Acaba Hz. Muhammed (a.s.m.) kendi­sine nasıl bir muamele edecekti?

Re­sû­lul­lah’ın huzuruna geldiklerinde Vahşî, kendisini tanıtmaksızın Kelime-i Şehadet getirdi. Heyecanlıydı. Re­sû­lul­lah nasıl mukabele edecekti? Resûl-i Ek­rem başını kaldırdı ve “Sen Vahşî değil misin?” dedi. Vahşî “Evet.” dedi. Engin, şefkatli, İslam’ın Yüce Peygamber’i en küçük bir kızgınlık alameti göstermeksizin, “Buyur, şuraya otur.” dedi. Sonra da amcası Hz. Hamza’yı nasıl katlettiğini anlatmasını istedi. Vahşî sözünü bitirdikten sonra Re­sû­lul­lah ancak şunu söyle­di:

“Ey Vahşî! Sen benim gözüme görünme!”

Çünkü Fahr-i Kâinat Efendimiz, Vahşî’yi her görüşünde, İslam’ın bir bahadırı olan amcası Hz. Hamza’yı hatırlayacaktı. Buna da nazenin kalbinin dayanması mümkün değildi. Çare olarak sadece bu yolu tercih buyurmuştu.

Vahşî, artık “vahşi” olmaktan kurtulmuş, hidayete ermişti. Sahabe olmuştu. “Hazret” diye anılacaktı. Hz. Vahşi Radıyallahü Anh denecekti. İman insa­na neler kazandırıyordu! Vahşetten kurtuluşa, “vahşi”likten nura çıkarıyor­du…

Vahşî bin Harb, İslam’a girdikten sonra, o bitmez tükenmez hakikate öyle kuvvetli bir şekilde sarıldı ki, eski kötü adını unutturdu. Nihayet Yalancı Pey­gamber Müseyli­metü’l-Kezzâb ile Yemâme Harbi yapılacaktı. Vahşî, uçarcası­na harp meydanına koştu. İşte İslam düşmanları, karşısında idi. Vaktiyle küfür içindeyken bir İslam erini katletmişti. Bunun ıstırabı ciğerini dağlıyordu. Yüre­ğine su serpecek nasıl bir iş yapmalıydı ki biraz rahatlasın? Kaderin garip tecelli­si, Vahşî’nin elinde, yıllar önce Hz. Hamza’yı şehit ettiği mızrağı vardı.

İşte, Yalancı Peygamber Müseylime, elinde kılıcıyla karşısında duruyordu. Bütün gücüyle onun üzerine hücum etmek üzere hazırlandı. Aynı anda, Ensâr’dan bir sahabi de Müseylime’ye hücum etmişti. Nihayet Vahşî, mızrağını Mü­seylime’ye sapladı ve cehenneme gönderdi. Böylelikle Müslümanların başın­daki mühim bir gaile bertaraf edilmiş oluyordu. Artık Vahşî’nin saadetine sınır yoktu. Daha sonra hatıralarını naklettiğinde şöyle derdi:

“Cahiliye zamanımda insanların en hayırlısını, Müslüman olduktan sonra da insanların en şerlisini öldürdüm.”[1]


[1]Üsdü’l-Gàbe, ?: 83-84.

8 Mart 2017 Çarşamba

Vâsile bin Eskâ (r.a.)


Yeni Müslüman olmanın bütün zevk ve heyecanını içinde taşıyan Vâsile, Resûl-i Ekrem Efendimizle (a.s.m.) sabah namazını kılmak için can atar. Namaz­dan sonra Re­sû­lul­lah, daha önce hiç görmediği bu yabancı simanın kim oldu­ğunu sorar. Vâsile kendini tanıtır ve Re­sû­lul­lah ile anlaşma yapmak üzere geldi­ğini ifade eder. Re­sû­lul­lah Efendimiz, “İstediğim ve istemediğim her şey üze­rine anlaşma yapar mısın?” diye sorar.

Vâsile, “Evet.” der ve Peygamberimizin bütün emirlerine uyacağına, sözün­den hiç çıkmayacağına dair kesin söz verir. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) o esnada Tebük Seferi için hazırlıklar yapmaktadır. Vâsile de çoktan hazırdır, fakat yol uzun­dur. Bineği yoktur. Kâ’b bin Ucre kendisine bir binek temin eder ve İslam ordu­suyla birlikte sefere çıkar.[1]

Bundan sonra üç sene müddetle Peygamberimizin hizmetinde bulunan Hz. Vâsile, bu bakımdan Re­sû­lul­lah’ın yakın sahabilerinden sayılır. Suffe Medresesi’nde de uzun müddet kaldığı için Suffe ile ilgili birçok hatırası vardır.

Nitekim Suffe Ashâbı bir ihtiyaçları olunca, ulaştırmak üzere, Re­sû­lul­lah’a Vâsile’yi gönderirlerdi. Bu meseleyle ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:

Ben, Suffe Ashâbı’ndandım. Suffeliler açlıktan şikâyet ettiler ve Re­sû­lul­lah’a gidip yemek istememi söylediler. Ben de Re­sû­lul­lah’a gidip Suffe Ashâbı’nın aç­lıktan şikâyetçi olduklarını söyledim. Re­sû­lul­lah, Hz. Âişe’ye, yanında bir şey olup olmadığını sordu. Hz. Âişe, yanında “tirit” denen et suyundan başka bir şey olmadığını söyledi. Tiridi derin bir kapla Re­sû­lul­lah’a getirdiler. Suffelileri 10’ar kişilik gruplar hâlinde çağırdım. Re­sû­lul­lah, kendilerine, “Oturunuz, Bismillah!” buyurdu. Suffe Ashâbı, 10 kişiye yetebilecek yemekten yediler, fakat hiç eksilmediğini gördüler. Re­sû­lul­lah, sonunda bana ‘Yâ Vâsile, bunu böylece Hz. Âişe’ye götür.’ buyurdu.”[2]

Hz. Vâsile buna benzer bir hadiseyi de şöyle dile getirir:

Biz Suffe’de bulunurken Ramazan ayı gelip de oruca başlayınca, iftar vakti her birimizi biat ehlinden biri iftara davet eder, götürürdü. Bir akşam hiç kimse gelmedi. O gün hiçbir şey yemeden sabahladık. Ertesi akşam da kimse gelme­yince Re­sû­lul­lah’a gittik, durumu anlattık. Re­sû­lul­lah, hanımlarının yanında yi­yecek olup olmadığını sordu. Hepsi de yanlarında yiyecek bulunmadığını söy­lediler. Daha sonra mübarek ellerini açtı ve şöyle dua etti:

“Allah’ım, Senin faz­lından ve rahmetinden istiyorum. Rahmet Senindir. Senden başka kimsenin de­ğildir.”

