Kadın sahabeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kadın sahabeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mayıs 2020 Cumartesi

Huleyde Binti Kays (ra)






Huleyde binti Kays radıyallahu anhâ Ensar hanımlarının ilklerinden... Kocası ile birlikte Mekke’ye gelerek ikinci Akabe görüşmesinde Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimize biat etme şerefine nâil olan bir hanım sahâbî... Ümmü Bişr adıyla da anılır.

O, Medine’lidir. Babası Kays İbni Sâbit’tir. Kocası Berâ İbni Ma’rur (r.a)’dır.

Huleyde (r.anhâ) akıllı, zekî bir hanımdı. Hâdiseleri, hâtıraları zihninde iyi muhafaza ederdi. Allah Rasûlüne biat için çıktığı Mekke yolculuğunda kocasının bir hâtırasını şöyle nakleder.

Yesrib’de İslâm yayılmaya başlayınca bir grub Ensarlı Rasûlullah (s.a) efendimizi ziyaret etmeye karar verdiler. Berâ İbni Ma’rur ile birlikte ben de kafileye katıldım. Yolda namaz kılmaya kalkıldığında Berâ (r.a)’ın gönlüne bir his geldi. Kendi kendine:

“Ben Kâbe’yi arkama almak istemiyorum. Ona doğru namaz kılmak istiyorum” demeye başladı.

Ashabtan Ka’b İbni Mâlik, Es’ad İbni Zürâre ve diğer ileri gelenler:

“Vallahi, biz Peygamberimizin sadece Şam tarafına doğru namaz kıldığını duyduk. Ona muhalefet etmek istemiyoruz.” dediler.

Berâ (r.a) fikrinden vazgeçmedi ve: “Ben Kâbe’ye doğru namaz kılacağım.” dedi.

Mekke’ye geldiklerinde Berâ (r.a) Resûl-i Ekrem (s.a) efendimize yolculukta geçen hâdiseyi nakletti:

“Ya Rasûlallah! Ben bu yolculuğa, Allah beni İslâm nimetine kavuşturduktan sonra çıktım. Kâbe’yi arkama almak bana ağır geldi. Ona doğru namaz kılmak gönlüme daha sıcak geldi. Bu konuda arkadaşlarım bana karşı çıktı. Bundan dolayı içime şüphe düştü. Sizin görüşünüz nedir?” dedi.

Fahr-i Kâinat (s.a) Berâ İbni Ma’rur (r.a)’a tebessüm ederek: “Sen zaten bir kıble üzerindeydin. Keşke o konuda sabretseydin.” buyurdu.

Berâ (r.a) bu cevap üzerine tekrar Şam tarafına doğru dönerek namaz kılmaya başladı. Fakat o, Kâbe’ye doğru ilk namaz kılan olarak tarihe geçmiş oldu.

Huleyde (r. anhâ)’nın Berâ İbni Ma’rur (r.a) ile evliliğinden Bişr adında bir oğlu olmuştu. Çocuğunu İslâmî güzelliklerle büyütebilmek için çok gayret sarfetti. Çocuğun eğitimine dikkat etti. Onun gönlünün Allah ve Resûlü sevgisiyle dolması için çırpındı. Yavrusunun bir İslâm mücâhidi olarak yetişmesini istedi.

Huleyde binti Kays (r. anhâ) oğlunun adından dolayı Ümmü Bişr b. Berâ diye de anılır oldu. Allah ve Resûlüne teslimiyeti tam olan oğlu Bişr, kahramanlık ruhuyla kalbi dolu olarak yetişti. Genç yaşta o, İslâm’ın bir mücâhidi oldu.

O, İki Cihan Güneşi efendimizle birlikte Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber savaşlarına katıldı. Büyük kahramanlıklar gösterdi. Sonunda Hayber’de Fahr-i Kâinat (s.a) efendimize hediye olarak ikram edilen zehirli kebabtan yiyerek şehadet şerbetini içti.

Huleyde binti Kays (r. anhâ) şehid annesi olmuş ve hayatta yalnız kalmıştı. Kocası da hicretten bir ay kadar önce vefat etmişti. Resûl-i Ekrem (s.a) efendimiz Yesrib’e hicret edince kocasının kabrini göstermek üzere başına geldi ve: “Ya Rasûlallah! Bu biat edenlerin ilki, Kâbe’ye yönelenlerin ilki, malının üçte birini vasiyet edenlerin ilki ve nakîblerden biri olan Berâ İbni Ma’rûr (r.a)’ın kabridir.” dedi.

Rasûlullah (s.a) efendimiz ashabıyla birlikte Berâ (r.a)’ın cenâze namazını kıldı ve şöyle dua etti: “Allahım! Ona mağfiret et, ona acı ve ondan hoşnut ol.”

Huleyde binti Kays (r. anhâ) devamlı Kur’ân okumayı ve ilim meclislerinde bulunmayı severdi. Hz. Aişe annemiz müslüman hanımlara hadis rivayet ederdi. O da bu derslere katılırdı.

Bir kuşluk vakti Huleyde (r. anhâ) Medine sokaklarında Fâtiha sûresini okuyarak yürüyordu. Karşısına Hz. Ali, İmran İbn Husayn ve Enes İbni Mâlik (r. anhüm) çıktı. Hz. Ali (r.a) ona: “Ümmü Bişr! Mırıldandığın nedir?” dedi. O da: “Fâtiha sûresini” okuyordum diye cevap verdi. Hz. Ali (r.a) onun gönlünü hoş edecek, ve yaptığı işin Rabbimizin rızasına vesîle olduğunu bildirecek şu müjdeyi verdi. Ben, Resûl-i Ekrem (s.a) efendimizin şöyle dediğini duydum. “Fâtihâ sûresi Arşın altındaki hazineden indirilmiştir.”

İmran İbn Husayn (r.a) da şöyle dedi: Ben de Rasûlullah (s.a)’in şöyle dediğini duydum. “Fâtiha ve Âyetü’l-Kürsî’yi kullar bir evde okusun da o gün onlara insan ve cin gözü dokunsun, bu mümkün değildir.”

Enes İbni Mâlik (r.a)’da Kur’ân’ın en faziletli sûresidir diye duyduğunu söyleyerek onu sevindirmişlerdir.

Huleyde (r. anha) Rasûlullah (s.a) efendimiz’in huzurunda rahat konuşurdu. Birgün “Ya Rasûlallah! Ölüler birbirlerini tanırlar mı?” diye sordu. Fahr-i Kâinat (s.a) efendimiz tebessüm ederek: “A iki eli bol olası, iyi ruhlar cennet içinde yeşil kuşlar gibi dolaşırlar. Ağaç üzerindeki kuşlar birbirlerini tanıdığı gibi temiz ruhlar da birbirleriyle tanışırlar.” buyurdu.

Huleyde binti Kays (r. anhâ) Resûl-i Ekrem (s.a) efendimizin rahatsızlığının arttığı son anlarında yapmış olduğu bir ziyaretini kendisi şöyle anlatır: Efendimiz’in yanına vardım. Onu sıtma nöbeti geçirirken gördüm. Mübarek alnına elimi koydum. Şimdiye kadar görmediğim bir ateşle karşılaştım. Yüreğim dayanamadı ve:

“Ya Rasûlallah! Seni hiçbir kimsenin tutulmadığı bir hastalığa, sıtmaya tutulmuş görüyorum.” dedim. İki Cihan Güneşi Efendimiz de bana: “Bize verilecek ecir ve mükâfat kat kat olduğu gibi, ibtilâlar, musîbetler de böyle kat kat olur.” buyurdu. Sonra “Halk benim hastalığıma ne diyor?” diye sordu. Ben de:

“Halk Rasûlullah’taki hastalık “zâtülcenp”tir diyorlar” dedim. Bunun üzerine Efendimiz: “Allah, Resûlüne böyle bir hastalık vermiş değildir. O sadece şeytanın bir vesvesesidir.” buyurdu. Ben tekrar: “Ya Rasûlallah! Sen bu hastalığın neden ileri geldiğini sanıyorsun? dedim. Sonra oğlum Bişr’in âteşli hâli gözümün önüne geldi de; oğlumun ölümünün ancak Hayber’de yemiş olduğu zehirli kebabdan ileri geldiğini sanıyorum!” dedim. İki Cihan Güneşi efendimiz de:

“Ey Ümmû Bişr! Ben de bu hastalığımın ancak ondan ileri geldiğini sanıyorum! Hayber’de onunla birlikte tatmış olduğum zehirli etin acısından şu anda kalb damarımın koptuğunu duymaktayım.” buyurdu.

Huleyde (r. anhâ) İki Cihan Güneşi efendimizin çektiği bu ateşli hastalığa dayanamadı ve: “Anam babam sana feda olsun Ya Rasûlallah!” diyerek gözyaşları içerisinde huzurundan ayrıldı.

Huleyde (r. anhâ) bütün ömrünü Rasûlullah (s.a)’e sadakat, sevgi üzere geçirerek ebedi aleme göç eyledi.

Allah kendisinden razı olsun. Kabri pürnur, rûhu şâd olsun. Rabbimiz bizleri şefaatlerine nâil eylesin. Amin.

 

29 Mayıs 2020 Cuma

Hünsa Amr İbni eş-Şerid (ra)



İlk evliliği Benu Süleym kabilesinden ...


Asıl ismi “Tamadar” olup, zekası, dirayeti, düşünce sahibi olması, güzelliği nedeniyle kendisine “Hünsâ” lakabı verildi. Hünsa Arapçada dişi ve güzel geyik manasına gelmektedir. Necd’de otururdru. Babası Kays kabilesinin Benu Süleyman kolundan meşhur şair Amr ibn-i eş-Şerid ibn-i Rubah ibn-i Yekda ibn-i Atiyye ibn-i İmreül-kays idi.

Evliliği ve Çocukları

İlk evliliği Benu Süleym kabilesinden Rivaha ibn-i Abdul-Aziz Selmi isimli bir zat ile oldu. Onun vefatından sonra Mirdas ibn-i Ebi amir ile evlendi. İlk kocasından yalnız Abdullah isimli bir oğlu vardı. İkinci kocasından Yezid ile Muaviye isimli oğulları ile Umre isimli kızı oldu.

Risalet güneşi Mekke’de doğup dünyayı aydınlattığında, Hz.Hünsa kabilesinden bir kaç kişi ile birlikte Medine’ye geldiler, huzuru saadete vardılar. İslamiyet şerefi ile kesbi şeref eylediler. Resulullah (s.a.v.) Hünsâ’nın şiirlerini bir hayli dinlediler, fesahat ve belagatına hayran kalıp takdir ettiler.


Umumi Ahvali

Devrinin meşhur şairlerindendir.
Önceleri arada bir iki şiir söylerdi. Beni Esed kabilesiyle yapılan savaşta iki kardeşinin ölümü onu mütessir etti, onlar için mersiyeler söylemeğe başladı ve şair olarak ortaya çıktı. Bütün şiir şekillerini bilir ve her şekildede şiir söylerdi. Bütün Arap uleması ve üdebası onun zamanında ve sonrasında kadınlar arasında onun ayarında bir şair gelmediği konusunda ittifak etmişlerdir. Divanı 1888 miladi senesinde Beyrutda basılmış. 1889 da Fransızcaya çevrilmiştir.

Hazret-i Ömer’in hilafet devri, hicri 16 Kadisiye savaşı. İranlılar, müslümanlara karşı ağır kuvvvetlerle saldırıyor. Hz.Hünsa oğullarıyla birlikte savaş meydanında. Geceleyin oğullarını toplar ve onlara şunları söyler:
- Ey evlatlarım, siz kendi gönlünüzle İslamiyete sarıldınız ve kendi isteğinizle hicret ettiniz. O Allah’a yemin ederimki, ondan başka ibadet edilecek mabud yoktur. Nasıl ki siz kendi annenizin karnından çıktınız, aynı şekilde kendi babanızın da sahih ve doğru evladısınız. Ne ben sizin babanıza hiyanet ettim, ne de sizin ailenize bir leke sürdürdüm. Sizin neslinizde, nesebinizde, hiç bir bozukluk, hiç bir eksiklik, hiç bir fenalık yoktur. Siz biliyorsunuzki Müslüman olmak hasabiyle Hak Teala’nın emriyle Hak Teala’nın rızası için kafirlerle cihat edeceksiniz. Bu işin büyük sevabı olduğunuda biliyorsunuz. Siz, şunu da iyi biliyorsunuz ki ebedi hayat karşısında bu dünyanın yaşayışı hiçdir, bir kıymet ifade etmez. Hak Teala buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Sabredin; (düşman karşısında) sebat gösterin; (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah’tan korkun ki başarıya erişebilesiniz.” (Al-i İmran Suresi 200)

Baktınız ki savaş alevlendi, savaşın ateşi meydanın her tarafını sardı, savaşa atılın, meydana girin, kılıçınızı sallayın, Hak Teala’dan fetih ve zafer dileyin, inşallah öteki dünyada fazilet ve muvaffakiyet size nasip olur.

Sabah olunca bu genç delikanlılar savaş meydanına atıldılar, cesaret, yararlılık ve kahramanlıklarını tarih sayfasına yazdırarak şehit oldular.

Hz.hünsa (r.a.) evlatlarının şehadet haberini alınca Allah’a şükrederek:
- Ya Rabbi! Onlara şehidlik şerefi bahş ettiğin için sana şükürler olsun. Ümid ederimki benim çocuklarım rahmetini elde eylemişlerdir.

Hz.Ömer (r.a.) ona çocuklarının her biri için senelik iki yüz dirhem maaş bağladı ve ismi de şehit çocuklar ile birlikte anıldı.

Vefatı

Kadisiye savaşından yedi sene sonra vefat etti.

Kaynak:
1) Kadın Sahabiler, Mevlana Niyaz, Tercüme Prof Ali Genceli, Toker Yayınları, 1971

28 Mayıs 2020 Perşembe

Hz. Fatıma'nın Çocuk Eğitim Yöntemleri


Anne, çocuğu kemale yükseltebileceği gibi bedbahtlık uçurumuna da yuvarlayabilir.


Günümüz dünyasında bütün eğitim merkezlerinin onca çabaya rağmen halâ çözemedikleri önemli konuların başında eğitim ve eğitim yöntemleri gelmektedir.

Doğru bir eğitim nasıl olmalıdır?

Eğitimde, eğitenle eğitilenin konumu nedir?

Çocuk eğitiminin özel yöntemleri var mıdır?

Çocuğun fıtrî doğrularıyla çelişmeden onu eğitebilmek mümkün müdür?

İnsanoğlunun yaratıcısı ve bu varlığın tek ve muktedir mühendisi olan Rabbul Âlemin hazretleri bütün bu yöntemleri yüce Resulüne (s.a.a.) o hazret de, mutahhar Ehl-i Beyt'ine -s- öğretmiştir.

Her insanın karakteristik yapısı çocukluk döneminde oluşur. Ağaç yaşken eğilir diyenler de bunu vurgulamakta ve çocuğun alacağı her eğitime adapte olacak bir yapı arz ettiğini hatırlatmak istemektedirler. Bilhassa yakınlarının bu eğitim ve "kişilik biçimlenmesi"nde özel bir yeri vardır ve bu özel yerin zirvesinde "anne"ler bulunmaktadırlar.

Annenin güçlü elleri mucizemsi bir yetenekle çocuğu istediği biçime sokar; bir hammaddeden istediği heykeli yontan bir heykeltıraştır anne. Gelecekte saadet yoluna veya bedbahtlık yoluna yönelten unsur annedir, her insanın bir "anne"nin öğrencisi olduğu asla unutulmamalıdır.

Anne, çocuğu kemale yükseltebileceği gibi bedbahtlık uçurumuna da yuvarlayabilir.

Fatıma-ı Zehra (a.s.) babası Resulullah’dan (s.a.a.) aldığı terbiye ve ilim sayesinde dünya ve ahiret kadınlarının en ulusu olmuş, en mükemmel evlatları yetiştirmiş ve böylece insanlığa "en mükemmel anne" olduğunu ve onun eğitim yöntemlerinin "en mükemmel eğitim yöntemi" sayıldığını bilfiil ispatlamıştır.

Fatıma validemizin yetiştirdiği evlatlar insanlık tarihinin nadide çiçekleri, emsalsiz güzideleridirler; yiğit, dürüst, korkusuz ve kelimenin tam anlamıyla "mükemmel insan"lardırlar.

