Erkek sahabeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erkek sahabeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ağustos 2021 Pazar

Hz. Peygamber'in Halid b. Said'i Yemen'e Gönderdiği Zaman Ona İnsanları Allah'â Davet Etmesini Emretmesi

 


Halid b. Said şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.v)  beni Yemen'e göndererek şöyle dedi: ‘Araplar içinde hangi kabileden ezan sesini işitirsen sakın onlara hücum etme. İçinde ezan sesi duymadıklarına gelince, onları evvela İslâm'a davet et”[1]


[1] Tabarani (Halid b. Said'den); Heysemi V/307 (Bu hadisin senedinde Yahya b. Abdilhamid el-Hammani vardır. Bu zat zayıftır)

Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu's-Sahabe, sf : 1/101-102.

6 Ağustos 2021 Cuma

İslâm'a Davet Edilmeden Savaşta Esir Düşenleri Hz. Peygamber'in Tekrar Memleketlerine Göndermesi

 



Hz. Peygamber'e Lat ve Uzza'dan (yani bu iki putun yanında ikamet eden kabilelerden) esirler getirildi. Hz. Peygamber (s.a.v)  

‘Bunları esir almazdan önce kendilerini İslâm'a davet ettiniz mi?' diye sordu. Esir edenlerin hayır demesi üzerine Hz. Peygamber (s.a.v)  esirlere hitaben: 

‘Sizi İslâm'a davet ettiler mi?' dedi. Esirler 

“hayır” dediler. Hz. Peygamber (s.a.v)  

‘Bunları serbest bırakınız. Tâki emin oldukları yere varıncaya kadar onları götürünüz' buyurdu. Sonra da Ahzab: 33/46-47, En'am: 6/19. ayetini sonuna kadar okudu”[1]


[1] Beyhaki V/107 (Ubey b. Ka'b'dan) Beyhaki “bu hadisin senedindeki Revh b. Müsafir zayıftır” diyor. Kenzü'l-Ummal, II/297 (Haris bu hadisi, Vaki'den) Vaki'de onları yerlerine kadar götürün ve İslama davet edin ibaresi de vardır.

Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu's-Sahabe, sf : 1/102.

3 Ağustos 2021 Salı

13. FASIL: HZ. PEYGAMBER'İN İNSANLARI ALLAH VE RASÛLÜ'NE DAVET ETMEK İÇİN FERTLERİ GÖREVLENDİRMESİ

 



Rasûlullah'ın Mus'ab b. Umeyr'i Medine'ye göndermesi

- “Ensar, peygamberin sözünü dinlediklerinde ve inandıklarında, nefisleri Rasûlullah'ın davetine inandığında peygamberi tasdik ettiler ve ona iman ettiler. Böylece de hayırlara sahip oldular. Hz. Peygamber'e gelecek yılın hac mevsiminde bir araya gelme sözü verdiler ve kavimlerine döndüler. Medine'den Hz. Peygamber'e şu haber geldi: Tarafından bir kişi bize gönder ki halkı Allah'ın kitabına davet etsin. Böyle olursa halkın tabi olması daha kolaylaşır! Bunun üzerine Hz. Peygamber, Abduddar kabilesinden Musab b. Umeyr'i kendilerine gönderdi. Bu zat Medine'ye vardığında Beni Ğanem kabilesinin ileri gelenlerinden Es'ad bin Zürare'ye misafir oldu. Medinelilere hadis nakleder, Kur'an okuturdu. Mus'ab, Said b. Muaz'ın yanında duruyor, Allah'a davet ediyordu. Allah onun eliyle insanları hidayete erdiriyordu. Ensar'ın hiçbir hanesi kalmadı ki, o hanenin içinde birkaç kişi müslüman olmasın. Ensar'ın eşrafı da müslüman oldu. Amr b. Cemuh müslüman oldu ve putları kırdı. Sonra Mus'ab b. Umeyr, Hz. Peygamber'e dönüp geldi. Ve ona “El Mukrî (Okutucu, kıraat ilminin alimi)” deniliyordu.[1]

- O altı kişi kavimlerine döndüler. Kavimlerini gizlice İslâm'a davet ettiler. Hz. Peygamber'den onlara haber verdiler. Peygamberin hangi vazifelerle gönderildiğini bildirdiler. Ve onlara Kur'an okudular. Öyle ki Ensar'ın hiçbir hanesi kalmadı ki, orada birkaç kişi müslüman olmasın. Sonra Rasûlullah'a haber gönderdiler, bize tarafından bir kişi gönder, halkı Allah'ın kitabı ile İslâm'a davet etsin. Çünkü bu, halkın imana gelmesine daha elverişli olur. Bunun üzerine Peygamber, Mus'ab b. Umeyr'i elçi gönderdi. O da Beni Ğanem kabilesinden Es'ad b. Zürare'ye misafir oldu. Halkı İslâm'a davet ediyor, İslâm da Medine'de yayılıyor, müslümanlar çoğalıyordu. Onlar buna rağmen İslâm'a davetlerinde gizli çalışırlardı. Sonra ravi, Mus'ab'ın Sa'd bin Muaz'ı İslâm'a davet etmesini ve Benî Abdul Eşhel kabilesinin müslüman olmasını zikrediyor. Nitekim bu durum Sa'd'ın daveti hususunda ileride gelecektir.