Re­sû­lul­lah duasını henüz bitirmişti ki, birisi geldi. Kızarmış bir koyun ve ek­mek getirdi. Re­sû­lul­lah bizim önümüze koydu, biz de doyuncaya kadar yedik. Daha sonra Re­sû­lul­lah şöyle buyurdu:

“Biz, Allah’ın lütuf ve merhametini istemiştik. İşte bize Allah’ın lütfu… Rah­metini de öbür dünyaya bıraktı.”[3]

Hz. Vâsile, Re­sû­lul­lah’ın ilim talebelerinin giyim hususunda karşılaştıkları mahrumiyeti de, “Ben Suffe Ashâbı’ndandım. Hiçbirimizin üzerinde tam bir el­bise yoktu.” şeklinde ifade eder.

Saadet Asrı’nın ışığı ve cazibesiyle bütün dünyayı çağımıza kadar ışıklandı­ran yıldızları, işte böylesi fukaralık, zaruret ve mahrumiyet içindeydiler. Fa­kat Re­sû­lul­lah’a öylesine bağlanmışlardı ki, onun karşısında her şeyi unutuyor­lardı...

Bununla beraber, Peygamberimizin onların gelecekte görecekleri ve bolca is­tifade edecekleri nimetleri de bir mucize olarak haber veriyordu. Şöyle diyordu, o Yüce Resûl:

“Siz benden sonra buğday ekmeğine ve zeytin yağına doyacaksı­nız. Türlü yiyecekler yiyeceksiniz. Güzel elbiseler giyeceksiniz…”

Vâsile, rivaye­tin devamında, “Hakikaten çok geçmeden, Re­sû­lul­lah’ın dediği çıktı, aynen ya­şadık. Türlü yiyecekler yedik, güzel elbiseler giydik ve çok bineklere bindik.” der.[4]

Rivayete göre Hz. Vâsile bir müddet Basra’da kalır. Daha sonra Şam tarafına gider. Humus ve Şam civarında bulunur. Emeviler zamanında Hicrî 83 yılında 100 yaşındayken vefat eder.

Son olarak onun rivayet ettiği bir hadisi nakledelim: “Re­sû­lul­lah’a ‘Irkçılık nedir?’ diye sordum. ‘Zulüm ve haksızlıkta milletine yardımcı olmandır.’ buyur­du.”[5]

6 Mart 2017 Pazartesi

Vehb bin Kabus (r.a.)


Vehb bin Kabus ve yeğeni Hâris bin Ukbe, Medine’ye satmak için koyun getir­mişlerdi. Müzenî kabilesinden olan bu iki kişi, Medine’yi değişmiş ve boşalmış bir hâlde görünce sordular: “Halk nerede?”

“Uhud’da. Re­sû­lul­lah ile birlikte Kureyş müşrikleriyle çarpışmaya gittiler.”

“Burada işimiz ne? Ne güne duruyoruz? Biz de Re­sû­lul­lah’ın izinden gitmek isteriz. Haydi Uhud’a!” deyip yola çıktılar.

Uhud’a gider gitmez Peygamberimizi buldular. O sırada müşrikler bozguna uğramışlardı. Kılıçlarını sıyırarak onları kovalamaya başladılar.

Ne zaman ki iş aksine döndü, okçuların yerlerini terk etmesini fırsat bilen düşman ordusu arkadan hücuma geçince, Müslümanlar neye uğradıklarını bile­medi ve paniğe kapıldılar.

Vehb ile yeğeni o anda bile kahramanca dövüşüyorlardı.

Sa’d bin Ebî Vakkas der ki: Uhud’da müşrikler Re­sû­lul­lah ile birlikte bizi kuşatmışlardı. Her taraftan düş­manlar saldırıyor, çemberi daralttıkça daraltıyorlardı. Müşriklerden bir grubun üstümüze yöneldiği bir sırada Re­sû­lul­lah, ‘Şu birli­ğe kim karşı koyacak?’ dedi. Vehb ileri atıldı ve, ‘Ben yâ Re­sû­lal­lah!’ cevabını verdi. Sonra da düşmanı ok yağmuruna tuttu, kılıcıyla üzerlerine yürüdü, kısa zamanda püskürttü. Düşman birlikleri ikinci ve üçüncü defa hücum ettiler. Her seferinde de Vehb, ‘Ben karşılarım, yâ Re­sû­lal­lah!’ diyerek ileri atıldı. Düşmanı yine savuşturdu. Üçüncü defa Vehb düşmanı karşılamak için yerinden fırlayınca, Allah’ın Resûl’ü, ‘Kalk, öyle ise seni cennetle müjdelerim!’ buyurdu.

“Bu defa Re­sû­lul­lah farklı bir mukabelede bulunmuştu, onu cennetle müjde­lemişti. Vehb ise senelerdir bu fırsatı kolluyormuşcasına, kılıcını sıyırmasıyla düşmanın arasına dalması bir oldu. Kıyasıya dövüşüyordu. Tâ müşriklerin geri­lerine kadar ilerledi. Onu gören müşrikler korkularından kaçıyor, yol açmak zo­runda kalıyorlardı. Onun bu hâlini gören Kâinatın Efendisi, ‘Allah’ım, ona rah­met et!’ diye dua ediyordu.

“Vehb müşriklerin üzerine tekrar yürüdü. Fakat bu sefer müşrikler etrafını iyice kuşattılar. Kıyasıya bir mücadele başlamıştı, çarpışma son haddine var­mıştı. Çetin bir mücadeleden sonra Vehb şehit düştü, Peygamber müjdesine nail oldu.