İslam’ın bu büyük kadınının çocuk yetiştirme hususunda kullandığı yöntemler bugün en ciddi eğitim merkezlerinde, muhtelif din ve görüşlere mensup pedagog ve eğitim uzmanlarınca incelenmekte olup en sağlıklı yöntemler olarak tavsiye edilmektedir.

Çocuğun karakterinin şekillenmesi açısından o hazretin uyguladığı metotlar dürüstlük, sevgi, merhamet ve korkusuzluk temelleri üzerine kuruludur.

Ünlü sahabe Selman-ı Farisî hazretleri "Bir gün Hz. Fâtıma'nın el değirmeninde un öğüttüğünü gördüm, bu sırada küçük Hüseyin'in ağlama sesi duyuldu. "Hz. Resulullah (s.a.a.) size yardım edenleri sevdiğini buyurdu" dedim, çocuğu mu sakinleştirmemi istersiniz, yoksa el değirmenini almamı mı?" Hazret "Evladımla benim ilgilenmem daha iyidir, zahmet olmazsa siz şu unu öğütebilirsiniz!"

Resulullah’ın (s.a.v.) kızı Fatımâ (a.s.) ölümünden sonra bile çocuklarını düşünmekten kendisini alamamış ve ölüm döşeğinde Hz. Ali'ye (a.s.) "Çocuklarımı annesiz bırakma, benden sonra kız kardeşimin kızıyla evlen, o benim çocuklarıma karşı tıpkı benim gibi şefkat gösterir." vasiyetinde bulunarak çocuklarının eğitimi ve yetişmesi için fevkalâde bir basiret ve ileri görüşlülük örneği sergilemiştir.

Keza, Hz. Resulullah'ın (s.a.v.) vefatıyla birlikte, çocuklarının bu şefkatli dedenin sevgisinden mahrum kalmaları Hz. Fâtıma'yı (a.s.) pek üzmüştür. Nitekim bazen çocuklarını severken "Sizi herkesten çok seven dedeniz nerede şimdi? Sizi yerde görmeye dayanamayıp hemen kucağına alan o şefkatli dedeniz nerede şimdi yavrularım?" dediği bilinmektedir.


Burada sadece annenin değil, başkalarının da duygusal bağlarının çocuk üzerinde etkili olduğu ve şefkatli bir annenin bu bağlara da önem verdiği anlaşılmaktadır.


Çocuklarla oynamak

Çocuklarla oynayıp onlara oyun arkadaşlığı yapmanın fiziki ve psikolojik faydaları yanı sıra, çocukların yaratıcılık gücünü de artırması açısından fevkalâde önemli olduğu unutulmamalıdır. Hz. Fatıma'nın (a.s.) yöntemlerinden biri de budur; o hazret, çocuklarıyla oynamayı pek sever, onlarla oynarken zihin ve inançlarını olumlu yönde etkileyip sağlıklı düşünmelerini sağlayacak sözler ve şiirler söylemeyi ihmal etmezdi. Hz. Hasan'la -s- oynarken, onu havaya atıp tuttuğu ve bunu yaparken şu mazmunu şiir olarak tekrarladığı kayıtlıdır:

"Hasan'ım! Baban gibi ol sen de

Büyü de, babana benze

Hakkı kurtar boynundaki urgandan

Rabbine ibadet ve şükürde bulun her zaman

O'dur bize bütün nimetleri bağışlayan

Zalimlerle dost olma, e mi Hasan?!"

Yarışma ve Sağlıklı Rekabet

Sağlıklı rekabet ve dürüstçe yarışma, çocuklarda kendine güven duygusunu geliştirip onlara sorunlardan kaçmama ve zorluklarla pençeleşme ruhunu aşılar. Kendisine güven duyan ve zorluklardan korkmayan bir insan, hayatın çeşitli merhalelerinde karşılaşabilmesi mümkün zorluklarla yüz yüze geldiğinde teslim olmaz, sorunlarına sırt çevirmez, batıla eğilmez, zilleti kabullenmez ve başı dik olarak bütün zorluklarla boğuşmayı, lekeli olarak rahat yaşamaya tercih eder.

Resulullah’ın (s.a.a.) kızı- Fatıma'nın (a.s.) eğitim yöntemlerinden biri de budur.

Hz. Hasan'la (a.s.) Hz. Hüseyin (a.s.) küçük yaşlardayken bir el yazısı yarışması tertipler ve kimin yazısının daha güzel olduğunu sorarlar annelerine. Çocuklardan hiçbirinin kırılmasını istemeyen Hz. Fâtıma (a.s.) onları babalarına gönderir, babaları kendisine uzatılan yazılara şöyle bir göz attıktan sonra ikisinin de güzel olduğunu, kendisinin bu yazılardan birini tercih edemeyeceğini, hatta eğer isterlerse dedelerinden de bunu sorabileceklerini söyler. Çocuklar Resulullah'a (s.a.a.) giderler. Hz. Resulullah (s.a.a.) bu çetin hakemliği Hz. Cebrail'e, o da Hz. İsrafil'e havale eder ve nihayet Tealâ'nın emriyle Hz. İsrafil, bizzat Hz. Fatıma'nın (s.a.a.) hakemlik etmesi gerektiğini söyler.

Hz. Fâtımâ (a.s.) ilahi bir ilhamla, taneleri tek rakamlı olan gerdanlığındaki boncukları yere dökerek en fazla taneyi getirenin bu yarışmayı kazanacağını açıklar.
Çocuklar yine eşit sayılarda boncuk taneleri ve birer yarım boncuk getirirler.

Cebrail (a.s.) 'ın (c.c.) emriyle boncuklardan birini ikiye ayırmış ve bu yarışmada taraflardan hiçbirinin "kaybeden taraf" olmaması sağlanmıştır.

Aynı çatı altında yaşayan kardeşler arasında birlik sağlamak ve çocuklar arasında ayırım gözetmemek gerektiği konusunda fevkalade öğretici bir vakıadır bu.

Çocukların Kişiliğine Değer Vermek

Hiç kimse kendisini bir hiç olarak görmek ve bir hiç olarak görülmek istemez, bu kural çocuklarda da böyledir.

Hz. Fatımâ'nın (a.s.) evinde çocuklara saygı gösterilir, onların görüşleri alınarak kişiliklerinin sağlamlaşması sağlandı. Ehl-i Beyt (a.s.) rivayetlerinde geçen şu hadise gerçekten öğreticidir:

Hz. Resulullah (s.a.a.) sevgili kızı Hz. Fâtıma'nın (a.s.) evine gelmişti. Evde, babasına ikram edebilecek hiçbir şeyi olmayan Hz. Fâtıma'nın (a.s.) bu duruma pek üzülmesi ve mahcup olması üzerine Resulullah (s.a.a.) mübarek ellerini semaya açıp Rabbinden cennet rızkı istedi. Bu sırada Hz. Cebrail -s- inerek "Ya Resulullah!" dedi, "Rabbimin sana özel selamı var; siz, Ali, Fâtıma ve çocuklar cennetten istediğiniz herşeyi hemen hazır etmemi buyurdu, ne istersiniz?" Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) bunu Ehl-i Beyt'ine bildirdi, kimseden ses çıkmadı, bu sırada İmam Hüseyin (a.s.) "Benim seçmemi ister misiniz?" diye sordu, "elbette!" dediler, "Sen neyi seçersen kabulümüzdür, haydi siparişini ver bakalım!"

İslami metinlerde geçen bu vakıa; onca ulvî ve melekutî anlarda bile çocukların görüşlerine önem verip onların kişiliğine saygı duymanın Ehl-i Beyt (a.s.) okulunun eğitim sisteminde ne denli önem taşıdığını vurgulaması açısından bir hayli ilginçtir.

Hz. Fâtıma (a.s.) Çocukları Dövmezdi

Teşvik ve ödüllendirme yönteminin, ceza ve dayaktan çok daha olumlu sonuçlar verdiği ve dayağın olumsuz neticeler getirdiği gerçeği, günümüz dünyasında yeterince netleşmiş bulunmaktadır.

Hz. Fatıma'nın (a.s.) çocuklarını dövdüğü veya onlara sert fiziki cezalar uyguladığına dair tarihi kaynaklarda tek bir kayıt yoktur.

Dahası, Ehl-i Beyt imamlarından ulaşan rivayetlerde bu yöntem açıkça menedilmiştir.

Çocuğunun elinden gına gelen bir baba, Hz. İmam Rıza'ya (a.s.) durumu açtığında "Onu dövme" buyurur, "mecbur kalırsan ona küsülü ve dargın davranabilirsin, ama bu da uzun sürmemelidir!"

Çocuklara İbadetin Önemini Aşılamak

Resulullah'ın (s.a.a.) kızı Fatıma'nın (a.s.) eğitim yöntemleri arasında en dikkat çekici olanı, çocuklara küçük yaşlardan itibaren  sevgisini aşılamak, onlara namaz ve orucu öğretmek ve ibadete önem vermelerini sağlamaktır.

Mesela Kadir Gecelerinde çocuklarını bütün gece uyanık kalmaya ve sabaha kadar ibadetle meşgul olmaya hazırlamak için onları gündüz yatırır, uyku basmaması için hafif yemekler yedirirdi. Kadir Gecelerine fevkalade önem verdiği ve bu gecelerde evde kimsenin uyumasına izin vermediğini "Kadir Gecesinin bereketlerinden kendisini mahrum bırakan biri gerçek anlamda bir mahrumdur" buyurduğu kaydedilmiştir.

Hz. Fâtıma'nın (a.s.) bu konudaki yaptırım ve eğitim yöntemi unutulmamalı ve Kadir Gecelerinde uyumasına izin verilmeyen Hasaneyn'in henüz on yaşına bile basmamış birer çocuk oldukları hatırlanmalıdır.

Çocuklar arasında adaleti gözetme
Çocuklar arasında ayrım gözetilmemeli, hepsine adaletle davranmalı, sevgi ve şefkati eşit olarak paylaşmalıdır onlara. Birine daha fazla sevgi duyulsa bile bunu belli etmemek gerekir.

Hz. Fatıma'nın (a.s.) hayatında bu tutumun da bir örneği vardır. İslami metinlerde şöyle bir hadise anlatılır:

"Küçük yaşta olan Hz. Hasan'la (a.s.) Hz. Hüseyin (a.s.) güreşiyor, Hz. Resulullah (s.a.a.) bu güreşte Hz. Hasan'ın (a.s.) tarafını tutarak sürekli onu teşvik ediyordu. Bunu gören Hz. Fâtıma (a.s.) Hz. Resulullah'a (s.a.a.) neden Hasan'ın (a.s.) tarafını tuttuğunu, sorduğunda çocuklar arasında ayrım yapmayışıyla ünlü olan  Resulü (s.a.a.) "Sen, dostum Cebrail'in Hüseyin'in tarafını tuttuğunu ve sürekli Hüseyin'i teşvik ettiğini görmüyor musun?" buyurdular, "Bu durumda bana da Hasan'ın tarafını tutmak düşer değil mi?!"

İlim ve terbiyeyi Yüceler Yücesi Hak Teala hazretlerinden alan bu vahy ailesinin çocuklar arasında ayırım gözetilmemesi gerektiği konusunda bütün bir beşeriyete verdiği anlamlı bir derstir bu.

Hürriyetini Zedelemeden Çocukları Kontrol Etmek

Çocukların eğitim ve terbiyesinde en önemli etkenlerden biri de, onların davranış ve yaşamlarını dolaylı olarak kontrol etmek, onlara karşı kayıtsız kalmamaktır. Bunun, hürriyeti zedelemek olmadığı, bilakis, bu yolla insanî hürriyetin de garanti altına alınmış olacağının bilinmesi gerekir.

Ebeveyn, çocukların eve geliş-gidiş saatlerini, kimlerle arkadaşlık kurduklarını dikkatle kontrol etmek durumundadır, bu hususta yapılacak bir ihmalkârlığın pahalıya mal olması mümkündür.

Çocuğuna bu dikkati göstermeyen ve onun tedirginliğini duymayan bir annenin ne kadar tehlikeli bir sorumsuzluğu üstlendiği apaçık ortadadır.

"Hz. Fatıma'nın (a.s.) tedirgin bir şekilde kapı-ardında beklediğini gören Resulullah (s.a.a.) bunun nedenini sorar, hazret-i Fâtıma (a.s.) "Çocuklar çıkalı epey oldu, hâlâ dönmediler" diyerek cevap verir ve tedirginliğini gizleyemez. Bunun üzerine Hz. Resulullah (s.a.a.) hemen çocukları aramaya koyulur ve çok geçmeden onların Cebel Mağarası yakınlarında oynamakla meşgul olduklarını fark eder, ikisini de şefkatle okşayıp annelerine getirir"...

İslami metinlerden seçtiğimiz bu örnekler, din-i mübin-i İslam’ın büyük kadını Hz. Fatıma'nın (a.s.) annelik hasletleri deryasından alınan bir testi misali naçizdir, ama tefekkür ehli için eğitim sahasında bunların birer kilometre taşı olacağına da hiç kuşku yok.

Bu uçsuz bucaksız deryadan testisini doldurabilen müminlerin saadet ehli olduğu bilinmelidir; müminlerin duası ve Rabb'ul Âlemin'in mağfiret ve rahmetine mazhar olmak umuduyla ..

26 Mayıs 2020 Salı

İSLAM'DA İLK HEMŞİRE KİMDİR ?



Âilesi Benî Eslem'in ilk Müslüman olanlarındandır.



İSLAM'DA İLK HEMŞİRE KİMDİR ?
KİMDİR:


Rufeyde bint-i Sa'd el-Eslemiyye (r.anhâ), İslâm'da ilk hemşire hanım sahâbîdir. Hazrec kabilesinin boylarından olan Benî Eslem'dendir.Rufeyde (r.anhâ) Yesrib'de doğmuş ve hicretten önce orada yaşamıştır. Âilesi Benî Eslem'in ilk Müslüman olanlarındandır.



RUFEYDE (r.anhâ)'NIN İSLAMLA TANIŞMASI:




Rufeyde (r.anhâ) da İslâm Peygamberi Hz. MUHAMMED (s.a.v.) gelmeden önce diğerleri gibi puta tapanlardan idi.Onun İslâmiyet'le tanışması şu şekilde olmuştur:
Rufeyde (r.anhâ)'nın eşi Abdullât geçimini hurma satarak sağlayan birisi idi. Hurma satmak için Mekke'ye gittiğinde Mekke halkının sokaklarda, pazarda yeni bir din ve yeni bir peygamberden bahsettiklerini gördü. Ortaya çıkan bu yeni din Abdullât'ın çok ilgisini çekti. Geri döndüğünde bu yeni dinden eşi Rufeyde (r.anhâ)'ya da bahsetti. Rufeyde (r.anhâ) kendi inançlarına ters düşen bu dini ilk önce tepkiyle karşıladı. Çünkü başta babası olmak üzere tüm âilesi putlarla çok alâkalı ve falcılıkla uğraşan kimselerdi.
Abdullât baştan beri putlara ve fala karşı inancı zayıf ve bunlara sürekli eleştiriler yönelten birisiydi. Bu yüzden İslâm'ı çok mantıklı ve kendisine yakın buldu. Çok sevdiği eşi Rufeyde (r.anhâ)'nın da kendisiyle aynı şeyleri paylaşmasını istedi. Zamanla Rufeyde (r.anhâ)'nın kalbinde bir yumuşama oldu ve İslâm dini artık ona da çok mantıklı gelmeye başladı. Bunun üzerine bu yeni din hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek için Yesrib pazarına Mus'ab bin Umeyr (r.a.)'ın yanına gittiler.
Abdullât Mus'ab'a: "Günaydın Mekkeli okutucu Mus'ab bin Umeyr! dedi.
Mus'ab tatlı bir gülümsemeyle: "Yesribli kardeşim, dediğin senin için de olsun... Bundan daha hayırlı ve daha bereketli bir selama ne dersin kardeşim?" dedi.
Abdullât: "Hangi selam ey Mus'ab?" diye sordu.
Mus'ab (r.a.): "Kardeşim! Şöyle dersin: 'Es-selâmu aleyke ve rahmetullâhi ve berakâtuhû' dedi.
Abdullât: "Selam, rahmet, bereket, ne güzel selam ve ne güzel sevgi ve dostluk!" dedi.
Mus'ab (r.a.): "Kardeşim! Bu bize sevgiyi, dostluğu ve güzel konuşmayı öğreten dinimiz İslâm'ın selamıdır." dedi ve böylelikle Rufeyde (r.anhâ) ve Abdullât, dinimizde ilk olarak selamlaşmanın güzelliğini ve önemini öğrendiler.
Mus'ab (r.a.), Rufeyde (r.anhâ) ve eşi Abdullât'a İslâm dininin güzelliklerinden bahsetmeye devam etti. Rufeyde (r.anhâ) bu konuşmaları sükut içerisinde dinledikten sonra kendi mesleği olan sağlıkla ilgili sorular sormaya başladı.
Rufeyde (r.anhâ) Mus'ab'a şu soruyu yöneltti: "İslâm'da bizim tıp ve tedaviyle uğraşmamız uygun mudur?" dedi.
Mus'ab (r.a.) Rufeyde (r.anhâ)'nın sorusuna karşılık şu cevabı verdi: "Bu en yüce, en soylu ve insanlara en faydalı meslek ve görevdir. İslâm bu soylu ve şerefli mesleği hurafelerden ve batıl olan şeylerden arındırmak için gelmiştir." dedi.
Rufeyde (r.anhâ)'nın duymuş olduğu bu cevap onu çok etkiledi.
Rufeyde (r.anhâ) ve eşi Abdullât'ın bundan sonraki soruları İslâm'a nasıl gireriz yönünde oldu ve kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldular.
Abdullât kalbini kelime-i şehâdetle putlardan arındırdıktan sonra 'Lât'un kulu' anlamına gelen 'Abdullât' ismi yerine 'ALLAH'ın kulu' anlamına gelen 'Abdullah' ismini aldı. Daha sonra Abdullah (r.a.) bir müşrik tarafından şehit edilmiştir.