Sonra ravi diyor ki: “Benî Neccar, Sa'd b. Muaz'ı Medine'den sürdü, çıkardı. Es'at b. Zürare hakkında da çok şiddetli davranmaya başladılar. Bundan dolayı Mus'ab b. Umeyr, Sa'd b. Muaz'ın yanına gitti ve insanları dine davet etmeye devam etti. Halk da onun vasıtasıyla İslâm'a giriyordu. Öyle ki Ensar'ın hanelerinden hiçbir hane yoktu ki orada müslüman olan bulunmasın. Amr b. Cemuh da dahil olmak üzere Medine'nin ileri gelenleri müslüman oldu. Putlar kırıldı, müslümanlar, Medine'nin en kuvvetlileri oldular. İşleri yoluna girdi. Mus'ab b. Umeyr de Rasûlullah'a döndü, Mekke'ye geldi. Ona “el mukrî” deniliyordu.[2]


[1] Ebu Nuaym, Hilye I/107 (Urve b. Zübeyr'den)

[2] Tabarani (Urve'den); Heysemi VI/42 (Senette Leyiha vardır. Bu zatta zaaf vardır. Fakat hadisi hasendir) Ebu Nuaym, Delail, s. 108, Hilye, I/107 (Zühri'den) Onlar Hz. Peygamber'e Muaz b. Afra'yı ve Rafi b. Malik'i elçi olarak gönderirler. Onlar Hz. Peygamber'e bize bir kişi gönder ki, Allah'ın kitabıyla insanları dine davet etsin. Böylesi daha iyi olur. Hz. Peygamber (s.a.v)  Mus'ab b. Umeyr'i gönderdi, ilavesiyle beraber.

Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu's-Sahabe, sf : 1/103-104.

Hz. Peygamber'in Ebu Umame'yi Kabilesi Bahile'ye Göndermesi

 



- Ebu Umame şöyle anlatıyor: Rasûlullah (a.s.m) beni kavmime elçi olarak gönderdi. Onları Allah'a davet edecek, İslâm'ın güzelliklerini onlara arzedecektim. Onlara vardım. Develerini sulamışlar, sağmışlardı ve süt içiyorlardı. Beni gördüklerinde Sudey b. Aclân'a (Ebu Umame'nin ismidir) merhaba dediler. Ve devam ederek 

‘Kulağımıza geldiğine göre sen şu kişiye (yani Rasûlullah'a) iman etmişsin!' Dedim ki: 

‘Hayır ona değil. Fakat Allah'a ve Rasûlü'ne iman ettim. Ve Rasûlullah (a.s.m) beni elçi olarak size gönderdi. Size İslâm'ı ve İslâmî kuralları arzediyorum'.

Biz bu haldeyken onlar bir çanak getirdiler. Onu önlerine koydular, etrafında toplandılar ve yediler. 

“Ey Sudey! Sen de gel” diye beni de çağırdılar. Dedim ki: 

‘Azab olasıca! Şunu (kanı) haram kılan kişinin yanından geliyorum. Ancak Allah'ın buyurduğu gibi kestikleriniz müstesnadır'. Onlar 

“Allah ne dedi?” diye sorunca ben de 

‘Size leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası namına kesilen, boğulmuş, vurulmuş, yukardan yuvarlanmış, boynuzlanmış, canavar tarafından parçalanarak ölü bulunan hayvanlar haram kılındı. Ancak canlıyken yetişip kesmiş olmanız hariç. Dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar, fal oklarıyla kısmet ve şans aramanız dahi haram kılındı... (Maide: 5/3) ayetini indirdi' dedim. Böylece ben onları İslâm'a davet ediyordum, onlar da bundan imtina ediyorlardı. Onlara dedim ki: 

‘Azab olasıcalar! Bana bir yudum su veriniz, çok susadım'. Dediler ki: 

‘Sana su vermeyiz. Sen susuzluktan öleceksin'. Başımda sarığım vardı. Sarığımı iyice sardım. Başımı yere koydum ve sıcak kumlar üzerinde, şiddetli hararette yattım. 