“Ben de Vehb’i yalnız bırakmamak için yanına varmıştım. Çok şiddetli bir çarpışma geçmişti. Allah biliyor ki, ben de onun istediği gibi şehitliği arzu edi­yordum. Ne var ki, o zaman nasip değilmiş. Ben o nimete ulaşamadım…”

Vehb’in bedeninde tam 20 mızrak yarası vardı. Müşrikler sadece onu mızrakla­mak­la kalmamışlar, vücudunu keserek öç alma âdiliğinde bulunmuşlar­dı.

cihadbitince şehitler arasında dolaşan Allah’ın Resûl’ü, Vehb’in parçalanmış vücu­dunu görünce gözyaşlarını tutamamış, “Ben senden razıyım, Allah da razı olsun!” demişti.

Bu olup bitenleri gören Hz. Ömer de, Hz. Sa’d gibi, “Vehb’in yerinde olmayı, Vehb gibi şehadet şerbeti içmeyi ne kadar arzu ederdim!” demekten kendini alamamıştı.

3 Mart 2017 Cuma

HZ. VELÎD BİN VELÎD (r.anh)



Velîd bin Velîd, meşhûr Hâlid bin Velîd'in kardeşiydi. Bedir gazâsında müşriklerin safında harbe katıldı. Müşrikler bu harpte yenilince, onu Abdullah bin Cahş esir aldı. Medîne-i Münevvereye getirdi.

Kardeşlerinden henüz müşrik olan Hâlid bin Velîd ile Hişâm bin Velîd, onu esâretten kurtarmak üzere Medîne'ye geldiler. Abdullah bin Cahş kurtuluş akçesi verilmedikçe bırakmak istemedi. Kardeşlerinden Hâlid râzı olduysa da, baba bir annesi ayrı kardeşi Hişâm kabûl etmedi.

Zırh karşılığı anlaştılar : Resûlullah efendimiz babalarının silâh ve techizatının verilmesini teklif etti. Bunu kabûl ederek babalarının yüz dinar kıymetindeki kılıcı, zırhı ve miğferi karşılığında anlaştılar. Velîd'i esâretten kurtarıp, Mekke'ye yola çıktılar.

Fakat Velîd, Mekke yolu üzerinde Medîne'ye dört mil mesafedeki Zü'l-Huleyfe'de onlardan ayrılıp, Resûlullahın yanına geldi. Îmân edip, Eshâb-ı kirâmdan oldu.

Müslüman olduktan bir müddet sonra Mekke'ye kardeşlerinin yanına gelmişti. O zaman Hâlid bin Velîd sordu:

- Madem ki Müslüman olacaktın, kurtuluş fidyesi ödemeden olsaydın ya. Babamızdan kalan hâtırayı elimizden çıkardın. Niçin böyle yaptın?

Velîd de şu cevabı verdi:

- Kureyşlilerin, esârete dayanamadı da Muhammed'e tâbi oldu demelerinden korktum.

Kardeşleri onu Mahzûmoğullarından ba'zı Müslümanlarla, Ayâs bin Ebî Rebîa ve Ebû Seleme bin Hişâm'ın yanına hapsettiler. Îmân ettiği için senelerce hapis yattı. İslâmiyetin azılı düşmanlarından amcası Hişâm ile müşrik akrabalarından çok zulüm ve işkence gördü.

Resûlullah efendimiz müşriklerin zulmüne uğrayan Ayâs bin Ebî Rebîa ile Ebû Seleme bin Hişâm ve kendisi için şöyle duâ ettiler:

- İlâhî! Velîd bin Velîd'i, Seleme bin Hişâm'ı, Ayâs bin Ebî Rebîa'yı ve küffâr elinde bunalıp zayıf ve âciz görülen diğer mü'minleri kurtar.

Velîd Resûlullah'ın duâsı bereketiyle bir fırsatını bulup, bağlı bulunduğu yerden kaçtı. Medîne-i Münevvereye gelip, Resûlullah efendimiz ile buluştu. Resûlullah, Ayâs bin Ebî Rebîa ile Ebû Seleme bin Hişâm'ın hâlini sorunca, onların birbirlerine ayakları ile bağlı, şiddetli azap ve işkenceler altında kıvrandıklarını haber verdi.

Ben kurtarırım

Resûlullah efendimiz onların hâline çok üzülüp, kurtarılma çârelerini aradı. Kimin kurtarabileceğini sorunca, senelerce işkence altında kalmasına rağmen, Velîd, büyük bir cesâret ve aşkla dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Onları ben kurtarır, Size getiririm.

Tekrar Mekke'ye gelip, işkence gören Müslümanların yerini onlara yiyecek götüren bir kadını takip ederek öğrendi. Mazlûmlar, tavansız bir binada hapisti.

Geceleyin, ölümü de göze alarak büyük bir cesâretle duvardan sıyrılıp, mazlûmların yanına vardı. Îmân etmekten gayrı bir suçları olmayan, müşriklerce bir taşa bağlanıp; Arabistan'ın çöl havasındaki yakıcı sıcaklığında her türlü zulme uğratılan mazlûmları kurtarıp, devesine bindirdi.

Medîne'ye aç, susuz, yalın ayak üç günde geldiler. Parmakları taşların tahribatından parça parça olmuştu. Velîd bin Velîd kan revân içinde Resûlullah'a kavuşmanın verdiği sevinç ve huzûrla bütün sıkıntılarını bir bir unutuverdi.

Velîd'in kardeşi Hâlid bin Velîd, şöyle anlatır:

"Allahü teâlâ, benim hayrımı dilediği zaman, kalbime islâmiyet sevgisini düşürdü. Beni, hayır ve şerri anlayacak hâle getirdi. Kendi kendime dedim ki:

- Ben, Muhammed'e karşı her cihadyerinde bulundum. Bulunduğum cihadyerlerinden hiçbiri yoktur ki, dönerken, aykırı ve yanlış bir iş üzerinde bulunduğumu ve Muhammed'in, muhakkak galip geleceğini içimde sezmiş olmayayım!

Allah tarafından korunuyor

Resûlullah efendimiz, Hudeybiye'ye çıkıp geldiği zaman, ben de, müşrik süvarilerinin başında yola çıktım. Usfan'da, Resûlullah efendimizle Eshâbına yaklaşıp gözüktüm. Resûlullah efendimiz, bizden emîn bir sûrette Eshâbına öğle namazını kıldırıyordu. Üzerlerine, birden baskın yapmayı düşündükse de, gerçekleşmedi. Böyle olması da, hayırlı oldu.