HEMŞİRELİĞİ:



İslâm, Medine'de güçlenince Rufeyde (r.anhâ) kendini baba mesleği olan sağlıkçılığa adadı. Barış zamanında hasta olan Müslümanları tedavi etmekle uğraşırdı. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v.)'in mescidinin yanına hastalara bakmak için çadır kurmuştur.(1)
Rasûlullah (s.a.v.) düşmanlarla savaşa başlayınca Rufeyde (r.anhâ) Bedir, Uhud, Hendek, Hayber ve diğer savaşlara yaralılara ilk yardım ve onları tedavi etmek suretiyle katıldı.
Hendek Savaşı'nda kabileler Medine'yi kuşattıklarında Rufeyde (r.anhâ) çadırını savaş alanının yakınına kurdu. Siyer kitapları yüce Sahâbî Sa'd bin Muâz (r.a.)'in koluna bir ok battığında Rasûlullah (s.a.v.)'in ilk müdahalenin yapılması için onun Rufeyde (r.anhâ)'nın çadırına götürülmesini emrettiğini, Rufeyde (r.anhâ)'nın oku çıkarıp, kanamayı durdurduğunu ve onu tedaviye başladığını yazarlar. Rasûlullah (s.a.v.) o gün birkaç defa Rufeyde (r.anhâ)'nın çadırındaki yaralı Sahâbî'ye uğramış ve ona: "Geceyi nasıl geçirdin, gününü nasıl geçirdin?" diye sormuştu.
Hz. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Kim bir hastaya veya bir din kardeşine ALLAH rızası için ziyarette bulunursa bir münadi ona nida eder: '(Dünyada ve âhirette) iyi olasın, (âhiret yolculuğun da) iyi olsun.' (Bu davranışla) cennette bir ev hazırladın." der.(2)




RUFEYDE (r.anhâ) HAYBER'DE:




Hayber Savaşı'nda Rasûlullah (s.a.v.)'in ordusu harekete hazırlanırken Rufeyde (r.anhâ) kalabalık bir Hanım Sahâbî topluluğunun başında gelip, onlara ilk yardım ve tedavi teknikleri hakkında talim yaptırdı. Onlar savaşa katılmak için Rasûlullah (s.a.v.)'den şu şekilde izin istemişlerdi:
"Ey ALLAH'ın Rasûl'ü! Biz de seninle birlikte Hayber'e gitmek istiyoruz." Hz. Rasûlullah (s.a.v.) de onlara: "ALLAH'ın bereketi üzere!" diye cevap vermiştir.(3)
Bu savaşta sağlık işleri ile uğraşan birlik büyük yararlıklar göstermiştir. Bu birlikte yer alan kadınlar büyük gayret sarf etmişlerdir. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v.), Rufeyde (r.anhâ)'ya kılıcı ve atıyla dövüşen savaş erine verdiği kadar ganimetten pay ayırmıştı. Yine o kadınlardan üstün durumda olanlara bir şeref gerdanlığı vermiş ve onu mübarek eliyle boyunlarına takmıştı...




İLK HASTANEYİ KURDU: :




Rufeyde (r.a.), sıradan bir hasta bakıcı hemşire değildi. Devrin tedavi usullerine vâkıf, bilgili bir hatun idiEnsarlı Rufeyde (r.anhâ), bütün insanlık tarihinde eğitim görmüş hemşirelerin idare ettiği "Seyyar Sahra Hastanesi"ni kuran ilk kişidir. Rasûlullah (s.a.v.), Ashâbı'ndan birisi yaralandığı zaman; "İlk tedavisini yapması için onu Rufeyde (r.anhâ)'nın çadırına taşıyın, ben de onu sık sık ziyaret edebileyim." diyordu.(4)
Hz. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Kim güzel bir şekilde abdest alır, Müslüman kardeşine, sevap düşüncesiyle hasta ziyaretinde bulunursa cehennemden yetmiş yıllık yürüme mesafesi uzaklaştırılır."




RUFEYDE (r.anhâ)'NIN ÇADIRI:




Onun cihadı ilk yardım ve tedaviyle kalmamıştır. Onun geniş sosyal faaliyetleri de vardı. Rufeyde (r.anhâ) gerek fakir, gerek yetim, gerek çalışamayacak şekilde olan bütün yardıma muhtaç olanlara hizmete kendini adamıştı.
O Müslümanların yetim kalan çocuklarının bakım ve gözetimiyle uğraşıyordu.
Hz. Peygamber (s.a.v.) devrindeki ilk yardım çadırı "Rufeyde (r.anhâ)'nın çadırı" diye meşhur olmuştu. Yine İslâm tarihi Rufeyde (r.anhâ)'ya İslâm'ın ilk hemşiresi ismini verme kararı almıştır. Devrimizde bizim, hatırasını ve çalışmalarını yaşatmak için İslâm dünyasındaki her sağlık enstitüsüne Rufeyde (r.anhâ) adını koymaya ne kadar çok hakkımız var.


Faydalanılan Eserler:
İslâm'da İlk Hemşire Hanım Sahabi, Dr. Ahmet Şevki El-Fencûrî
Kaynakça:
1. İbn-i İshak
2. Kütüb-i Sitte, c.13, s.50.
3. Sîretü İbn-i Hişâm, c.3, s.341.
4. Tabakât İbn-i Sa'd, c.8; Üsdü'l-Ğâbe, c.2, s.373.
5. Kütüb-i Sitte, c.13, s.49

Kayle binti Mahreme (r.a)




Kayle binti Mahreme radıyallahu anha Benî Temim kabîlesinden İslâm’a ilk giren hanımlardan… Anlayış, idrak ve seziş kabiliyeti yüksek bir hanım sahâbî…

Bir heyet içerisinde Medine’ye gelerek Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in huzurunda bulunma şerefine eren ve tereddüt göstermeden hemen biat eden bir bahtiyar…

Gördüğünü detaylı bir şekilde nakletme ve düşüncelerini güzel bir üslub içerisinde anlatabilme kabiliyetine sahip, ifadesi net, fesâhatte örnek bir hanım…

O, benî Temim kabîlesinin Anberoğulları koluna mensuptur. Annesi Safiyye binti Sayfi, Cahiliye devri şâir ve hatiplerinden Eksem ibni Sayfi’nin kız kardeşidir.

Kayle binti Mahreme, Bekir İbni Vâil oğulları heyetinin elçisi Hureys ibni Hassân ile birlikte Medine-i Münevvere’ye gelerek Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’e biat etmiştir.

O, kabilesinden İslâm’a ilk giren hanımlardan biri olma şerefini elde eden bir bahtiyardır. Medine-i Münevvere’ye geldiğinde Peygamberimiz’in huzûrunda şâhid olduğu olayları ve gördüklerini etraflıca anlattığı uzunca bir rivayeti vardır.

Buhârî, el-Edebü’l-Müfred adlı eserinde, Ebû Dâvud ve Tirmîzî Sünen’lerinde bu rivayetin bir kısmına yer verirler.Taberânî ise onun tamamını kitabına almıştır. İbni Hacer el-Askalânî de, sahâbîlerin hayatına dair el-İsâbe adlı eserinde bu uzun rivayeti nakleder.

Onun bu rivayetinden kendisinin anlayış ve seziş kabiliyeti yüksek bir hanımefendi olduğu anlaşılmaktadır. Zira şahit olduğu olayları ve gördüklerini etraflıca, detaylı bir şekilde anlatması, ifade ve anlatım tarzı, ayrıntılara gösterilen dikkat onun bu yönünü bize açık ve net olarak göstermektedir.

Riyazüssalihîn’de geçen kendi rivayet etmiş olduğu hadis-i şerifte onun bu özelliklerini bâriz bir şekilde görmek mümkündür. Şöyle ki:

Kayle binti Mahreme radıyallahu anha şöyle der:

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i dizlerini karnına dayamış, ellerini koltuklarının altına koyup, kaba etleri üzerine oturmuş vaziyette gördüm. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i böyle huşû ve huzû içinde mütevâzî bir vaziyette oturur görünce, korkudan irkildim. (Ebû Dâvud, Edeb 22)

Kayle radıyallahu anha, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin heybetinden korkup sarsılmıştır. O mecliste bulunan bir sahâbi durumu farketmiş ve Peygamberimize:

-Ya Rasûlallah! Şu fakir kadıncağız korkup sarsıldı, deyince, Peygamber Efendimiz arka tarafında durmakta olan Kayle’ye, kendisini görmeksizin eliyle işaret ederek:

“- Ey fakir kadıncağız! Sâkin ol ve gönlünü rahat tut,” buyurmuştur. Kayle diyor ki:

- Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem böyle söyleyince, Allah kalbimdeki korkuyu ve irkilme hissini giderdi. (Riyazüssalihîn Tercüme ve şerhi, c. 4, s.364-366)

İki Cihan Güneşi Efendimiz her halinde olduğu gibi oturuşunda da mütevâzî idiler. Onun her hal ve hareketi oturuşu, kalkışı, yürüyüşü bir huşû ve hudû halini yansıtırdı. Kendisini görenler üzerinde bir saygı, sevgi ve kalbten gelen bir irkilme hissi uyandırırdı.

Kayle binti Mahreme (r.anha)’nın rivayet ettiği bir hadis-i şerif de Sünen-i Ebî Davud’da geçmektedir.

Bu hadisde onun müslüman oluşu ile ilgili bilgiler, şahsiyet ve karakteri ile ilgili davranışlar ve Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin huzurunda fikir ve düşüncesini açıkca beyan edebilme hâli görülmektedir. Şöyle ki:

Kayle binti Mahreme radıyallahu anh’den şöyle rivayet edilmiştir:

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanına geldik. Bekir bin Vâil’in elçisi, Hureys ibni Hassan’ı kastederek dedi ki:

-Arkadaşım öne geçti. Kendisi ve kavmi yerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e İslâmiyet üzerine biat etti. Sonra şöyle dedi:

-Ya Rasûlallah! Bizimle Beni Temim arasında Dehna mevkii hakkında bir anlaşma yaz. Onlardan misafir ve komşu olanlardan başka tek bir kimse bizim tarafa Dehna’ya geçmesin.

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem kâtiplerinden birine: “- Ey oğul! Dehna hakkında Hureys’e bir senet yaz” buyurdu.

Ben ona Dehna’nın verilmesinin emrolunduğunu görünce,oranın kendi memleketim ve evim olması yönüyle beni bir üzüntü kapladı ve:

“-Ya Rasûlallah! Bu senden adaletli bir istekte bulunmadı. Gerçekten şu Dehna senin yanında develerin bağlandığı, salındığı yer, koyunların da merasıdır. Temim oğullarının kadınları ve oğulları hemen onun arkasındadır” dedim.

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem:

“- Ey oğul,yazmaktan vazgeç. Bu kadıncağız doğru söyledi. Müslüman müslümanın kardeşidir. (Dehna’da bulunan) su ve ot (Bekir bin Vâil ile Beni Temim’den) her ikisine de yeter. (Orada fitne vericilere (şeytanlara) karşı birbirlerine yardım ederler.” buyurdu. (Sünen-i Ebî Davud, Hadis no: 3070)

Dehna: Beni Temim yurdunda suyu az, otu çok meranın adıdır. Bekir bin Vâil buranın kendilerine verilmesini, bunun da bir senetle tesbitini istemişlerdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimiz önce vermek istemiş, sonra Kayle’nin hatırlatması üzerine bundan vazgeçmiştir.

Kayle binti Mahreme (r. anha) Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin sevgisiyle gönlünü doldurmuş, onun tavsiyelerini harfiyyen yerine getirme gayreti içerisinde yaşayan bir muhabbet eridir.

Onun bu hassasiyetini yatsıdan sonra yatağına uzandığı zaman yaptığı şu uzunca duâda görebilmekteyiz. Kızlarından Uleybe, annesinin şöyle dua ettiğini nakletmiştir:

“Bismillâh. Allah’a dayandım. Yan tarafıma uzandım. Günahıma tevbe ettim.”

Bunu birkaç kez tekrarladıktan sonra;

“Allah’a sığınırım. O’nun tam kelimelerine sığınırım ki, ne iyi ne de kötü kimse bu kelimeleri aşamaz.

Gökten inen ve göğe yükselenlerin şerrinden, yere inen ve oradan çıkanların şerrinden, gündüzün şerrinden, gece gelip çatanların şerrinden Allah’a sığınırım. Ancak hayırla gelip çatanlar müstesna.

Allah’a iman ettim. O’na sımsıkı bağlandım. O’na dayandım, O’na güvendim.

Kudretine her şeyin teslim olduğu Allah’a hamdolsun.

Yüceliğine, izzetine ve azametine her şeyin boyun büktüğü Allah’a hamdolsun.

Hükümranlığı karşısında her şeyin boyun eğdiği Allah’a hamdolsun.

Arşının izzetine hürmetine, kitabındaki sonsuz rahmet hürmetine, yüce şânın hürmetine, ism-i âzam hürmetine bize rahmet nazarıyla bakmanı niyaz ederim.

Bize öylesine bir rahmet nazarıyla bak ki; Bu bakış bizim için affetmediğin bir günah, görmediğin bir ihtiyac, helâk etmediğin bir düşman, giydirmediğin bir çıplak, ödemediğin bir borç bırakmasın.

Bizim için derleyip toparlamadığın, dünya ve ahırette bizim faydamıza olan hiçbir işi bırakmayan ey merhametlilerin merhametlisi Allah’ım!..

Allah’a iman ettim. O’na bağlandım. O’na güvenip dayandım.

Sonra 33 defa “Sübhânallah”; 33 defa “Allahu Ekber”; 33 defa “Elhamdülillah” derdi.

Ey kızım! Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin huzûruna kızı Fâtıma bir yardımcı istemek için gelmişti. Efendimiz o biricik kızına hizmetciden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? buyurdu. O da: Evet dedi. Bunun üzerine yukardaki tesbihleri yatarken okumasını tavsiye etti. (Taberânî c.10,s.25)

Derin tefekkür ve rakik bir kalbe sahib olan Kayle binti Mahreme (r. anha) gönül âlemi zengin bir hanım sahâbîdir. Hayatının son dönemleri ve ölüm tarihiyle ilgili bilgilere kaynaklarda rastlanamamaktadır.

Allah ondan razı olsun.

Rabbimiz cümlemizi şefaatlerine mazhar eylesin. Âmin.

Mustafa Eriş
Altınoluk Dergisi

25 Mayıs 2020 Pazartesi

Leyla Bint-i Ebi Hasme (r.a)




Leylâ binti Ebî Hasme radıyallahu anhâ, kocası Âmir İbni Rebîa radıyallahu anh ile birlikte İslâm’ın ilk günlerinde Mekke’de müslüman olan kahramanlardan...

Müşriklerin işkencelerinden kaçan ve Habeş ülkesine iki defa hicret eden çilekeş muhâcirlerden... Medine-i Münevvere’ye hevdec içinde hicret eden ilk hanım sahâbi...

O, kocası Âmir İbni Rebîa ile ilk İslâm’a koşanlardandır. Kocası Âmir, Hz. Ömer (r.a)’ın babası Hattab’ın evlâtlığı idi. Müslüman olunca ezâ ve cefâlara maruz kaldı

Müşriklerin baskıları artıp işkenceye dönüşünce Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimize müracat ettiler. Sabah-akşam müşrikler tarafından rahatsız edildiklerini, her gördükleri yerde hakarete uğradıklarını hatta ağır işkencelere maruz kaldıklarını şikâyet ederek:“


– Ya Rasûlallah! Kavmimiz bize en ağır işkenceyi yapıyor” dediler. Zor durumda kaldıklarını, sabır ve tahammüllerinin kalmadığını söylediler.



İki Cihan Güneşi Efendimiz cevap vermeyip sustu. Bir müddet sonra mahzun bir şekilde sabır tavsiyesinde bulundu. Ashabından bu tür şikâyetler çoğalmaya başlayınca hicrete izin verildi peşinden de:

“Kim dinini kurtarmak için bir yerden başka bir yere göç ederse cennet ona vacip olur. Siz şimdi yeryüzüne dağılın. Yüce Allah sizi yine bir araya toplar.” buyurdu.

Âmir İbni Rebîa ve Leylâ binti Ebî Hasme (r. anhüm) inançlarını yaşayabilecekleri bir yere hicret etmek istediklerini bildirdiler ve:

“– Yâ Rasûlallah! Nereye gidelim?” diye sordular.

Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimiz, eliyle işaret ederek:

“İşte oraya! Habeş ülkesine.” buyurdu.

Sonra şu açıklamada bulundu:

“Çünkü orada halkını seven, etrafındakilerin hiç birine zulmetmeyen bir kral var. Hem orası bir doğruluk ülkesidir.” buyurarak o ülkeyi methu senâ etti. Oranın kralına, hükümdârına iltifat etti. Sonra ashabına:

“Yüce Allah içinde bulunduğunuz sıkıntılardan bir çıkış ve kurtuluş yolu açıncaya kadar, siz orada oturun.” tavsiyesinde bulundu.

Nübüvvetin beşinci yılında Recep ayında oniki erkek ile beş kadından oluşan, onyedi kişilik bir kafile hicret için yola çıktı. Bu İslâm’da Habeş ülkesine yapılan ilk hicret idi.

Hicret edeceği esnada Leylâ binti Ebî Hasme (r.anhâ), Ömer İbni Hattab ilk karşılaştı. Aralarında karşılıklı bir konuşma geçti. Bu hadiseyi Leylâ Hatun kendisi şöyle anlatır:

“– Habeş ülkesine doğru gitmeye hazırlandığımız sırada, kocam Âmir, bâzı ihtiyaçlarımızı almak üzere çarşıya gitmişti.

Ömer İbni Hattab beni gördü ve başıma dikildi. Kendisi o zaman müslüman olmamıştı. Bize karşı çok sert ve katı davranırdı. Ondan hep ezâ ve cefâ görmüştük. Bana doğru yaklaştı ve:

“– Ey ümmü Abdullah! Demek buradan gidiş var ha?” dedi. Ben de:

“– Evet! Vallahi, Allah’ın arzından bir yere çıkıp gideceğiz. Siz bizi işkencelere uğrattınız. Allah bize bir kurtuluş ve çıkış yolu açıncaya kadar, oralarda kalacağız.” dedim. Bana:

“– Allah yardımcınız olsun.” dedi.

Kendisinden o güne kadar hiç görmediğim bir yumuşaklık ve yufka yüreklilik gördüm.

Sonra dönüp gitti. Sanırım ki, bizim gidişimiz ona üzüntü vermişti. O sırada Âmir işini bitirip yanıma geldi. Kendisine olan biten hadiseyi naklettim ve:

“– Ey Abdullah’ın babası! Biraz önce Ömer’in bize karşı gösterdiği yumuşaklığı ve yufka yürekliliği, gideceğimize duyduğu üzüntüyü bir görmeliydin!” dedim.

Ömer’in yaptıklarını bilen Âmir:

“– Evet! Umuyorum, Allah Teâlâ her şeye kadir.” dedim.

Ömer hakkındaki kanaatini değiştirmeyen Âmir İbni Rebîa sert bir ifade ile şöyle cevap verdi:

“– Şunu iyi bil ki; sen Hattab’ın eşeğinin müslüman olduğunu görünceye kadar, o kişi müslüman olmaz!” dedi.

O zamana kadar Ömer’den hep sertlik görüle gelmişti. Müslümanlara karşı uyguladığı şiddet, sanki kendisinden ümit kestirmişti. Onun korkusuz yiğitliği, kaskatı yüreği, işi en vahim durumlara kadar götürmüştü. O, İki Cihan Güneşi Efendimiz’i öldürmeğe yeltenecek kadar çılgınlaşmıştı. Ama Allah celle ve alâ hazretleri her şeye kadirdi. O murad edince işler anında değişebilirdi. Zira gönüllere sahib olan Allah’tı. Nitekim kısa bir müddet sonra Allah Teâlâ’nın lutfuyla Ömer müslüman olmuştu.

Müşriklerin baskı ve zulümlerinden dolayı Mekke’den gizlice ayrılan bu ilk muhâcir kafilesi Cidde’de Şuaybe limanına ulaştığında, yüce Allah’ın lutfu olacak ki; ticaret için gelmiş iki gemi limanda beklemekteydi. Muhacirleri yarım altın karşılığında gemiye alıp, Habeş ülkesine doğru denize açıldı.

Necâşî’nin ülkesine gelen muhacir müslümanlar emniyet ve güven içerisinde hayatlarını sürdürmeye başladılar. Rahat bir şekilde dinlerini yaşadılar. Kimseden ne baskı ne zulüm ne de hakaret hiçbir karşı hareket görmeden ibadet ve taatlarını yerine getirdiler. Herkes inancında serbest idi. Rahat bir ortam vardı. Fakat kalbleri devamlı Mekke’ye bağlı idi. Doğup büyüdükleri şehirden ve Allah Rasûlünden uzak kalmanın hasreti onların gönüllerinden hiç çıkmıyordu. Kim bilir hangi gün ve ne zaman döneriz ümidiyle günlerini geçiriyorlardı.

Bir müddet sonra Mekke’de Hz. Ömer (r.a)’ın müslüman olduğu, müşriklerin ezâ ve cefalara son verdiği, işkencelerin bittiği ve anlaşma yapıldığına dair haberler duyan muhâcirler memleketlerine dönmeyi denediler. Mekke yakınlarına kadar geldiler. Fakat içeri alınmadılar. Duyduklarının doğru olmadığını anladılar. Mekke’ye girebilmek için bir müşrikin himayesine girmek zorunda kaldılar. Mekke’ye girdikten sonra müşrik himayesine tahammül edemeyip. Allah Rasûlünden izin alarak tekrar Habeş ülkesine ikinci defa hicret ettiler. Leylâ binti Ebî Hasme (r. anhâ) ve kocası Âmir İbni Rebîa (r.a)’da hicret edenler arasında tekrar Habeşistana döndüler.

Günler, aylar, yıllar geçmekteydi. Muhacirlerin gözü, gönlü hep Allah Rasûlünün yanına gidebilmekteydi. Mekke’den gelen tâcirlerden devamlı haberler sormaktaydılar. Onlardan alacakları sağlıklı haberlere göre hareket edeceklerdi. Mekke’ye tekrar döneceklerdi.

Birgün Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin Medine’ye hicret ettiğinin haberini almışlardı. Birçok muhacir gibi Âmir ibni Rebîa (r.a) ile hanımı Leylâ binti Ebî Hasme (r. anhâ)’da Habeş ülkesinden derhal Mekke’ye döndüler. Kısa zamanda hazırlıklarını yapıp sonra Medine’ye hareket ettiler. Amr İbni Rebîa (r.a) bir deve aldı. Hanımını hevdec içinde Kureyş’in haberi olmadan Mekke’den çıkardı.

Rasûlullah (s.a) Efendimize kavuşmanın hasretiyle, büyük bir heyecan içerisinde, yorgunluk nedir bilmeden yollarına devam edip Medine’ye ulaştılar.

Âmir İbni Rebîa (r.a), Ebû Seleme Mahzûnî (r.a)’dan sonra ilk hicret den Habeş muhaciri oldu. Leylâ binti Ebî Hasme (r. anhâ) da hevdec içinde Medine’ye gelen ilk hanım sahâbî oldu.

Resûl-i Ekrem (s.a) efendimiz bu çilekeş ashabını karşısında görünce pek sevindi. Onlara iltifatlarda bulundu. Yer bulup yerleştirdi. Sık sık evlerine gidip ziyaret etti. Bir ziyaretinde Leylâ binti Ebî Hasme (r. anhâ)’nın bir davranışına şâhid oldu. Onun çocuğuna şöyle seslendiğini duydu:

“– Gel! Bak sana ne vereceğim.” diyordu.

Sevgili Peygamberimiz Leylâ Hatuna sordu:

“– Çocuk yanına gelince ne vereceksin?” dedi.

Leylâ Hatun da:

“– Ona hurma vereceğim.” diye cevap verdi.

Bunun üzerine İki Cihan Güneşi Efendimiz Leylâ Hatun’a şöyle söyledi:

“– Eğer çocuğa bir şey vermeseydin bu söz defterine bir yalan olarak yazılacaktı.” buyurdu. (Ebû Dâvut, Edeb, 79. Ahmed b. Hanbel, Müsned III, 447)

Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz ashabını böylesine titiz yetiştirdi. Devamlı onları eğitti. İslâm’ın güzel ahlâkını onlara öğretti.

Kimse aldatılmamalıydı. Aldatılan bir çocuk, hatta kendi çocuğumuz bile olsa böyle yanlış bir hareket yapılmamalıydı. Yavrumuzun bu ahlâksızlığı öğrenmesine dahi fırsat verilmemeliydi. Zira; “Bizi aldatan, bizden değildir.” buyurulmuştu. (Müslim, İman, 164)

Allah onlardan razı olsun. Rabbımız cümlemizi şefaatlerine nâil eylesin. Amin.

Kaynak:Mustafa Eriş,

24 Mayıs 2020 Pazar

Hazret-i Mâriyetü’l-Kıbtiyye



Mâriyetü’l-Kıbtiyye Mısırlıdır. Peygamberimiz’ in (s.a.s) en küçük ve en son çocuğu İbrahim’in annesidir. Efendimiz’in (s.a.s), Hz. Hatice’den (r.a) sonraki hanımlarından sadece Hz. Mâriye’den çocuğu olmuştur. Diğer 6 çocuğunun hepsi de, ilk eşi Hz. Hatice’den olmuştu.

İbrahim, Peygamber (s.a.s.) Efendimizin 7′inci çocuğudur. İbrahim, iki yaşını doldurmadan vefat etti.
Resulullah İslâm’a davet için etraftaki hükümdarlara mektuplar gönderiyordu. Bunlardan birisi de Mısır hükümdarı Mukavkıs’tı. Mukavkıs, elçiyi güzel bir şekilde karşılamış, Hz. Peygamber’e birtakım hediyelerle birlikte iki de cariye göndermişti. Yolda bu iki cariye, Müslümanlık hakkında malûmat sahibi olduktan sonra, İslâm’ı seçmişlerdi. Bunlar Medine’ye varınca, Resulullah Mariye’yi kendisine almıştı. Bilahare azad ederek, onunla evlenmiştir ki, oğlu İbrahim, işte bu hanımındandır. Bu evlilik, bütün Mısırlılar üzerinde büyük bir te’sir icra etti. Müslümanlarla Mısır’daki Bizanslılar arasında çıkan savaşta, Mısırlılar tarafsız kalmış, Bizanslılara arka çıkmamışlardır. İşte bunun sebeplerinden birisi de, kendi milletlerinden olan bir kadının, Hz. Peygamber’le evli oluşudur.

İbrahim, Peygamber (s.a.s.) Efendimizin 7′inci çocuğudur. Diğer 6 çocuğunun hepsi de, ilk eşi Hz. Hatice’den olmuştu. İbrahim ise Mısırlı Mâriye’den doğmuştur. İbrahim, Hicretin 8′inci yılı Zilhicce ayında doğmuştu. İki yaşını doldurmadan öldü. Rasûlüllah (s.a.s.) İbrahim’i öper koklardı. Ölürken gözleri yaşardı. Avf oğlu Abdurrahman:

 - Ey Allah’ın Resûlü, sen de mi ağlıyorsun? Oysa ölüye ağlamayı men etmiştin, dedi.
Rasûlüllah (s.a.s.):

Ben, bağırıp çağırmayı, üst-baş yırtmayı men ettim. Bu ise, Allah’ın kullarının kalbine koyduğu şefkattir. Göz ağlar, kalb mahzun olur. Biz, Rabbimizin rızasına uygun olmayan söz söylemeyiz. Ey İbrahim, seni kaybetmekten dolayı hüzün içindeyiz, buyurdu.

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Meymûne bint-i Hâris (r.anha)


Hz. Meymûne’nin asıl ismi “Berre” idi. Kız kardeşlerinden Ümmü’l-Fadl, Pey­gam­berimizin amcası Hz. Abbas’la, diğer kardeşi Esmâ ise Peygamberimizin amcasının oğlu Hz. Câfer’le evli idi. Re­sû­lul­lah bu üç kız kardeşe “mümin kar­deşler” ismini vermişti. Hz. Meymûne, kocasının vefatıyla dul kalmıştı. Hz. Ab­bas, Peygamberimizin Hz. Meymûne’yi nikâhlamasını çok arzu ediyordu. Bu sebeple Peygamberimizi her gördüğünde onu metheder, yüksek ahlak ve fazile­tinden bahsederdi.

Peygamberimiz umre için Mekke’ye gidiyordu. Cuhfe mevkiinde istirahat için mola verdiğinde Hz. Abbas yanına geldi ve Peygamberimizden Hz. Mey­mûne ile evlenmesini istedi:

“Yâ Re­sû­lal­lah! Meymûne bint-i Hâris dul kaldı. Onu nikâhlasanız olmaz mı?” Peygamber Efendimiz, sevgili amcasının teklifini kabul etti. Amcası onun bu kararına çok sevindi.

Hz. Meymûne validemiz de Peygamberimizin kendisiyle evlenme isteği­ne çok sevindi. Haberi aldığı sırada bir devenin üzerinde bulunuyordu. Sevin­cinden, “Deve de, üzerindeki de Re­sû­lul­lah’ındır!” diyerek memnuniyetini açık­ladı.

Hz. Meymûne’nin nikâhını Hicret’in 7. yılında 400 dirhem mehir karşılı­ğında Hz. Abbas kıydı. Bu, Peygamberimizin son evliliğiydi.

Hz. Meymûne validemiz, Hicret’in 56. yılında 80 yaşındayken vefat etti.

Al­lah ondan razı olsun![1]


_____________________________
[1]Tabakât, 8: 120, 123; el-İsâbe, 4: 412-413.

22 Mayıs 2020 Cuma

Misver ibni Mahreme (r.a)


Misver ibni Mahreme radıyallahu anh Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizle hicretten sonra yedi yaşlarında iken buluşan bir bahtiyar!..

Mekke Fethinden sonra müslüman olan babası ile birlikte Medine-i Münevvere’ye gelerek İslam’la şereflenen bir genç sahabi!..

O, Mekke’de doğup büyüdü. Hicretten iki yıl sonra dünyaya geldi. Kureyş kabilesinin Beni Zühre koluna mensubtur. Adı Misver ibni Mahreme ibni Nevfel el-Kureşi ez-Zühri olup Ebu Abdurrahman künyesidir. Annesi, cennetle müjdelenen meşhur sahâbi Abdurrahman ibni Avf’ın kız kardeşi Âtike binti Avf’dır. Medine’ye ilk hicret edenlerdendir.

Misver ibni Mahreme ergenlik çağına geldiğinde Mekke fethedildi. Babası Mahreme fetihten sonra müslüman oldu.