Resûlullah efendimiz, kalbimizden geçenleri sezmiş olmalı ki ikindi namazını, Eshâbına korku namazı olarak kıldırdı. Bu, bana çok te'sîr etti. Kendi kendime, "Bu zât, herhalde, Allah tarafından korunuyordur" dedim. Mekke'ye döndüğümde çeşitli düşünceler hâlinde bocalar bir vaziyette idim.

"Necâşî'ye mi gideyim? Halbuki, kendisi, Muhammed'e bağlanmış bulunuyor! Eshâbı da, Onun yanında emniyet ve selâmet içinde barınıp duruyorlar. Yoksa, Herakliüs'ün yanına gideyim de dînimi bırakıp Hristiyan mı olayım, ya da Yahûdîliğe mi gireyim? Yahut, kendilerine tâbi olarak Acemlerle birlikte mi oturayım?" diye kendi kendime söylendim, düşündüm durdum.

Ertesi sene, Resûlullah efendimiz umre için Mekke'ye gelip girince, O'ndan gizlendim. Kendisinin Mekke'ye girişini görmedim.

Kardeşim, Velîd bin Velîd de umre için gelip Mekke'ye girmişti. Beni, arayıp bulamayınca, bana bir mektup yazmış ve mektubunda şöyle demişti:

(Doğrusu, ben, senin islâmiyetten böyle tedirgin olmak ve yüz çevirip gitmekteki görüşün kadar şaşılacak bir görüş görmedim! Halbuki, eğri yola gitmekten seni alıkoyacak bir aklın da var! Aklını kullansan ya! İslâmiyet gibi bir dîni, kim bilmez ve tanımaz olabilir?!

Onun gibi bir adam

Resûlullah efendimiz, seni, bana sordu. "Hâlid, nerededir?" dedi. Ben de, "Allah, onu getirir" dedim. Resûlullah efendimiz bunun üzerine buyurdu ki:

- Onun gibi bir adam, İslâmiyeti bilmez ve tanımaz olabilir mi? Keşki o, bütün cihadve çabalarını Müslümanların yanında, müşriklere karşı gösterseydi, kendisi için, ne kadar hayırlı olurdu! Biz, kendisini başkalarına tercih eder, üstün tutardık!

Ey kardeşim! En elverişli, en yararlı yerlerde kaçırmış bulunduğun fırsatlara acele yetiş!)

Bana, kardeşimin bu mektubu gelince, gitmek için, acele ettim. İslâmiyete olan isteğim de arttı. Resûlullah efendimizin söyledikleri ise, beni çok sevindirdi, ferahlattı."

Hâlid bin Velîd daha sonra Medîne'ye gelerek Müslüman oldu.

Velîd, Medîne'de 629 senesinde vefât etti.

2 Mart 2017 Perşembe

HZ. ZEYD B. HÂRİSE (r.anh)



Zeyd b. Hârise b. Surâhîl el-Kelbî. Üsâme'nin babası. Ashâbın ileri gelenlerinden olup, Resûlullah (s.a.s)'ın en çok sevdiği arkadaşlarındandır. Bu yüzden sahâbe arasında "el-hubb" diye anılırdı.

Tam künyesi: Zeyd b. Hârise b. Surâhîl (İbn İshak'a göre, Surahbîl) b. Kâ'b b. Abdiluzza b. İmriülkays b. Âmir b. Abdivüdd b. Avf b. Kinâne b. Bekr b. Uzre b. Zeyd el-Lât b. Rufayde b. Sevr b. Kelb b. Vebre b. Tağlib b. Hulvân b. İmrân b. Luhaf b. Kuzâa'dır (İbn Hişâm, es-Sîretü'n Nebeviyye", I, 247; İbn Sa'd, et-Tabakâtit'l-Kilbrâ, III, 40; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe fi Ma'rifeti's Sahâbe, II, 281).

Kaynakların ifadesine göre; cahiliyye döneminde, Zeyd'in annesi Su'dâ, yanında oğlu olduğu halde akrabalarını ziyarete gider. Bu sırada Benî el-Kayn b. Cisr'e mensup bazı atlılar, Su'dâ'nın akrabaları olan Benî Ma'n evlerine baskın yaparlar. Zeyd'i de bu arada beraberlerinde alıp götürürler. Zeyd, bu sırada temyiz çağında bir çocuktur. Onu, Ukaz Panayırına götürüp satışa arzederler. Hz. Hatice'nin yeğeni Hakîm b. Huzâm b. Huveylid de o esnada panayıra uğrayıp Mekke'ye götürmek üzere birkaç köle satın alır. Zeyd b. Hârise de bu köleler arasında bulunmaktadır. Hakîm, Mekke'ye döndüğünde, halası Hz. Hatice kendisini ziyarete gider. O da halasına köleleri göstererek, dilediği köleyi seçip götürebileceğini söyler. Hz. Hatice de Zeyd b. Hârise'yi seçer. Daha sonra O'nu, Resûlullah (s.a.s)'a bağışlar.

Kelb kabilesine mensup bazı insanlar, hac için Mekke'ye geldiklerinde Zeyd'i görüp tanırlar, Zeyd de onları tanır. Dönüşte durumu babasına haber vererek bulunduğu yeri tarif ederler. Zeyd'in babası Hârise ile amcası Kâ'b, yanlarına fidye alarak Mekke'ye gelirler ve Resûlullah (s.a.s)'ın yanına varıp: "Ey Abdulmuttalib'in oğlu! Ey kavminin efendisinin oğlu! Sizler, Harem'in ehlisiniz, köleyi azad eder, esiri yedirirsiniz. Yanında bulunan oğlumuz için sana geldik. Bize iyilikte bulun, sana fazlasıyla fidye vereceğiz" derler.

Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), Zeyd'i çağırtarak, kendisini istemeye gelen bu kişileri tanıyıp tanımadığını sorar. Zeyd de, bunlardan birinin babası diğerinin de amcası olduğunu söyleyerek tanıdığını ifade eder. Bu sefer Resûlullah Zeyd'e, dilerse babasıyla gidebileceğini, şayet isterse yanında kalabileceğini söyleyince, Zeyd, Resûlullah (s.a.s.)'ın yanında kalmayı tercih eder. Peygamberimiz de Zeyd'i elinden tutarak Hicr denilen yere çıkarır ve: "Şahid olun, Zeyd benim oğlumdur. O bana mirasçıdır, ben de O'na mirasçıyım!" diyerek Zeyd'i evlat edindiğini ilan eder (İbn Sa'd, a.g.e., III, 40-42; İbn Hişâm, a.g.e., I, 247 vd.; el Askalânî, el-isâbe fi Temyizi's-Sahâbe, III, 24).