Misver, hicri 8.yılın Zilhıcce ayında sekiz yaşlarında iken babası ile birlikte Medine-i Münevvere’ye gitti. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’le buluştu ve İslâm’la şereflendi.

Misver ibni Mahreme radıyallahu anh küçük yaşına rağmen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den hiç ayrılmak istemedi. Mescid’de ve dışarda hep peşini takib etti. Sohbetlerinde bulundu. Birlikte cemaatle namaz kıldı.

Bir seferinde Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz abdest alıyordu. Misver radıyallahu anh de arkasında duruyordu. Oradan geçen bir yahudi Misver’e işaret edip onu teşvik ederek, Efendimizin sırtındaki havlu türü elbisesini yukarı doğru kaldırıp Nübüvvet Mührü’nü görmek istedi. O da küçük yaşın verdiği bir duygu ile hafifçe elbisenin ucundan tutup yukarıya kaldırdı. Nübüvvet mührü görüldü.

İki Cihan Güneşi Efendimiz durumu farkedince arkasına dönüp baktı. Bu işi yapanın küçük Misver ibni Mahreme radıyallahu anh olduğunu gördü. Ona tebessüm ederek bir avuç su aldı ve onun yüzüne serpti.

Misver ibni Mahreme radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den istifade etmek için çok gayret etti. Kur’an ayetlerini ezberleyip, hadisleri dikkatlice hıfzetmeye çalıştı.

Veda Haccı’nda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in yakınında bulunduğu için hac menâsikini bizzat Efendimiz’den uygulamalı olarak öğrendi.

O, Medine’nin meşhur fakihlerinden sonra en çok fetva veren kimseler arasında sayıldı. Buhari ve Müslim’de oniki tane hadis-i şerif rivayeti bulunmaktadır. Bu hadislerde onun başından geçen birkaç hâdise anlatılmaktadır. Bunları kendisi şöyle nakletmektedir:

“Misver ibni Mahreme radıyallâhu anh anlatıyor:

Bir gün ağır bir taşı yüklenip getiriyordum. Üzerimde hafif bir elbise vardı. Taş omuzumda iken elbisem çözülüverdi. Taşı bırakmadım ve o vaziyette yerine kadar götürdüm. Bunu gören Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Dön elbiseni al! Böyle çıplak dolaşmayın!” buyurdu. (Müslim, Hayz, 78; Ebû Dâvûd, Hammâm, 2/4016)

Misver ibni Mahreme radıyallahu anh ile Abdullah ibni Abbas radıyallahu anhüma arasında geçen bir konuşma vardır. İhramlı bir kişi başını yıkayabilir mi? konusundaki bu konuşmayı, Abdullah İbni Huneyn radıyallahu anh şöyle anlatır:

“-İbni Abbas ile Misver ibni Mahreme radıyallahu anhümâ Ebvâ’da ihtilâf ettiler.

İbni Abbas: “-Muhrim başını yıkar” dedi.

Misver ise: “-Hayır, yıkayamaz!” dedi.

İbni Abbâs beni Ebu Eyyûb el-Ensârî radıyallahu anh’e gönderdi.

Ben vardığımda onu iki direk arasına gerilmiş bir perde gerisinde yıkanıyor buldum.

Kendisine selam verdim.

“-Kim o?” dedi.

“-Abdullah İbni Huneyn’im. Beni size İbni Abbas gönderdi. Sizden, ihramlı iken Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in başını nasıl yıkadığını soruyor” dedim.

Bunun üzerine Ebû Eyyûb radıyallahu anh elini perde ipinin üzerine koyup aşağı doğru bastı ve başı göründü. Üzerine su döken birisine: “Dök!” dedi. O da döktü.

Ebu Eyyub radıyallahu anh başını elleriyle ileri geri ovaladı ve: “-Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i böyle yaparken gördüm” dedi.”

Bunun üzerine Misver ibni Mahreme radıyallahu anh, İbni Abbâs radıyallahu anh’a: “Seninle bir daha münakaşa etmiyeceğim. Ne dersen kabûlüm” dedi. (Buharî, Cezâu’s-Sayd 14; Müslim, Hacc 91, Ebu Dâvud, Menâsik 38.)

Dünya nimetlerinin ümmetin önüne serileceğini, dikkat edilmezse helake sebeb olacağına dair Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in endişesinin, korkusunun bizlere ulaşmasına da Misver ibni Mahreme radıyallahu anh vesile olmuştur. Şöyle ki:

“Amr İbni Avf radıyallahu anh Misver ibni Mahreme radıyallahu anh’a şunu anlatmıştır:

-Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ebu Ubeyde radıyallahu anh’i Bahreyn’e, oranın cizyesini getirmek üzere yolladı. Bir gece ashab-ı kiram Ebu Ubeyde’nin geldiğini işitti.

Sabah namazını Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in peşinde kılan ashab-ı kiram namaz bitince Efendimiz’in etrafını sardılar. Efendimiz onlara tebessüm ederek şöyle buyurdu:

“-Öyle zannediyorum, Ebu Ubeyde’nin birşeyler getirdiğini işittiniz” dedi.

Onlar da hep birlikte: “Evet!” dediler. Bunun üzerine Efendimiz:

“-Öyleyse sevinin ve sizi sevindirenÊ şeyi ümid edin.

Allah’a yemin olsun, sizler için fakirlikten korkmuyorum.

Ben size dünyanın genişlemesinden korkuyorum.

Sizden öncekilere dünya genişlemiştiÊ de hemen dünya için birbirleriyle boğuşmaya başladılar ve helak oldular.

Genişleyen dünyanın onlar gibi sizi de helak etmesinden korkuyorum” buyurdu. (Buharî, Rikâk 7, Cizye 1, Megâzî 11; Müslim, Zühd 6; Tirmizî, Kıyâmet 29.)

Hazreti Ömer radıyallahu anh halifeliği döneminde bir sabah namazında hançerlenerek yaralanmıştı. Misver ibni Mahreme radıyallahu anh da evine ziyarete gitmişti. Orada geçen bir hatırasını şöyle anlatır:

“-(Hançerlendiği zaman) Ömer ibni Hattâb’ın yanına gittim.

Üstüne bir örtü örtmüşler, kendinden geçmiş vaziyette yatıyordu.

Yanında bulunan kişilere:

"Durumu nasıl?" diye sordum.

"Gördüğün gibi"dediler.

"Namaza çağırın! Onu namazdan başka hiçbir şeyle korkutup uyandıramazsınız!" dedim.

Bunun üzerine: "Ey Mü’minlerin Emîri, namaz!" dediler.

Hazret-i Ömer radıyallahu anh hemen:

"Evet, vallâhi namazı terk edenin İslâm’dan nasîbi yoktur!" diyerek ayağa kalktı ve namaza durdu.” (Heysemî, I, 295. Ayrıca bkz. Muvatta’, Tahâret, 51; İbn-i Sa’d, III, 35)

Ne mutlu namazla dirilenlere!.. Namaz, Rabbın huzurunda durmak demekdi!..

Ashab-ı kiram efendilerimiz namaz konusunda bu derece hassas idi!..

Namaz, onların hayatlarının direği, en önemli, vaz geçilmez bir kulluk ifadesi idi!..

Misver ibni Mahreme radıyallahu anh savaşlara da katıldı. Kadisiye Savaşında yakut ve zebercedle süslü bir ibrik buldu. İranlı bir kişi 10.000 dirhem vererek o ibriği satın almak istedi. Misver radıyallahu anh bunun kıymetli bir eşya olduğunu anladı ve ordu komutanı Sa’d ibni Ebi Vakkas radıyallahu anh’a getirip verdi. Komutan da onu Misver’e hediye etti.

Misver radıyallahu anh, Hazreti Aişe radıyallahu anha ile yeğeni Abdullah ibni Zübeyr radıyallahu anh arasında geçen bir hadisede de elçilik yaptı. Onların barışmasına vesile oldu.

Misver ibni Mahreme radıyallahu anh, Hazreti Muaviye’nin ölümü (680 m.) tarihine kadar Medine’den ayrılmadı. Onun yerine geçen oğlu Yezid’e biat etmek istemediği için Mekke’ye döndü. Orada kendini tamamen ibadet ve taate verdi. Kâbe’den çıkmadı.

Husayn ibni Numeyr komutasında Mekke-i Mükerreme’ye saldıran Yezid’in ordusu mancınıkla taş ve yağlı paçavralar atarak Kâbe’de yangın çıkardı.

Misver ibni Mahreme radıyallahu anh o sırada Hıcr’de namaz kılıyordu. Yüzüne bir taş isabet etti ve yaralandı. Üç beş gün sonra da vefat etti (64 h / 683 m). Cenaze namazını Abdullah ibni Zübeyr radıyallahu anh kıldırdı. Cennetü’l-muallâ’ya defnedildi.

Allah ondan razı olsun.

Cenab-ı Hak bizlere Misver ibni Mahreme radıyallahu anh’ın aşk ve muhabbetinden hisseler nasib eyleyip şefaatlerine nail eylesin. Amin.

Mustafa Eriş
Altınoluk Dergisi

21 Mayıs 2020 Perşembe

Rubeyyi Binti Muavviz (ra)



Medineliydi Rubeyyi binti Muavviz ...

PEYGAMBERİ GÖRMEDEN BİAT ETTİ RUBEYYİ BİNTİ MUAVVİZ (R.A)

“O’nu görseydin güneş doğuyor zannederdin…”
Güneş doğuyordu uzaklarda bir şehirden.
Ve sen her ne kadar uzak olsan da ellerine,
ellerini koyarak ellerine,
söz vermiştin…

GÖRMEDEN DUYMADAN…

Medineliydi Rubeyyi binti Muavviz (r.anha). Amcası Akabe’de Allah Rasulü’ne (s.a.v) biat etmiş Medine’ye geldiğinde de Peygamber’i (s.a.v) ve yaşadıklarını yakınlarına anlatmıştı. Anlattıkları kardeşi ve yeğeni Rubeyyi’yi (r.anha) etkilemişti. Onlar da Müslüman oldular. “La ilahe illallah…” Bir Allah’a inandılar. Bir peygambere inandılar ki O’nu daha görmemişlerdi. Söylediklerine teslim olmuşlarıdı lakin duymamışlardı sesini. Uzaklardan ellerini koyarak ellerine…

YESRİB MEDİNE OLUR ŞİMDİ

Medine’de yayılıyordu İslam.
O günlerde ismi Yesrib olan şehir Peygamber’i (s.a.v) bekliyordu.
Peygamber’i (s.a.v) gören ve henüz görmeden bilen gözleriyle yolunu gözlüyordu.
O Yesrib’di.
Kınanan yerdi, hoş olmayan.
Fesat ve bozgunculuk
demekti Yesrib.
Sürekli kardeşler arası savaşların olduğu ve bu savaşların yıllarca sürdüğü yere de başka bir isim verilemezdi her halde.
Allah kalplerini birleştirdi de yeniden kardeşler oldular.
Buyuruyordu Allah’ın Rasulü (s.a.v): “Bana insanların Yesrib dedikleri yere hicret emri verildi.
Fakat orası Yesrib değil, orası Taybe’dir, güzel ve
hoş bir yerdir.”
Hicret iyi ve güzel olanı tercihti.
Ve değiştirmekti kötü ve kerih görülenle iyi ve güzel olanı.
Peygamber de (s.a.v) daha adım atmadan ol şehre kötü olan ismini güzeliyle değiştiriyordu.
Ey Medine;
Peygamber’i bekleyen şehir,
Peygamber’i özleyen şehir,
Şehirlerin anası,
medeniyetin anası…
Buyurdular: “Kim Medine’ye Yesrib derse Allah’a tövbe etsin.”
Ve kardeş savaşlarının olduğu şehirde belki yedi kat el olana, daha dün yabancı olana kardeş olmanın tohumları ekilecekti ki o kardeşlik hâlâ yaşanamamıştır.
Zira garip ümmetin muhaciri her gün çoğalıyorken ensarı azalıyor.

GÖREREK, DUYARAK…

İşte gelmişti.
Ne güzel bakıyor, ne güzel söylüyor.
Sanki güneş doğuyor.
Rubeyyi (r.anha) şimdi O’nun ağzından duyduğu sözlerle bir daha biat ediyor.
Söz veriyor.
“Tek olan Allah’a inanacağıma…”
“Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.”
(Fetih suresi, 10)

Rubeyyi (r.anha) verdiği söze sadık kalarak Peygamber’in (s.a.v) üzerine titredi hep; yolunda oldu, yolunda öldü.
Uhud Savaşı’nda birlikteydi.
O ağacın altında da…

Müşrikler tarafından Mekke’ye girerek Kâbe’yi tavaf etmeleri engellendiğinde ve gönderdikleri elçi Osman’ın (r.a) şehit edildiği haberi yayıldığında gerekirse müşriklerle Allah Rasulü’nün (s.a.v) yanında vuruşmak üzere söz veriyordu.

Ve Rabbi ondan / onlardan razı, onlar Rablerinden razıdır o an.

“Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir.”

(Fetih suresi, 18)

Kalplerimizden geçeni bilirsin,
Kalplerimizden Mekke geçer, Medine geçer.
Akabe kayalıkları geçer.
O ağacın altında olmak geçer…
Razı olur musun?

ABDEST ALMAK O’NUNLA

Allah Rasulü (s.a.v) zaman zaman Rubeyyi’nin (r.anha) evine gelirdi. Ve burada abdest alırdı. Bir gün abdest almış ve şöyle buyurmuştu:

“Benim bu abdestim gibi kim abdest alır sonra huşu içinde iki rekat namaz kılarsa geçmiş günahları affolunur.”
O’nu seyretmişti Rubeyyi (r.anha) abdest alırken.
O’nun ellerinde su nasıl dururdu ve su nasıl dökülürdü o ellerden tane tane,
Rahmet rahmetle nasıl buluşurdu görmüştü.
Daha sonra bir tabak üzüm ve hurma ikram etti.
Allah Rasulü de (s.a.v) Rubeyyi’ye (r.anha) bir takı hediye ederek “bunu takın” dedi.

Sahabiler O’nun nasıl abdest aldığını Rubeyyi’den (r.anha) sorarlardı. Bir gün Âkil bin ebu Talip (r.a) bu hanım sahabiyi ziyarete geldi ve Peygamber’in (s.a.v) nasıl abdest aldığını sordu. Rubeyyi (r.anha) şöyle anlattı:
“Sevgili Peygamberimiz bize sık gelirdi. Bir gün öğle vakti istirahat etti. Kalkınca su istedi. Su dolu bir ibrik getirdim. Önce ellerini güzelce yıkadı. Ağzına, burnuna su verdi. Yüzünü üç kere yıkadı. Sağ kolunu dirsekle beraber üç defa, aynı şekilde sol kolunu ovarak yıkadı. Sonra başını meshetti. Kulaklarının içini, dışını ve boynunu meshetti. Daha sonra sağ ayağını, topuklarıyla beraber üç defa, aynı şekilde sol ayağını yıkadı. Abdest almayı tamamlayınca şöyle dedi: ‘Benim bu abdestim gibi kim abdest alır sonra huşû ile iki rekat namaz kılarsa geçmiş günahları affolunur’ buyurdu.”

Bizler de bugün Rubeyyi’den (r.anha) dinleriz onun nasıl abdest aldığını.
Benzetmeye çalışırız o abdeste abdestlerimizi.
Açsak avuçlarımızı, su bizim ellerimizde de durur mu o ellerde durduğu gibi?

Bir gün Ebu Ubeyde Rubeyyi’ye (r.anha) “Bana Rasulullah’ı tarif et” dedi. Rubeyyi’nin (r.anha) dudaklarından şu sözler döküldü:

“O’nu görseydin güneş doğuyor zannederdin.”
Hangi hâlini hatırlardın bu sözleri söylerken?
O ağacın altında mıdır?
Medine’ye daha şimdi mi giriyordur?
Saçlarında abdest damlaları inciler gibi parlamakta mıdır?
Yoksa uzaklardan gönlüne doğan hâl midir o?
İçimizdeki bir şehirde
buluyoruz O’nu.

Ve bulduğumuz her an;
Mekke semalarından o güneş doğuyor ve Medine semalarından ışıltıları vuruyor günlerimize gecelerimize.

İçimizdeki bir Yesrib daha Medine oluyor…

Hazret-i Rukiyye (r.a)


Hazreti Rukıyye radıyallahu anhâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizin ikinci kızı... Zâtü'l-Hicreteyn = İki hicret sahibi lakabına mazhar  çilekeş bir iman eri... Aile olarak kocasıyla ilk hicret eden muhâcirlerden... İslâm davâsı uğruna akla hayale gelmedik eziyetlere ve çeşitli ibtilâlara maruz kalan ve o belâları sabırla geçiştirmesini bilen örnek neslin örnek insanları... Peygamberimizin ilk vefat eden kızı...
O, Peygamberlikten yedi sene önce Mekke'de dünyaya geldi. Hazreti Hatice (r.anhâ) gibi adamış olgun, zeki ve davâ şuûruna sahib bir annenin yanında büyüdü. Eğitimini, edebini, görgüsünü, ahlâkını aile yuvasında tamamladı. Sevgiyi, saygıyı ve insanlara şefkati, merhameti rahmet pınarı baba ocağında öğrendi. O, ablası Zeyneb'in evliliğinden sonra ev hizmetlerinde öne geçti. İşindeki becerisi, titizliği, tertib ve düzenliliğiyle akrabalarının dikkatini çekti. Anneciğinin hizmetlerine kardeşi Ümmü Gülsüm ile beraber yardımcı oldu. Onlar sanki ikiz gibiydiler. Birbirlerine son derece nezaket ve muhabbetle bağlı idiler. Kader onları birbirine öylesine yakın eylemişti ki, hayatları sanki birbirini takip etmekteydi.

Birgün büyük amcaları Ebû Talib ile birlikte bir heyet evlerine geldi. Amcazâdelerinin akrabalığını arzu etmekteydiler. Hoşbeş ettikten sonra sadede gelindi ve Ebû Talib söze başladı. Şöyle dedi:
"Yeğenim Zeyneb'i Ebü'l-Âs İbni Rebî'e verdin. O gerçekten şerefli bir hısımdır. Rukıyye ile Ümmü Gülsüm'ü de amcanın oğulları Utbe ve Uteybe'ye istemeye geldik. Şeref ve soy bakımından onlar da geri değillerdir. Vermeyeceğini zannetmem." dedi.

Muhammedü'l-Emin Efendimiz bu teklife karşı: "Doğru söyledin amcacığım! Akrabaya önem vermek gerekir. Ancak ey amcam! bu konuda bana biraz mühlet ver de kızlarımla konuşayım." buyurdu.

İnsan değerini en iyi bilen o emin, güvenilir insan kızlarına danışmadan bir cevap vermedi. Amcalarına sevgiyle, hürmetle davrandı. Fakat hemen verdim gitti deyip kestirip atmadı. Hane halkıyla istişare etmeyi huzurun mutluluğun kaynağı ve hanımlara verilmesi gereken önemli bir değer olarak kabul etti. Konuyu ev halkına açtı. Sâdık eş Hz. Hatice kızlarına durumu anlattı.

Anne ve kızlar Ebû Leheb'in karısı Ümmü Cemile'yi çok iyi tanıyorlardı. O geçimsiz, katı kalbli, kalb kırıcı söz ve tavırlarıyla meşhurdu. Böyle bir kaynanaya gelin olarak gitmeye kimsenin gönlü ısınamadı. Edeb gözetip işi kendi haline bırakmayı tercih ettiler. Neticede bir takım endişelerle birlikte evlenmelerine karar verildi. Şefkatli baba kızları için bereket diledi. Onları Allah'ın hıfz u emânına bıraktı.

Rukıyye ve Ümmü Gülsüm'ün evliliğinin karara bağlandığı günlerden birgün Mekke semâlarında bir nûr göründü. Sevgili babalarına Cebrâil aleyhisselâm gelmişti. Allah onu kendine resûl olarak seçmişti. O güne kadar "Muhammedü'l-Emin" diye herkesin güvendiği, herşeyini rahatlıkla emanet bıraktığı sevgili babaları şimdi "Muhammedün resûlullah=Allah'ın elçisi" olmuştu.

Yeni gelen Peygamber ve getirdiği dine ilk inanan da sevgili anneleriydi. Peşinden aile efradı olarak Zeyneb, Rukıyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma inandı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile başlayan inananlar halkası hergün genişlemeğe, ve sayıları artmağa başladı. Kureyş müşrikleride bu işin önünü almak için toplantılar yaparak şu karara vardılar:

"Muhammed'i yeni görevinde kendi başına serbest bıraktınız. Onu işinden alıkoymak mı istiyorsunuz? O halde kızlarını geri veriniz de onlarla meşgul olsun. Bu meşgale onu ızdıraba sürüklesin..." dediler.

Kureyş'in azılı müşrikleri bir heyet halinde önce Ebû Leheb'in çocuklarına nişanlarını attırdılar. Ebû Leheb çocuklarına: "Eğer Muhammed'in kızlarını boşamazsanız başım başınıza haram olsun. Sizinle bir daha yüzyüze gelmeyeyim" diye tehdit etti. Utbe Rukıyye'den, Uteybe'de Ümmü Gülsüm'den ayrıldılar. Allah Teâlâ merhametiyle Habibi'nin kızlarını odun hamalının tuzağından, cimri ve uğursuz yaşayışından kurtardı. Şefkat ve rahmet ocağı anne ve babalarına döndüler. Ebû'l-Âs İbni Rebî ise asla Zeyneb'ten ayrılmayacağını söyleyerek Kureyş ileri gelenlerinin tekliflerini reddetti.

Kureyşlilerin tuzakları boşa çıktı. Onların düşündükleri gibi kızlarının geri verilmesi Rasûlullah (s.a.)'i davetinden alıkoymadı. İşi sarpa sarmadı. Hatta daha da hayırlı oldu. Zira Allah Teâlâ, Rasûlü'nün iki genç yavrusuna eski kocalarından daha hayırlı sâlih, kerîm, asîl bir aileye mensub, zengin, yumuşak huylu, iyi ahlâklı ve İslâm'a ilk giren sekiz kişiden ve Cennetle müjdelenen on sahâbîden biri olan Osman İbni Affan (r.a.)'ı nasîb etti. İki Cihan Güneşi Efendimiz onunla Rukıyye (r.anhâ)'yı evlendirdi. Kendilerine dua etti. Allah Teâlâ'dan bereket vermesini niyaz eyledi.

Kureyş müşrikleri bu olup bitenler karşısında daha da hırçınlaştı. Müslümanlara bir iyilik dokunmasını istemiyorlardı. Bu sebebten yeni müslüman olanlara eziyetler etmeye başladılar. Kimsesiz, garib müslümanları işkenceler altında inleterek yeni dinin önünü kesmek istediler. Fakat tam tersine hergün İslâm'la buluşanların sayısı artıyordu.

Buna mukabil müşriklerin de eza ve cefaları akla hayale gelmeyecek şekilde devam ediyordu. Sevgili Efendimiz ashâbının çektiklerini gördükçe üzülüyor ve Rabbısına sığınıyordu. Bir müddet sonra Habeşistan'a hicret etmelerine izin verildi. İlk hicret kafilesinde sevgili damadı Hz. Osman ile sevgili kızı Rukıyye'de vardı. Vatandan, âileden ve rahmet pınarı Efendimiz'den ayrılmak onlar için ne kadar zordu. Fakat müşriklerin zulmüne de dayanılacak gibi değildi. Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimiz  vedalaşırken şunları söyledi:

"Allah onların yardımcısı olsun. Osman Allah yolunda, Lût'tan sonra ailesiyle hicret edenlerin ilkidir." buyurdu.

Necâşî'nin ülkesine yerleşen muhacirler emniyet ve güven içerisinde ibadetlerini yapmaya, inançlarını rahatlıkla yaşamaya başlamışlardı. Tek üzüntüleri geride bıraktıkları aileleri ve din kardeşleriydi. Rukıyye (r.anhâ)'nın yorgunluktan dolayı sağlık ve sıhhati de bozulmuştu. Bu sebepten ilk çocuğu düşük olmuştu. Kendisi de çok zayıflamıştı. Bu halde iken insan ilgiye muhtaçtı. Hz. Osman (r.a.) da hanımına karşı ilgisini, sevgisini ve hizmetini hiç eksik etmedi. Gurbetçi yalnızlığını hissetirmedi. Hanımına şefkatli bir eş olarak merhametle davrandı. Elemini kederini gidermek için gayret etti. Ona daima manen destek oldu. Moralini yüksek tutmağa çalıştı. Bu arada Mekke'den muhâcirleri sevindirecek haberler gelmeğe başladı. Müşriklerden bazısının İslâm'a girdiği şâyiası yayıldı. Peygamberle beraber Kâbe'de secde ettikleri söylentileri ortalığı kapladı. Bu haberler Habeşistan' a da ulaşınca ashabtan bazıları Mekke'ye geri döndüler. Hz. Osman ile Rukıyye (r.anhâ) da dönenler arasındaydı. Halbuki hadisenin aslı yoktu. Sadece şöyle bir olay geçmişti:

"Sevgili Peygamberimiz Necm Sûresini okurken; "Allah'ı bırakıp taptığınız Lât'ın, Uzza'nın ve üçüncüsü olan diğer Menât'ın zerrece kudretleri var mı? Bize haber verin." âyeti geçmişti. Müşrikler  okunan ayetlerin manasının anlaşılmaması için yüksek sesle şamata yapıyorlardı. Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz sûrenin sonuna gelince secde âyetini okudu ve secdeye kapandı. Müşrikler de putlarının adı geçtiği için secdeye vardılar. Onların da aynı anda secde edişleri müşriklerin müslüman olduğu şeklinde yorumlar yapılmasına sebep oldu.

Bu asılsız haberleri duyarak Habeşistan'dan dönen muhacirler vatanlarına geldiklerinde hiç bir şeyin değişmediğini, işkencelerin devam ettiğini gördüler. Himaye altında Mekke'ye girdiler. Rukıyye (r.anhâ) baba evine geldi. Kardeşleri Ümmü Gülsüm ve Fâtıma ile hasret ve muhabbetle kucaklaştılar. Gözyaşları içerisinde tekrar kavuştuklarına şükrettiler. Fakat Rukıyye (r.anhâ) annesini göremiyordu. Kardeşlerine soruyor bir cevap alamıyordu. Sadece hıçkırık ve gözyaşları içerisinde birbirine sarılıyorlardı. Akan gözyaşları Rukıyye'ye doğru cevabı vermişti. Anneciğinin Refik'i Â'lâ ya uçtuğunu anlayınca hıçkırıktan boğazı düğümlendi. Derin bir sûkuta büründü. Ne yapabilirdi ki, Allah'ın hükmüydü. Kaza ve kadere inanan insan ancak sabrederdi. Rukıyye (r.anhâ) da sabır ve metanetle anneciğinden ayrılmanın acısını gönlüne gömdü.

Bundan sonra Mekke'de kalması uzun sürmedi. Medine'ye hicret izini verilmişti. Müslümanlar ikinci hicret yurduna yönelmişlerdi. Onlar da aile olarak tekrar Medine'ye hicret ettiler. Böylece Allah yolunda iki hicret sevabı kazandılar.

Rukıyye (r.anhâ) ikinci hicret yurdu Medine'de oğlu Abdullah'ı dünyaya getirdi. Bu yavrunun doğumuyla ilk çocuğunu kaybetmenin acısını unutmaya çalıştı. Medine'de huzur içerisinde günlerini geçiriyordu. Artık İslâm kardeşliği kurulmuş. Muhacir ve Ensar birbirine kenetlenmiş adeta yek vücut olmuşlardı. Çileli hayat sona ermiş gibiydi. Abdullah da gün geçtikçe büyüyor ve etrafa neşe saçmağa devam ediyordu. Lâkin dünya imtihan yeriydi. Rukiyye (r.anhâ)'ın imtihanları çetin geçmekteydi. Birgün hiç beklenmedik bir hadise oldu. Beşikteki çocuğun yüzünü bir horoz gagaladı. Abdullah'ın yüzünü yaraladı. Yüz kısmındaki yaralar kısa zamanda yayıldı. Etrafı yara-bere içerisinde kaldı. Mikrop kapan ve önü alınamıyan bu yaralardan çocuk kurtulamadı. Birkaç gün içinde Abdullah dünyasını değiştirdi.

İbtilâların üst üste gelmesi Rukıyye (r.anhâ)'nın sıhhatini bozdu. Abdullah'tan başka çocuğu da yoktu. Sonradan da olmadı. Bu sıkıntılar onun ateşinin yükselmesine ve Humma hastalığına yakalanmasına kadar sağlığını etkiledi. Bu arada Bedir'de düşmanı karşılamak için cihad çağrısı yapılmakta idi. Hz. Osman (r.a.) bu davete icabet etmeyi arzulamışdı. Fakat hanımı Rukiyye (r.anha)'nın durumu ciddi idi. Ateşi ve rahatsızlığı gün geçtikçe artıyordu. Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz Hz. Osman'a orduya katılmamasını hanımının yanında kalmasını işaret buyurdu. İyileşmesi için elinden gelen gayreti gösteren Hz. Osman (r.a.) hanımının gözünden gözünü ayırmadı. Hizmetinden uzakta kalmadı. Kul olarak yapabileceğini geriye bırakmadı. Lâkin yazılan vakit gelince o yüce kudrete teslimiyetten başka çare kalmamışdı. Onun sevgi dolu gözlerinin solduğu, ruhunun nâzenin vücudunu terk ettiği sıralarda Bedir Savaşı'nın zafer müjdeleri geldi.

Hz. Rukıyye Peygamberimizin ilk vefat eden kızıydı. Daha henüz 22 yaşlarındaydı. Cenazesini Ümmü Eymen (r.anhâ) yıkadı. Medine halkı Bakî kabristanına taşıdı ve oraya defnedildi. Savaştan dönen Resûl-i Ekrem (s.a.) kabrin başına geldi ve kızına duâ ve niyazda bulundu. Oradan Hz. Osman (r.a.)'ın evine gitti. Onu da teselli etti. Hanımlar gözyaşları içerisinde kendini tutamıyarak ağlıyorlardı. Hz. Ömer (r.a.) müdahale etmek isteyince iki Cihan Güneşi Efendimiz: "Ömer! Bırak onları! Kendi hallerine bırak! Ölüye karşı duygular göz ve kalble ifade edilirse bu Allah'tan'dır. Onun merhametindendir. El ve dil ile yapılırsa şeytandandır." buyurdular.

Allah Teâlâ Hazretleri Resûlünün iki hicret sahibi kızı Rukiyye (r.anhâ) ile iki nur sahibi Hz. Osman (r.a.)'dan râzı olsun. İmanının, cihadının ve çektiği çilelerin mükâfatını en iyi şekilde versin. Bizleri de şefaatlerine nâil eylesin. Amin

Kaynak: Mustafa Eriş, Altınoluk Dergisi

20 Mayıs 2020 Çarşamba

HZ. SAFİYYE (r.anha)




"Ümmehâtül-Mü'minin" (Mü'minlerin anneleri)'nden biri olan Safiyye, Huyeyy b. Ahtab adında Medine'deki yahudilerden Madiroğulları kabilesi reisinin kızıydı. Huyeyy, Hz. Peygamber (s.a.s)e karşı müşriklerle işbirliği görüşmeleri yapan ve bundan dolayı müslümanlar tarafından Medine'den uzaklaştırılan Nadiroğulları'nın lideriydi. Bu zorunlu göçten sonra bu kabilenin bir kısmıyla Hayber tarafına gitmişti. Ahzab savaşında, Huyeyy de hücum edenlerle beraber gelmiş ve Kureyzaoğullarını müslümanların aleyhine kışkırtmak için onların kalelerine girmiş, sonra da onların uğradığı akibete uğramış ve orada öldürülmüştü. Huyeyy'in kızı olan Hz. Safiyye'nin annesinin adı Durra idi.