Zeyd b. Hârise, Muhammed (s.a.s.)'e risalet gelinceye kadar yanında kaldı ve Resûlullah, peygamber olur olmaz O'nun risâletini tasdik edip müslüman oldu, O'nunla birlikte namaz kıldı ve: "Onları babalarının isimleriyle çağırın..." (el-Ahzab, 33/5) meâlindeki ayet nazil oluncaya kadar "Muhammed'in oğlu" diye anıldı. Bu ayet-i kerimenin nüzulünden sonra Zeyd, Zeyd b. Hârise olarak çağrılmaya başlandı (İbn Hişâm, a.g.e., I, 247; İbn Sa'd, a.g.e., III, 42; el-Askalânî, a.g.e., III, 25).

Zeyd b. Hârise, Resûlullah (s.a.s.)'ın cefakâr dostlarından biriydi. Hemen hemen tüm sıkıntılı zamanlarında O'nunla birlikteydi. Nitekim, çevre kabileleri İslâm'a davet etmek kabilinden Tâif'e giden Rasûlüllah'ı yalnız bırakmamış, Tâiflilerin attığı taşlar Peygamber (s.a.s.)'e isabet etmesin diye kendi vücudunu siper etmiş ve başından çeşitli yaralar almıştı (İbn Sa'd, a.g.e., I, 212).

Müslümanlar Medine'ye hicret etmeye başlayınca, Zeyd b. Hârise de hicret etmişti. Resûlullah (s.a.s.), hicretten sonra Medine'de, ashabı arasında kardeşlik tesis ettiğinde, Zeyd'l-e Hamza b. Abdülmuttalib'i de kardeş ilan etmişti. Bu sebepten Hz. Hamza, Uhud günü şehadet şerbetini içmeden önce Zeyd'i kendisine vâsî tayin etmişti (İbn Hişâm, a.g.e., I, 505; İbn Sa,d, a.g.e., III, 44).

Zeyd b. Hârise; Bedir, Uhud ve Hendek cihadlarıyla Hudeybiye Barışı ve Hayber fethinde de bulunmuştur. Resûlullah (s.a.s.), Müreysî gazasına çıktığı zaman kendisini Medine'ye vekil olarak bırakmıştı.

Bunun yanında Zeyd, komutan olarak da çeşitli seriyyelere katılmış ve üstün başarılar göstermiştir. Bu seriyyeler; Karede, Cemûm, el-İys, et-Tarafa, Hisma ve Ümmü Kirfa'dır. Son olarak Mute cihadı'na iştirak etmiş ve bu cihadta şehid olmuştur.

Resûlullah (s.a.s.), sancağı ilk önce Zeyd'e vermiş ve: "Şayet Zeyd şehid olursa, sancağı Câfer alsın, O da şehid düşerse, Abdullah b. Ravâha alsın" buyurmuştur. Bu üç sahâbî de Mute günü, kahramanca cihadarak Hakk'ın rahmetine kavuşmuşlardır.

Zeyd, şehid olduğu zaman 50-55 yaşları arasındaydı.

Resûlullah (s.a.s), bu üç kahraman dostunun şehadet haberini duyunca gözyaşlarını tutamayarak ağlamış ve onlar için: "Allah'ım; Zeyd'e mağfiret et! Allah'ım; Zeyd'e mağfiret et! Allah'ım; Zeyd'e mağfiret et! Allah'ım; Câfer'e mağfiret et Allah'ım; Abdullah b. Ravâha'ya mağfiret et!" diyerek dua etmiştir (İbn Sa'd, a.g.e., III, 45, II, 86-90 ve 128-129; el-Askalânî, a.g.e., III, 26).

Zeyd, birkaç hanımla evlenmişti ki, bunlardan biri de Zeyneb bint Cahş'tır. Bir diğeri, Ümmü Gülsüm bint Ukbe. Zeyd ondan boşanıp Dürre bint Ebî Leheb ile evlendi. Sonra onu da boşayarak Hind bint el-Avuâm (Zübeyr b. el-Avvâm'ın kız kardeşi) ile evlendi. Sonunda, Peygamber (s.a.s.), Zeyd'i, dadısı ve aynı zamanda cariyesi Ümmü Eymen'le evlendirdi. Ashâbın ileri gelenlerinden biri olan Üsâme, işte bu hanımdan dünyaya geldi (İbn Sa'd, a.g.e., III, 45; el-Askalânî, a.g.e., III, 25).

Zeyd b. Hârise; kısa boylu, çok esmer ve basık burunlu idi (İbn Sa'd, a.g.e., III, 44).

24 Şubat 2017 Cuma

HZ. ZEYD B. SÂBİT (r.anh)




Zeyd b. Sâbit b. ed-Dahhâk b. Zeyd b. Levzân b. Amr b. Abdi Avf (veya Abd b. Avf) b. Ganem b. Mâlik b. en-Neccâr el-Ensârî el-Hazrecî.

Peygamber (s.a.s.)'in ashabının ileri gelenlerinden biridir. Ensâr'dan, Hazrec kabilesinin bir kolu olan Neccâroğulları'na mensuptur. Annesi, en-Nevâr bint Mâlik b. Muâviye b. En-Neccâr'dır. Zeyd'in künyesi Ebû Hârice'dir, fakat, Ebû Saîd ve Ebû Abdi'r-Rahmân olarak da çağrılıyordu (İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe fi Ma'rifeti's-Sahâbe, II, 278,1970; İbn Abdi'l-Berr, el-istîâb fi Ma'rifeti'l-Ashâb, II, 537; el-Askalânî, el-isâbe fi Temyizi's-Sahâbe, III, 22).