Safiyye, önce kendi kabilesinden Sellam b. Miskem ile nikahlanmış; bir süre sonra boşanarak Kinâne b. Ebi Hukayk ile evlenmişti. Bu eşi de Hayber savaşında öldürülenler arasındaydı. Ayrıca yine bu savaşta Safiyye, eşi ve babasıyla birlikte kardeşini de kaybetmişti. Safiyye savaş esirleri arasındaydı. Bazı kaynaklar Safiyye'nin asıl isminin Zeyneb olduğunu kaydeder. Arabistan'da reislere veya hükümdarlara düşen ganimet hissesine "Safiyye" denildiği ve bu sebeple, Zeyneb de Hayber savaşında esir olarak Rasûlüllah (s.a.s)'in hissesine düştüğü için ona "Safiyye" denilmişti. Esirler toplandığı zaman Dihyetül-Kelbî, Hz. Peygamber (s.a.s)'den bir cariye istemiş. O da Safiyye'yi vermişti. Ashabtan birinin, Safiyye'yi peygamberimizin almasının daha uygun olacağını, zira bir reis kızı olduğu için mevkiinin bunu gerektirdiğini söylemesi üzerine, Safiyye'yi geri almış, ona da başka bir cariye vermişti.

Hz. Peygamber, Yahudiler ile bir anlaşma imzaladıktan sonra Safiyye'ye İslâm ve Yahudilik hakkındaki görüşünü sordu. "Ey Allah'ın Rasûlü! islâmı arzu etmiş ve sen davet etmeden önce seni tasdik etmiştim. Babam da senin davanın doğruluğunu itiraf ederdi. Fakat ırkçılık onu götürdü.

Ben Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin Allah'ın Rasûlü olduğuna kesinlikle inanıyorum" cevabını alınca onu âzad ederek onunla evlenmişti.

Hz. Peygamber (s.a.s), yeni hanımını yakından tanımaya fırsat bulabildiği ilk gece onun yanağında yeşil bir benek gördü. Sorması üzerine Safiyye'nin cevabı şu olmuştu: "Bir süre önce rüyamda, gökteki ayın yerinden ayrılıp göğsümün üzerine düştüğünü gördüm; bunu kocama anlattığımda o" Sen şu Medine kralı ile evlenmek istiyorsun" dedi. Ben ise senin hakkında o sırada hiç bir şey duymamıştım. Buna rağmen tutup suratıma şiddetli bir şamar indirdi; İşte bunun izi hâlâ devam etmektedir".

Hz. Muhammed (s.a.s) düğününün yapıldığı gece, eşini kabilesinin uğradığı zarar ve kayıplar konusunda teselli etti ve Hayberlilerin kendisini bu konuda zorladıklarını izaha çalıştı. İslâm'a ve onun peygamberine karşı çok samimi hislerle bağlı olan Hz. Safiyye, aynı zamanda asil, zeki, güzel ve dindar bir kadındı. Özellikle tutumluluğuyla tanınırdı. Diğer bir hususiyeti de pişirdiği yemeklerdi. Hz. Safiyye'nin mutfağında pişen yemekler, onun aile fertleri, yani ehl-i beyti arasında çok beğenilirdi. Öte yandan, Hz. Peygamber (s.a.s)'den birkaç hadis rivayeti de vardır. Rasûlüllah da Hz. Safiyye'ye hürmet ve sevgide özen gösterirdi. Bir gün, bir seyahat esnasında Hz. Safiyye'nin devesi hastalanmış Hz. Peygamber (s.a.s) de, Hz. Zeyneb'e, develerinden birini ona ödünç vermesini istemiş, ancak o "Devemi bir Yahudi asıllıya mı vereyim?" demişti. Hz. Peygamber (s.a.s) onun bu sözünden çok müteessir olmuş ve Hz. Zeyneb ile iki ay görüşmemişti.

Hz. Safiyye H. 50/ M. 670 yılında vefat etmiştir. Rasûlüllah (s.a.s)'ın vefatından sonra, uzun bir ömür sürmüş olan Hz. Safiyye, ölüm döşeğinde iken, sahip olduğu mallarının üçte birini, Yahudi dininde ısrar edip kalmış olan bir yeğenine vasiyet etmişti. Zira islâm hukukuna göre, gayr-i müslim akrabaya sadaka câizdi. Bu durumda mirastan hisse almaya hak sahibi olmayanlar için vasiyette bulunmak mümkündü. Ancak bazı müslümanlar bu vasiyetin yerine getirilmesine karşı çıktılarsa da, Hz. Muhammed (s.a.s)'in bir diğer eşi ve döneminin hukuk otoritesi Hz. Aişe; lehine vasiyet yapılanın tarafını tutacak bir biçimde araya girerek, vasiyetin yerine getirilmesinin islâm hukukuna uygun olacağını ifade etti. Halbuki Hz. Aişe ile Hz. Safiyye, Hz. Peygamber (s.a.s)'in sağlığında zaman zaman dargın durmuşlar, ancak dargınlıklarına hemen son vererek helâlleşmişlerdi.

Hz. Safiyye Medine'de Baki' mezarlığında toprağa verilmiştir (İbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübrâ, Beyrut (ts.), VIII,120-129; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1980, II, 740-741; Mevlana Sıbli, Asr-ı Saadet, çev. Ö. Rıza Doğrul, İstanbul 1981, II, 162-163)

Hz.rübeyyi binti nadr (r.anha)

  Kardeşi büyük sahabe Hz. Enes bin Nadr’ı Uhud’da ve oğlu Hz. Hârise bin Suraka’yı da Bedir’de şehit vermiştir. BABASI: Nadr İbni Damdam. ANNESİ: Hind Binti Zeyd.
Kardeşi büyük sahabe Hz. Enes bin Nadr'ı Uhud'da ve oğlu Hz. Hârise bin Suraka'yı da Bedir'de şehit vermiştir.

BABASI:

Nadr İbni Damdam.

ANNESİ:

Hind Binti Zeyd.

NESEBİ:

Rübeyyi' Binti Nadr İbni Damdam İbni Zeyd İbni Harâm.

Adiyy İbni Neccâr kabilesinden olmakla birlikte Resûlullah'ın anne tarafından akrabasıdır.

KÜNYE VE LAKABLARI:

Oğlu Hârise'ye izafeten künyesi Ümmü Hârise olmuştur.

ŞEMAİLİ VE AHLÂKI:

Sabırlı, metanetli, en zor zamanında bile Allah'a isyandan kaçınıp tam tevekkül eden bir hanımefendidir.

HAYATI:

Hz. Rübeyyi' (r.anha), Uhud şehitlerinden Hz. Enes İbni Nadr'ın kız kardeşi, Hz. Resûlullah'ın (aleyhissalatu vesselam) yakın hizmetkârı Hz. Enes İbni Mâlik'in halası ve Bedir şehitlerinden Hz. Hârise İbni Suraka'nın da annesidir.

Kendisi gibi Ensarî olan Suraka bin Hâris ile evlenmiştir. Bu evlilikten Hârise İbni Suraka dünyaya gelmiştir. Oğlu Hârise çok genç yaşta iken Bedir muharabesine iştirak etmiş ve şehit olmuştu. Rübeyyi'nin oğlu Hârise şehit olunca, Resûl-i Ekrem'in (aleyhissalatu vesselam) yanına gidip: "Yâ Resûlallah! Harise'nîn benim yanımdaki yerini bilirsin. Eğer Hârise cennette ise, sabr edeyim, rahat rahat gönlümü hoş tutayım. Yoksa ah ü zâr ile günlerimi geçireyim" der. Resûlullah (aleyhissalatu vesselam) ise: "Emin ol ki, Firdevs-i a'lâ'da yer bulmuştur" buyurunca Rübeyyi': "Ne mutlu oğluma!" diyerek sevincini izhâr ederek büyük bir metanet gösterir.

Hz. Rübeyyi' oğlu Hârise'ye çok düşkündü. Hz. Hârise'de (r.a) annesine bağlıydı. Üsdül-gâbe'de onun için: "Validesine olan itaati, iyi muamelesi son derece büyüktü" diye geçer.

Hz. Rübeyyi'nin kardeşi Hz. Enes bin en-Nadr Uhud savaşında şehit edilmişti. Şehit olduğunda vücudunda seksen dört tane yara vardı. Hz. Rübeyyi' şehit kardeşi için: "Kardeşimi ancak parmaklarından tanıyabildim" der.

Bu mübarek kadın hem küçük yaştaki oğlunu hem de kardeşini Allah yolunda şehit vermiş ve hiç bir taşkınlık yapmayıp Allah'a hamd etmiştir. Acaba bizler aynı durumda olsak nasıl tepki gösteririz… Bu yüksek ruhlu ve yüksek karakterli hanımlardan örnek almamız gereken pek çok özellik olduğunu hatırımızda tutmalıyız…

HAKKINDAKİ HADİSLER:

v     Bir defasında Hz. Rübeyyi' bir kadınla kavga etmiş ve bu kavga neticesinde Hz. Rübeyyi' dövdüğü kadının dişini kırmıştı. Dövülen taraf kısas tatbiki istemişti fakat Hz. Rübeyyi' ve ailesi kısas yapılmasını istemiyorlardı. Mesele Resûlullah'a (aleyhissalatu vesselam) ulaştı. Peygamberimiz de: "Kısas, Allah'ın yazılı kanunudur" buyurdular. Rübeyyi'nin kardeşi Hz. Enes İbnu'n-Nadr ise: "Rübeyyi'nin dişi mi kırılacak? Seni hak ile gönderene yemin olsun, Rübeyyi'nin dişi kırılamaz" dedi. Peygamberimiz (aleyhissalatu vesselam) tekrar: "Kısas, Allah'ın yazılı kanunudur" buyurdu. Enes bin Nadr tekrar: "Rübeyyi'nin dişi mi kırılacak? Hayır, seni hak ile gönderene yemin olsun. Onun dişi kırılamaz" der. Karşı tarafta kısasta ısrar etmektedir. Resûlullah Efendimiz de tarafların arasını bulmaya çalışır ve kısas değil de diyet ödenmesini teklif eder. Karşı taraf diyeti kabul eder ve bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalatu vesselam): "Allah'ın kullarından öyle kimseler vardır ki bir meselede Allah üzerine yemin etse, Allah onu yemininde kesinlikle doğru çıkarır" buyurur.

19 Mayıs 2020 Salı

Hz. Safiye (r.a)



Hazret-i Safiyye radıyallahu anhâ Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizin sevgili halası...
Hazret-i Hamza (r.a.)'ın kızkardeşi... Zübeyr İbni Avvam (r.a.)'ın anneciği... İlk müslümanlardan... Cesâret ve şecâat sâhibi bir hanım sahâbî... Elinde kılıcıyla savaşa katılan ilk İslâm kadını...

O, Abdülmuttalib'in kızıdır. Annesi, Hâle binti Vehb'dir. Resûl-i Ekrem (s.a.)'in teyzesi, Hazret-i Âmine'nin de kızkardeşidir. Cahiliyye devrinde Hâris İbni Harb ile evlendi. Bir oğlu oldu. Hâris öldükten sonra Hz. Hatice annemizin kardeşi Avvam İbni Huveylid ile hayat kurdu. Bu evlilikten üç oğlu oldu. Zübeyr, Sâib ve Abdülkâbe.

Hazret-i Safiyye yeğeni Sevgili Peygamberimizi çok seviyordu. Onu küçük yaşından beri bir anne şefkatiyle bağrına basdı. Ona annesizliğini hissettirmemek için elinden gelen fedakârlığı yaptı. Onun ileride insanlar arasında mühim bir hizmet göreceğini tahmin ediyor ve sabırsızlıkla büyümesini bekliyordu.

Mekke'de dost düşman herkes yeğeni Muhammed'i seviyor ve ona tereddütsüz güveniyordu. Kureyşli'ler tarafından Ona "Muhammedü'l-Emîn" lâkabını vermişlerdi.

Aradan yıllar geçti. Sevgili yeğeni peygamberlikle vazifelendirildi. İnsanları İslâm'a davete başladı. Allah Teâlâ "Önce en yakın akrabanı uyar. Sana uyan müminlere merhamet kanadını indir (yumuşak davran)." (Şuâra Sûresi 214-215) âyetini indirdi.

Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz akrabalarını topladı ve:

"Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Haşimoğulları! Ey Abdülmuttalib oğulları! Kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Muhammed'in Kızı Fâtıma! Ey Abdulmuttalib'in kızı Safiyye! Kendini ateşten kurtar. Ben size Allah'tan gelecek bir zararı önleyemem. Ama benim malımdan dilediğinizi isteyin." buyurdu.

Hz. Safiyye ile oğlu Zübeyr birlikte İslâm'la şereflendiler. İmana gelmekte hiç tereddüt göstermediler. Sevgili Peygamberimize büyük destek verdiler. İslâm'ın yayılması için canla başla çalıştılar. Hz. Safiyye, kardeşi Ebû Leheb'in müslüman olması için de çok gayret etti. Fakat kaderin garib bir tecellisidir ki, Ebû Leheb sevgili yeğenine düşmanlık etmekte başı çekti. Müslümanlara işkence yaptı. Rasûlullah (s.a.) efendimize engel olmak istedi. Hakaretler, eziyetler yaptı. Hatta zorbalığa kalkıştı. Hz. Safiyye (r.anhâ) yeğenini devamlı müşrik kardeşlerine karşı korumağa çalıştı. Birgün Ebû Leheb'in sevgili yeğenine hakaret ettiğini, gönlünü incittiğini duydu. Doğru onun yanına vardı. Akrabalık, amcalık gururunu okşayarak:

"Ebû Leheb!... Kardeşinin oğlunu ve onun dinini yardımsız bırakmak sana yakışır mı? Ehl-i kitab âlimleri Abdülmuttalib'in soyundan bir peygamber çıkacağını bildiriyorlar. İşte o peygamber yeğenimiz Muhammed'dir" dedi. Ebû leheb'in akrabalık damarlarını harekete geçirerek onu İslâm'a kazanmak istedi. Fakat her şey nasîb meselesiydi. Ebû Leheb'in gözünü kin ve öfke kaplamıştı. Kardeşinin bu yaklaşımına: "Zâten kadınların sözleri erkeklere ayak bağıdır." diyerek aşağılayıcı bir tavır sergiledi. İnadından kibir ve gururundan imana gelemedi. Herkesin sevgilisi yeğenini sevemedi. Üstelik onun karşısında cephe aldı. Ebu Leheb'e laf anlatmanın, hak ve hakikatı kabul ettirmenin mümkün olmadığını anlayan Hz. Safiyye mahzun bir şekilde oradan ayrıldı.

Hz. Safiyye kardeşini Rasûlullah (s.a.) efendimize yardımcı olmaya ikna edemedi. Fakat oğlu Zübeyr ibni Avvam'ı onun bir fedâisi olacak tarzda yetişmesi için özel gayret gösterdi.

O, disiplinli bir anneydi. Çocuğunun eğitimini sıkı takip ederdi. Sevgisini şefkatini her fırsatta ona hissettirirdi. Fakat yetişmesi için gerekirse kulağını çeker ve hafifçe kaşlarını çatıverirdi. Zira eğitim; disiplin, titizlik ve ciddiyet isterdi. Sevgili hala Zübeyr'i bu özelliklere sahib olarak yetiştirmek için çırpındı durdu.

Gerçekten de Zübeyr genç yaşta İslâm'ın kahraman bir fedâisi oldu. Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimizin: "Her peygamberin havârisi, yardımcısı vardır. Benim de havârim Zübeyr'dir." iltifatına mazhar oldu. Sağlığında Cennetle müjdelendi. Sevgili hala Hz. Safiyye (r.anhâ) gayretlerinin neticesi olarak hayatta iken cennetle müjdelenen on sahâbîden birine anne olma şerefini elde etmiş oldu.

O, Allah ve Resûlû yolunda hiçbir fedakârlıktan geri durmadı. Canıyla malıyla İslâm'ın yayılması için çalıştı. Mekke'de müşriklerin zulmü artınca oğlu Zübeyr ile birlikte Medine'ye hicret etti. Sevgili yeğeni Resûl-i Ekrem (s.a) efendimizi orada da yalnız bırakmadı.

O, gözü pek, cesûr ve korkusuz bir İslâm hanımıydı. Müthiş bir şecâat ve metânete sahibdi. Hanım sahâbîler arasında harbe iştirak eden ilk İslâm kadını idi. O, müşrik bir erkeği öldüren ilk müslüman hanım olarak tarihe geçmiştir.

Olay şöyle nakledilir: İki Cihan Güneşi Efendimiz Uhud harbine çıkacağı zaman ailelerini ve akrabası bulunan kadınları, kızları, çocukları toplayıp Medine'deki köşklerin en sağlamı ve en yükseği bulunan Hassan İbni Sâbit'in evine yerleştirmişti. Yaşlı ve sakat olduğu için de Hassan'ı savaşa götürmeyip evde bırakmıştı.