Zeyd, hicretten yaklaşık onbir yıl önce dünyaya gelmiştir. Babası Sabit, Buâs Günü öldürüldüğü vakit Zeyd, henüz altı yaşlarında bir çocuktu. Resûlullah (s.a.s), Medine'ye geldiği zaman Zeyd, hâlâ küçük sayılabilecek bir yaştaydı. Kaynaklar, O'nun bu sırada onbir yaşlarında olduğunu bildirmektedir. Nitekim Resûlullah (s.a.s), Bedir cihadına katılmak isteyen birkaç genci, yaşları küçük olduğu için geri çevirmişti ki, Zeyd de bu gençler arasındaydı (İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 278; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 537: el-Askalânî, a.g.e., III, 22).

Zeyd b. Sâbit, çok akıllı, zekî ve hafızası güçlü bir sahâbî idi. O'nun bu meziyetini farkeden Peygamber (s.a.s), Zeyd'ten İbranice ve Süryanice'yi öğrenmesini istedi. Zira, Resûlullah (s.a.s)'a çeşitli yerlerden, bu dillerle yazılmış mektuplar geliyor ve bunların okunup anlaşılması, gerektiğinde cevap verilmesi icab ediyordu. Allah Resûlü, okuma yazma bilmediğinden, bunları başkalarına okutmak durumunda kalıyordu. Halbuki, mektupların içeriğini başkalarının öğrenmesini istemiyordu. Bunun üzerine Zeyd, hemen işe koyularak çok kısa bir sürede, hem İbranice hem de Süryanice okuma-yazmayı öğrendi. Bundan sonra Rasûlüllah'a gelen mektupları kendisi okuyor, cevap gerekiyorsa yazıyordu. Bu arada asıl görevi olan vahiy kâtipliğini de sürdürüyordu (İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, II, 358; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 538; İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 579).

Rivayete göre yaşının küçük olması nedeniyle Zeyd, Bedir ve Uhud cihadlarına katılmamıştır. Katıldığı ilk cihadHendek cihadı olup, cihada hazırlık kabilinden, müslümanlar Medine'nin etrafında hendek kazarlarken Zeyd, çıkan toprağı taşıma işinde yardım ediyordu. Resûlullah (s.a.s) O'nu bu durumda görünce: "Ne kadar iyi bir çocuk" diyerek takdir ifadelerini dile getirmiştir.

İbn Abdi'l-Berr, "el-istîâb"da zikredip, sahih kabul etmediği bir habere göre; Tebük seferinde, Benî Mâlik b. en-Neccâr'ın bayrağını Umâre b. Hazm taşıyordu. Resûlullah, bayrağı ondan alıp Zeyd b. Sâbit'e verdi. Bunun üzerine Umâre: "Ey Allah'ın Resûlü! Hakkımda sana herhangi birşey mi ulaştı?" diye sorunca, Resûlullah; "Hayır, lâkin Kur'ân'a öncelik vardır: Zeyd de Kur'ân'ı senden daha çok ezberlemiştir" şeklinde cevap verdi (İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 537; İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 278).

Zeyd b. Sâbit, ashâbın en âlimlerinden biriydi. Sadece Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlemekle kalmamış, mirasla ilgili feraiz ilmini de çok iyi öğrenmişti. Öyle ki, ashâb arasında bu ilmi O'ndan daha iyi bilen yoktu. Resûlullah (s.a.s), ashâbına: "Feraizi en iyi bilen Zeyd'dir" diyordu. İmam Şâfiî de, feraiz hususunda bu hadisle amel etmiştir (İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 279; el-Askalânî, a.g.e., III, 23).

Gerek Hz. Ömer, gerekse Hz. Osman, Medine'den ayrıldıkları zaman Zeyd b. Sabit'i vekil bırakırlardı. Hz. Osman, O'nu ziyade seviyordu. Zaten kendisi de Osman taraftarıydı ve bu halife devrinde beytülmâla bakmakla görevlendirilmişti. Yermük günü de ganimetleri taksim işini Zeyd üstlenmişti (İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 279; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 538; II, 538; el-Askalânî, a.g.e., III, 23).

Zeyd'in vefat tarihi konusundaki rivayetler arasında tam bir mutabakat olmamasına rağmen, büyük bir ihtimalle h. 45 yılında vefat etmiştir ve buna göre tahminî yaşı da 54'tür.

Zeyd ten; İbn Ömer, Ebu Saîd, Ebu Hüreyre, Enes, Sehl b. Huneyf ve Abdullah b. Yezîd el-Hutamî gibi sahâbîler rivayette bulunmuşlardır. Tabiînden de; Saîd b. el-Müseyyeb, Kasım b. Muhammed, Süleyman b. Yesâr, Ebân b. Osman, Büsr b. Said ve Zeyd'in iki oğlu, Harice ile Süleyman ve başkaları rivayet etmişlerdir (İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 279; el-Askalânî, a.g.e., III, 23; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 540; İbn Sa'd a.g.e., II, 360).

22 Şubat 2017 Çarşamba

Zeyd bin Desinne (r.a.)


Hz. Zeyd (r.a.), Hz. Hubeyb’le birlikte müşriklerce yakalanıp Mekke’ye götürü­len iki mazlumdan birisidir. Mekke’ye varınca, Safvan bin Umeyye, “Bedir’de öldürülen babasının intikamını almak” düşüncesiyle Hz. Zeyd’i, 50 deve karşılı­ğında satın aldı.

Safvan, Hz. Zeyd’i zincire vurup hapsetti. Bir müddet işkenceden sonra, idam etmek üzere Ten’im mevkiine götürdü.

Hz. Zeyd, Hicret’ten sonra Müslüman olmuştu. Hazreç kabilesinin ileri ge­len­le­rin­den, Ensar’ın büyüklerinden ve Suffe’de Peygamberimizin talebeliğinde bulunmuş bahtiyar zatlardan birisiydi. Hicret’ten sonra Peygamberimiz, Hz. Zeyd’i Muhacirlerden Hâlid bin Bükeyr (r.a.) ile kardeş yapmıştı. Hz. Hâlid, bu irşat heyetinde vazife almış, müşrikler tarafından şehit edilen yedi kişi arasın­daydı. Hz. Zeyd, Bedir ve Uhud’a katılmış, kahramanlıklar göstermişti.