Uhud harbinin kızıştığı sırada bir yahudi fırsat bilip kadınların bulunduğu eve yaklaştı. Savunmasız insanları öldürmek istedi. Bunu farkeden Hz. Safiyye (r.anhâ) derhal Hassan'a durumu bildirdi. "-Şu yahûdinin yanına var da onu gebert" dedi. Hassan hem yaşlı hem de rahatsızdı. Bana:

"Ey Abdülmuttalib'in kızı, Allah seni esirgesin. Ben onun yanına inecek kadar kuvveti kendimde bulsaydım Resûl-i Ekrem (s.a.) ile Uhud'a gider ve müşriklere karşı savaşırdım." dedi. Bunun üzerine vazife kendisine kalan Hz. Safiyye (r.anhâ) bir çadır direğini veya bir sırığı alıp aşağıya indi. Adamın kaçmaması için kapıyı yavaşça araladı. Birden sırığı başına indirdi. Yahûdi yediği darbe sonucu bir daha kalkamadı ve öldü.

Hz. Safiyye (r.anhâ) böylece büyük bir tehlikeyi önledi. Sonra evin en yüksek yerine çıktı ve harb meydanını gözetlemeye başladı. Müslümanların gevşediğini gördü. Hatta mağlubiyet haberleri gelmeğe başladı. Kalbine bir sızı düştü. Sevgili yeğenine müşriklerin bir zarar vermesinden endişelendi. Nihayet dayanamayıp eline bir kılıç aldı ve birkaç kadınla Uhud yolunu tuttu.

Karşılaştığı ilk mücâhide Rasûlullah (s.a.)'in sağlığını, sıhhatini sordu. Sağ olduğunu fakat kardeşi Hamza'nın şehid edildiğini öğrendi. O bir elinde kılıç öbür elinde mızrağı ile ve intikam alma hırsıyla savaş meydanına doğru koşmağa başladı. Şehid kardeşinin cesedini görmek istiyordu.

Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz sevgili halasının elinde kılıç ve mızrağıyla geldiğini görünce oğlu Zübeyr'e:

"Anneni geri çevir. Kardeşi Hamza'nın cesedini görmesin" buyurdu. Zübeyr (r.a.) koşup annesini karşıladı ve:

"Anne, anneciğim!.. Rasûlullah (s.a.) senin geri çekilmeni söylüyor." dedi. Fakat Hz. Safiyye (r.anhâ) hiç olmazsa kardeşinin cesedini görmek istiyordu. Büyük bir teslimiyet ve sabır içerisinde oğluna:

"Şayet kardeşime yapılanı görmeyeyim diye geri döneceksem, ben onun kesilip parçalandığını öğrenmiş bulunuyorum. Kardeşim bu felâkete Allah yolunda uğradı. Bundan daha büyük bir makam var mı? Biz Allah yolunda bundan daha fazlasına uğramaya da rıza gösteririz. İnşaallah sabredecek ve sevâbını Allah'tan bekleyeceğim." dedi.

Hz. Zübeyr (r.a.), annesinin ısrarını ve söylediklerini gidip İki Cihan Güneşi efendimize haber verdi. Sevgili halasının metânetine ve samimiyetine inanan Efendimiz: "O halde bırakın görsün." buyurdu.

Hz. Safiyye (r.anhâ) elinde kılıç ve mızrağıyla, dehşet saçan bakışlarla Rasûl-i ekrem (s.a.) efendimizi görünce: "Ya Rasûlallah! Anamın oğlu Hamza nerde? diye sordu. Efendimiz de: "O, şehidler arasında." buyurdu. Halasını gözleri yuvasından dışarı fırlamış bir vaziyette intikam hırsıyla dopdolu gören Efendimiz aklî dengesinin bozulmaması ve bir zarar gelmemesi için elini sevgili halasının göğsüne koyarak ona duâ etti.

Hz. Safiyye (r.anhâ) Resûl-i Ekrem Efendimizin duâsıyla biraz sâkinleşti. Kardeşi Hz. Hamza'nın cesedi başına geldi. Âzâları kesilmiş, paramparça vücûdu yanına çöktü. Dehşet verici hâdise karşısında için için ağlamağa başladı. Sessiz sessiz gözyaşlarını gönlüne akıttı. Büyük bir sabır, sükünet ve tevekkül içerisinde metin bir tavırla: "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn = Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz." meâlindeki Bakara Sûresi 156. âyet-i kerîmeyi okudu. Kadere boyun eğmenin enginliğinde sükûnet buldu. Takdire rıza ve teslimiyet gösterdi. Oradan sabır ve hüznün canlı bir örneği olarak ayrıldı.

İki Cihan güneşi Efendimiz sevgili halasının göstermiş olduğu sabır ve metânete pek sevindi. Ona şu müjdeyi verdi.

"Bana Cebrâil aleyhisselâm geldi Melekler katında Hamza'nın "Allah'ın ve Rasûlünün arslanıdır" diye yazıldığını haber verdi"dedi.

* * *

Hz. Safiyye (r.anhâ) metâneti ve kahramanlığı yanında şâirliği ile de tanınmıştı. O korkusuz bir yüreğe sahip olduğu kadar, ince ruhlu ve şiir söylemeye kabiliyetli bir İslâm hanımı idi. Resûl-i Ekrem (s.a.)'in irtihali üzerine söylediği mersiyesi meşhurdur. O şöyle söylemiştir:

"Ey Allah'ın Rasûlü, sen bizim ümit kaynağımızdın,
Sen bize karşı iyilik yapandın, cefa eden olmadın.
Sen esirgeyen, yol gösteren ve öğreten olmuştun,
Allah'ın Resûlüne anam, teyzem ve amcam
Dayım sonra kendi nefsim fedâdır.
Şayet insanların Rabbi, seni bize bıraksaydı
Mes'ud olurduk. Fakat Allah'ın emri geçerlidir.
Allah'ın selâmı sana olsun ya Rasûlallah!
Senden râzı olarak Adn Cennetlerine koysun.

Hz. Safiyye (r.anhâ) Peygamberimizin vefatından sonra on sene daha yaşadı. 20 h. yılda Hz. Ömer (r.a.)'ın hilafeti zamanında 640 m. senede 73 yaşlarında iken dâr-ı bekâya uçtu. Medine'de Baki kabristanlığına defnedildi. Cenâb-ı Hak'tan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin.

Mustafa Eriş
Altınoluk Dergisi

18 Mayıs 2020 Pazartesi

Seffane Binti Hatim (ra)



Seffâne binti Hâtim radıyallahu anhâ cömertliği ile meşhur bir âilenin ferdi...




Rubeyyi binti Muavviz radıyallahu anhâ ilmî ve siyasî toplantılara katılan hanım sahâbîlerden... Medine’de İslâm’ın yayılmasına bilgisiyle, görgüsüyle hizmet eden bir hanımefendi... Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizin evine gelip istirahat ettiği bir bahtiyar hanım!..

O, Medineli olup Hazreç kabilesinin Beni Neccar koluna mensuptur. Babası Muavviz İbni Hâris’tir. Annesi Ümmü Yezid’dir.

Rubeyyi babası ile birlikte müslüman oldu. Amcası Muaz İbni Hâris, Birinci Akabe görüşmesinde İslâm’la şereflenip Medine’ye geldiğinde kardeşi Muavviz İbni Hâris’de anlatılanlardan etkilenip müslüman olmağa karar verdi. Kızı Rubeyyi de, babasıyla birlikte kelime-i şehadet getirerek İslâm’ın ilklerinden oldul

Seffâne binti Hâtim radıyallahu anhâ cömertliği ile meşhur bir âilenin ferdi... Akıllı, zeki bir hanımefendi...

Babasının cömertliği darb-ı mesel haline gelmiş olan Hâtim-i Tâî’nin kızı...

Güzel konuşan, kendini ifadede acze düşmeyen, cesâret sâhibi bir hanım...

Esir düştükten sonra İslâm’la buluşan ve kardeşi Adiy İbni Hâtim’in de müslüman olmasına vesîle olan bahtiyar bir hanım sahâbî!..

O Yemen taraflarında yaşayan Tayy kabilesine mensuptur. Babası cömertliğiyle meşhur Hâtim-i Tâyî’dir. Akıllı bir kadın olan Seffâne binti Hâtim’in İslâm’la buluşması şöyle olmuştur:

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimiz, hicretin dokuzuncu yılında Tayy kabilesi üzerine Hz. Ali (r.a) komutasında bir birlik gönderdi. Tayy kabilesinin meşhur putu Füls’ü yıkıp ortadan kaldırmasını istedi.

Hz. Ali (r.a)’ın Tayy kabilesi topraklarına baskın düzenleyeceğini haber alan Adiy İbni Hâtim, aile efradını alarak Şam taraflarına kaçtı. Kızkardeşi Seffâne ise kabilesi içinde kaldı.

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizin atlıları bu kabilenin topraklarına girince Hz. Ali (r.a) komutasındaki süvariler Tayy kabilesine bir gece baskını düzenledi. Hz. Ali (r.a) halka; “lâ ilâhe illallah” deyin canınızı ve malınızı kurtarın diye ilân ettirdi. Müslüman olanlara dokunulmadı. Kabilenin diğer fertleri toptan esir alındılar. Süvâri birliği bir çok esir alarak, ganîmet ve mallar elde ederek döndüler.

Medine-i Münevvere’ye getirilen esirler Mescid-i Nebî’nin yanında bulunan esirlerin toplandığı yere kondu. İçlerinde Tayy kabilesinin reisi Adiy İbni Hâtim’in kızkardeşi Seffâne binti Hâtim de vardı.

Seffâne akıllı zekî ve özgüvene sâhib bir kadındı. İslâm’a karşı kalbinde bir sıcaklık oluşmuştu. Zira sefer halinde iken, yol boyu gelirken kendisine kötü davranılmamıştı. Rasûlullah (s.a)’in atlılarından hiç bir sert ve kaba hareket görmemişti. İnsanlara şefkat ve merhamet ile muamele ettiklerine şahit olmuştu. Müslümanların bu davranışı ona çok tesir etti. İslâm’ın şefkat ve merhameti onun gönlünde iman nurunun parlamasına vesîle oldu.

O Rasûlullah (s.a) ile görüşmek istedi. Efendimizin huzuruna çıkartıldı.

Bir rivayete göre de Resûl-i Ekrem (s.a) efendimiz esirlerin bulunduğu tarafa doğru gelmişti de Seffâne hemen ayağa kalkıp müslüman olduğunu söyleyip kendisini tanıtmıştı. Şöyle ki:

“Ya Rasûlallah! Ben Hâtem-i Tâî’nin kızıyım. Şüphesiz babam kendisine sığınanları korur, ihtiyaç sahiplerine yardım eder, açları doyurur, yemek yedirir, kendisinden bir şey isteyeni reddetmezdi.” dedi. Sözüne devam ederek:

“Şimdi babam öldü. Kılavuzum, ortadan kayboldu. Bana lütufta bulun. Beni esaretten kurtarmanı senden rica ediyorum.” dedi.

İki Cihan Güneşi efendimiz ona:

“ – Senin kılavuzun kim?” diye sordu.

O da:

“ – Adiyy İbni Hâtim” dedi.

Resûl-i Ekrem (s.a) efendimiz:

“– Şu Allah ve Resûlünden kaçan Adiyy İbni Hâtim mi?” dedi ve yürüyüp geçti.

Ertesi gün Rasûlullah (s.a) Mescidden dışarı çıktığında yine esirlerin toplandığı yerden geçiyordu. Seffâne binti Hâtim tekrar ayağa kalktı ve:

“ – Ya Rasûlallah babam öldü. Elçi ortadan kayboldu. Bana yardım eyle. Esaretten kurtar. Memleketime gönder.” dedi.

Fahr-i Kâinat (s.a) efendimiz Seffâne (r. anhâ)’nin bu samîmi isteğini yerine getirmek üzere şöyle cevap verdi:

“ – Tamam. Fakat gitmekte acele etme. Kavminden güvenli bir kimse gideceği zaman bana haber ver.” buyurdu.

Seffâne binti Hâtim (r. anhâ) İslâm’la şereflenişinin ve Resûl-i Ekrem (s.a) efendimizden izin çıkmasının sevinciyle döneceği günü beklemeye başladı.

Nihayet memleketlerinden bir kervanın geldiğini duydu. Onlarla güven içerisinde gidebileceğini düşünerek hemen Fahr-i Kâinat (s.a) efendimizin huzuruna çıktı ve:

“ – Ya Rasûlallah! Beni götürecek, güvendiğim insanlardan bir kervan geldi.” dedi.

İki Cihan Güneşi efendimiz Seffâne binti Hâtim (r. anhâ)’ya bir deve hazırlattı. Ona yiyecek, içecek ve giyecek verdi. Türlü hediyelerle onu uğurladı.

Seffâne (r. anhâ) samimi bir müslüman olarak memleketine dönüp ailesinin ve kabilesinin İslâm’a girmesini arzu ediyordu.

Bunun için Şam taraflarına kaçan kardeşine ulaşmak üzere kervanla Suriye’ye gitti. Orada Adiyy İbni Hâtim’i buldu.

Olan biten, başından geçen hadiseleri bir bir kardeşine nakletti. Anlatılanları dikkatle dinleyen Adiyy İbni Hâtim’de bir merak uyandırdı. Seffãne (ranhâ) Sözüne devam ederek Rasûlullah (s.a)’in şefkat, merhamet, afv ve mûsâmahasına, cömertliğine hayran kaldığını söyledi. Kendisine karşı nâzik davranışlarından, hediyelerle uğurlayışından bahsetti.

Seffâne (r. anhâ) akıllı ve zekî bir hanım olduğu için kardeşi Adiy İbni Hâtim ona güvenirdi. Onun sözlerine değerlendirmelerine önem verirdi. Allah Rasûlünü görmüş birisi olarak kardeşine özel bir soru yöneltti ve:

“ – Şu zâtın işi hakkındaki görüşün nedir?” dedi.

Seffâne (r. anhâ) bu soru ile kardeşinin gönlünün İslâm’a ısındığını anladı. Eski inadının kalmadığını, kin ve öfkesinin söndüğünü düşündü. Adiyy İbni Hâtim’in onurunu okşayarak, tatlı dil ve yumuşak bir üslûbla onun aklına hitab ederek şöyle konuştu:

“Vallahi ey kardeşim, senin ona acele iltihak etmeni düşünürüm. Ona süratle katılmanı uygun görürüm.

Eğer o gerçekten bir peygamber ise ona önce giden için bir fazilet vardır. Ona tâbi olmakta başkalarının önüne geçmen senin için bir fazilet ve üstünlükdür.

Eğer o bir hükümdar ise, onun sâyesinde Yemen’deki saltanatını kaybetmez, seçkin insanlar içinde kalırsın. Hor ve hakir bir duruma düşmezsin! Artık karar sana aittir!” dedi.

Adiy İbni Hâtim’in kalbine çok tesir eden bu sözler onun zihninde yer etti. Onu düşünmeye sevk etti. İslâm’a yönelişini sağladı. İman nurunun kalbine girmesine ve gönlünde güzel ufuklar açılmasına vesîle oldu. Kızkardeşi Seffâne’ye cevap olarak:

“ – Vallahi söylediklerin yerinde bir görüştür. Ben bu zâta gideceğim. O bir yalancı ise bana zarar vermez. Eğer doğru ise söylediklerini dinler, kendisine tâbî olurum!” dedi.

Adiy İbni Hâtim hiç vakit kaybetmeden yola çıktı. Medine’ye geldi. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizin huzuruna çıktı ve kelime-i şehâdet getirerek İslâm’la şereflendi.

Seffâne binti Hâtim (r. anhâ) akıllı, zekî hareketleriyle konuşmasının güzelliği ve ifadelerinin tesirli olmasıyla tanınmıştı. O, esâret hayatında gösterdiği cesaretle birlikte hem kendisi İslâm’ın nûruna kavuşmuş, hem de kardeşi Adiyy İbnî Hâtim’in bu nur halkasına girmesine vesile olmuştur.

Allah ondan razı olsun.

Cenâb-ı Hak cümlemize Seffâne (r. anhâ) gibi ince düşünceli, zekîce hareket edebilmeyi nasib eylesin. Bizleri dâima şerlere kilit, hayırla anahtar eylesin. Amin