Müşriklerin büyük başları toplanmışlardı. Hz. Zeyd’i idam etmek için bir hur­ma gövdesi diktiler. Hz. Zeyd, Allah’ın huzuruna son defa çıkmak üzere müsaa­de istedi ve iki rekât namaz kıldı. Rabb’ine alnı açık, kalbi pak ve ruhu berrak olarak kavuşuyordu. Darağacı onun için ahiret menziline gitmeye vasıtadan başka bir şey değildi. Küfrün cehennemî işleri müşriklerin suratlarını öylesine karartmıştı ki, insanlık elbisesinden çoktan soyunmuşlardı. İntikam hırsından kızaran gözleri kan çanağına dönmüştü.

Daha sonra Hz. Zeyd’i tutup kuru hurma bedenine bağladılar.

Müşrikler idam ettikleri her Müslüman’a yaptıkları mahut ve iğrenç teklifleri­ni Hz. Zeyd bin Desinne’ye de yaptılar. “Gel, sonradan çıkmış olan bu dinden vazgeç, bizim dinimize gir de, seni serbest bırakalım.” dediklerinde, Hz. Zeyd, ısrarlı ve ciddi kararını vakur bir şekilde müşriklerin suratına haykırdı: “Hayır! Vallahi hiçbir zaman imanımdan olmam, dinimden dönmem!”

Bu sefer Ebû Süfyân yaklaşarak Hz. Zeyd’e sordu: “Ey Zeyd, Allah’ını sever­sen doğru söyle! Şimdi burada senin yerine Muhammed bulunup da, onun boy­nunu vurmamızı, sen de çoluk çocuğunun arasında sağ salim yaşamayı arzu et­mez miydin?”

“Anam babam sana feda olsun!” diye Peygamberleri uğrunda en çok sevdik­lerini feda etmekten çekinmeyen sahabiler, “Sizden hiçbiriniz, ben, kendisine çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça iman et­miş sayılmaz.” hadisini kan ve damarlarına nakşederek, hayatlarının bütün saf­halarında açıkça göstermişlerdi. Ebû Süfyân’ın bu nakaratına Hz. Zeyd şu cüm­leyle cevap verdi:

“Vallahi ben ailem içinde rahatça oturup da Peygamberim Muhammed Aleyhissa­lâ­tü Vesselâm, değil sizin yanınızda, hattâ şimdi bulunduğu yerde bile bir dikenin ayağına batıp incitmesine gönlüm razı olmaz!”

Bu susturucu sözler karşısında şaşkına dönen Ebû Süfyân, “Ben insanlar için­de, Muhammed’in Ashâbının, Muhammed’i sevdikleri kadar, hiç kimsenin hiç­bir kimseyi sevdiğini görmedim.” demekten kendisini alamadı.

Bu konuşmalardan sonra müşriklerin kararı iyice kesinleşti. Safvan bin Umeyye, azatlı kölesi Nistas’a işaret ederek, Hz. Zeyd’i öldürmesini istedi. Nistas mızrağını Hz. Zeyd’in göğsüne saplayarak sırtından çıkardı. Böylece, Pey­gamber âşığı Hz. Zeyd, cennetteki makamına yükseldi.

Hz. Zeyd’in şehadetini haber alan Peygamberimiz ona dua buyurdu.

Peygamberimizin gönderdiği irşat heyetinin hunharca öldürülüşünü fırsat bilen münafıklar, bu hadiseyi istismar ederek ortalığı karıştırmak istediler. Medineliler arasında dolaşarak fesatçılığa başladılar: “İşkenceye uğratılarak öldürülen zavallılara yazık oldu! Onlar ne çoluk ço­cuklarının içinde rahatça oturabildiler, ne de adamlarının elçiliğini yerine getirebildiler.” gibi sözlerle merhamet tellallığı yapmaya uğraştılar.

Münafıkların bu yaygarası üzerine Cenâb-ı Hak, Bakara Sûresi’nin 207. âyeti­ni indirdi. Bu âyette mealen şöyle buyuruluyordu:

“Yine insanlardan öyleleri vardır ki, karşılığında Allah’ın rızasını kazanmak için kendisini feda eder. Allah ise kullarına pek şefkatlidir.”

Sahabilerin fedakârlığını Cenâb-ı Hak methediyordu…

Allah onlardan razı olsun!

20 Şubat 2017 Pazartesi

Zeyd bin Erkam (r.a.)


Hz. Zeyd, küçük yaşta babasını kaybetmiş, yetim kalmıştı. Abdullah bin Revâ­ha’nın şefkat eli bu küçük yetime yetişti. Uzun müddet onun yanında kaldı. Ab­dullah bin Revâha İslamiyet’i kabul edince, o da küçük yaşta Müslüman ol­du.

Hz. Zeyd, Bedir ve Uhud cihadlarına yaşının küçük olması sebebiyle katıla­mamıştı. Fakat bundan sonraki bütün cihadlara iştirak etti. Büyük kahramanlık­lar gösterdi.

Peygamberimizin de katıldığı Benî Mustalık Gazası esnasında, meşhur mü­nafık­lar­dan Abdullah bin Übey, Peygamberimiz ve Müslümanlar hakkında ile­ri geri konuşmaya başladı. Bir önceki konuda yer verdiğimiz sözleri sarf etti. Hz. Zeyd de oradaydı. Bu fitne dolu sözleri duyunca çıkışmaktan kendini ala­madı, “Vallahi kavminin içinde zelil, zayıf ve nefret edilen birisi varsa o da sen­sin! Re­sû­lul­lah ise Rahmân olan Allah tarafından aziz kılınmıştır.” dedi. Bu söze çok içerleyen Abdullah bin Übey, “Vallahi bundan sonra seni hiç sevmeyece­ğim!” şeklinde karşılık verdi. Hz. Zeyd, duyduklarını Re­sû­lul­lah’a bildireceğini söyleyince de, alttan aldı, “Ey kardeşimin oğlu, n’olur sus! Ben sadece şaka ol­sun diye konuştum.” dedi.

Fakat Zeyd oralı olmadı, dinlemedi. Müslümanlar arasında fitne çıkarmaya çalışan bu münafığı Re­sû­lul­lah’a bildirmeyi kendisi için mühim bir vazife ola­rak gördü. Hemen Peygamberimizin yanına gitti, duyduklarını nakletti. Re­sû­lul­lah, Zeyd’e inanıyordu. Fakat meseleyi iyice tahkik etmek için, “Ona kızmış olmayasın?!” diye sordu. Hz. Zeyd, “Hayır, vallahi bunları aynen ondan işittim!” cevabını verdi. Peygamberimiz, “Yanlış anlamış olmayasın?!” diye tekrar sordu. Zeyd (r.a.), “Hayır yâ Re­sû­lal­lah, gerçek söylüyorum, yanlışım yok.” dedi. Peygamberimiz sorularına devam etti. “Onun hakkında başkası sana bunları söylemiş olmasın?!” buyurdu. Zeyd, “Hayır, vallahi bunları ondan işittim!” ceva­bını verdi.

O sırada Re­sû­lul­lah’ın yanında birçok sahabi bulunuyordu. Münafık Abdul­lah bin Übey’in sözlerine çok kızdılar. Hattâ boynunun vurulmasını teklif eden­ler dahi oldu. Fakat Peygamberimiz bunu tasvip etmedi. Meseleyi bir de Abdul­lah bin Übey’den dinlemek için yanına çağırttı. Bu arada bazıları, “Bunu niçin haber verdin?!” diyerek Hz. Zeyd’e çıkışıyorlardı. Hz. Zeyd de, “Vallahi bu söz­leri babamdan da işitmiş olsaydım, yine Re­sû­lul­lah’a haber verirdim!” cevabını verdi.

Biraz sonra Abdullah bin Übey geldi. Peygamberimiz sordu: “Bunları sen mi söyledin?” Abdullah bin Übey itirafa yanaşmadı, inkâr etti. “Hayır, sana Kitab’ı indiren Allah’a yemin ederim ki, ben bunların hiçbirini söylemedim. Zeyd size yalan söylemiştir! Ben, şurada bulunanlardan Allah’ın beni cennete koymasına vesile olacak senden daha yakınını bilmiyorum.” dedi. Bu konuşmadan biraz sonra, Peygamberimiz orduya hareket emrini verdi.

Meselenin böyle kapanması Hz. Zeyd’i mahcup etti. Utancından Re­sû­lul­lah’ın yanına yaklaşamıyordu. Bu meseleyle ilgili konuşmak isteyenlere, “Yüce Allah’ın bu hususta vahiy indirip benim mi, yoksa başkasının mı yalancı oldu­ğunu bildireceğini umuyorum.” diyordu. Bu arada, “Allah’ım, Resûlüne sözleri­mi doğrulayacak vahyini indir!” diye dua ediyordu.

Yorucu bir yolculuktan sonra mücahitler Medine’ye geldiklerinde, Cenâb-ı Hak, Münâfıkûn Sûresi’nin 1-8. âyetini vahyetti. Bu âyetler Zeyd’i doğruluyor­du. Bu vahyin son âyetleri şu mealdeydi:

“Onlar öyle kimselerdir ki, ‘Re­sû­lul­lah’ın yanında bulunanlara bir şey vermeyin de, dağılıp gitsinler!’ diyorlar. Oysa göklerin ve yerin bütün hazineleri Allah’ındır, fakat münafıklar anlamazlar. Bir de, ‘Eğer Medine’ye dönersek, şerefli ve kuvvetli olan, hakir ve zayıf olanı ora­dan muhakkak çıkaracaktır!’ diyorlar. Hâlbuki şeref, kuvvet ve galibiyet Al­lah’ın, Peygamber’inin ve müminlerindir; fakat münafıklar bilmezler.”

Bu âyetler nazil olunca, Peygamberimiz, Hz. Zeyd’in kulağından tuttu ve “İş­te, Allah yolunda kulağıyla vazifesini yerine getiren genç budur! Ey Zeyd, Al­lah seni tasdik etti!” buyurdu.

Bundan sonra artık hiç kimse Abdullah bin Übey’e inanmadı. Böyle bir şey ol­du­ğunda onu azarladılar, kınadılar. Peygamberimiz, onun öldürülmesini isteyenlere, “Eğer öldürseydim, muhakkak onun yüzünden yer yerinden oynardı!” buyurdu. Çünkü o, kavminin büyüğüydü. Sevilip sayılıyordu; Peygamberimiz Medine’ye hicret etmeseydi, Medine’nin hükümdarı olacaktı.[1]

Hz. Zeyd hastalandığında Peygamberimiz (a.s.m.) bu genç sahabisini ziyaret eder, hâlini hatırını sorardı. Bir defasında Hz. Zeyd’in gözü rahatsızlanmıştı. Peygamberimiz ziyaretine gitmiş, duada bulunmuştu. Bir müddet sonra gözü iyileştiğinde, “Zeyd, gözlerin öyle kalsaydı ne yapardın?” diye sordu. Hz. Zeyd, büyük bir teslimiyet içerisinde, “Sabreder, sıkıntısına katlanırdım, yâ Re­sû­lal­lah.” cevabını verdi. Onun bu teslimiyeti Re­sû­lul­lah’ı memnun etti, “Sabrederek o hâl üzere vefat etmiş olsaydın, muhakkak cennete girerdin.” buyurdu.

Hz. Zeyd, Re­sû­lul­lah’tan bir hayli istifade etmişti. Hayatta bulunduğu müd­detçe Müslümanların mercii oldu. Onların sorularını cevaplandırdı. Tavsiye­lerde bulundu...

90 kadar hadis rivayet eden Hz. Zeyd, Hicret’in 68. senesinde Kûfe’de vefat et­ti. Onun rivayet ettiği hadislerden birinin meali şöyledir:

“Size biri diğerinden daha kıymetli iki şey bırakıyorum ki, onlara sarıldığınız müddetçe, benden sonra asla sapıklığa düşmezsiniz: Gökten yeryüzüne uzan­mış olan nurani bir ip olan Allah’ın Kitabı ve neslim, Ehl-i Beyt’imdir. Bu ikisine yapışanlar, tâ Kevser Havuzu’nun başında bana gelinceye kadar asla doğru yol­dan ayrılmayacaklardır. Sakın, sakın! Size buraktığım bu iki şey hususunda, bana nasıl olur da sırt çevirirsiniz?!”[2]


_________________________________________
[1]Sîre, 3: 303-305; Tabakât, 2: 65; Hz. Muhammed ve İslamiyet, 5: 45-47.
[2]Tirmizî, Menâkıb: 32.