Uyku halinde birisi bana cam bir kadehte -insanlar o devirde ondan daha güzelini görmemişlerdi-, bir içecek getirdi. İnsanlar o içkiden daha lezzetlisini, daha hoşa gidenini görmemişlerdir. Onu bana verdi, içtim. Uykuda onu içtikten sonra uyandım. Allah'a yemin ederim ki, onu içtikten sonra ne susadım ne de susamanın ne olduğunu tanıdım.[1]


[1] Tabarani; Heysemi, Mecma'l IX/387 “Bu hadiste Beşir b. Şureyh vardır ki bu zat zayıftır”. Kenzü'l-Ummal, VII/97 (İbn Asakir'den); Ebu Ya'la (muhtasar olarak) şu ekle beraber “Sonra onlardan birisi onlara şöyle hitab etti: Kavminizin ileri gelenlerinden bir kişi size geldi. Fakat siz ikramda bulunmadınız. Bu kınama üzerine bana süt getirdiler. Artık içmem dedim. Ve onlara karnımı gösterdim. Onlar bu manzara karşısında tümüyle müslüman oldular”. Beyhaki, Delail; İsabe II/182; Hakim, Müstedrek, III/641

Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu's-Sahabe, sf : 1/104-105.

1 Ağustos 2021 Pazar

Hz. Peygamber'in Bir Adamı Benî Sa'd Kabilesine Göndermesi

 



- Ahnef b. Kays şöyle anlatıyor: Kâbe'yi, Hz. Osman'ın halife olduğu dönemde ziyaret ederken Benî Leys'den bir kişi ansızın elimden tuttu ve dedi ki: 

‘Sana müjde vereyim mi?' 

“Evet” dedim. Dedi ki: 

‘Hatırlıyorum, Hz. Peygamber (s.a.v)  beni senin kavmine gönderdiği zaman onları İslâm'a davet ediyordum. Sen de ‘Sen bizi hayra davet ediyor ve hayrı emrediyorsun' diyordun (ve kavmine hitaben de) ‘Kesinlikle bu zat hayra davet ediyor' diyordun. Bu sözün Hz. Peygamber'in kulağına gitti. Hz. Peygamber, 

‘Allah'ım! Ahnef'i yarlığa!' diye dua etti. Onun bu duası kadar bana ümid verici hiçbir şey yoktur.[1]


[1] İsabe, I/100 “Bu hadisi sadece Hz. Ali b. Zeyd rivayet etmiştir. Bu zat ise biraz zayıftır” diyor. Hakim, Müstedrek, III/614; İmam Ahmed; Tabarani; Heysemi X/2. “Ahmed'in ricali sahihin ricalidir. Fakat Ali b. Zeyd hariç. Onun da hadisi hasendir”

Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu's-Sahabe, sf : 1/105.

4 Temmuz 2019 Perşembe

Abbad bin Bişr (r.a.)


Hz. Abbad (r.a.), Ensar’ın ileri gelenlerindendi. Mus’ab bin Umeyr’in vasıtasıyla Müslüman oldu. Bedir, Uhud ve Hendek cihadlarının yanı sıra Peygamber Efendimizle birlikte bütün cihadlara iştirak etti. cihad meydanlarında büyük fedakârlıklar gösterdi.

Bazı sahabiler, cihadesnasında Peygamberimizin yanı başında nöbet bekler, gelebilecek muhtemel bir tehlikeye karşı onu korurlardı. Abbad bin Bişr de, Peygamber Efen­dimizin muhafızlarından biriydi. Uykusuz olduğu, yorgun bu­lunduğu zamanlarda dahi bu hizmetini ifa eder, gönüllü olarak Re­sû­lul­lah’ın muhafızlığını yapardı.

Peygamberimiz, bazı mühim vazifelere Hz. Abbad’ı gönderirdi. O, Re­sû­lul­lah’ın emir­lerini eksiksiz bir şekilde yerine getirir, üzerine aldığı hizmeti başa­rıyla ifa ederdi. Re­sû­lul­lah umre seferinde onu bir süvari birliğinin başında, müşriklerin hareket ve davranışlarını gözetlemek ve keşfetmek için gönderdi. Bir defasında da Benî Mustalık kabilesine Kur’ân öğretmek ve zekât toplamak­la vazifelendirdi. Hz. Abbad, Benî Mus­talıkların yanında 10 gün kaldı. Onlara Kur’ân-ı Kerim okuttu, İslam’ın esaslarını öğretti. Zekâtlarını da alarak mem­nun bir şekilde Peygamberimizin yanına döndü.[1]

Hz. Abbad’ın sabahlara kadar ibadet ettiği geceler çok olurdu. Bir defasında Peygamberimiz, Hz. Aişe’nin evinde geceleyin namaz kılarken Abbad bin Bişr’in sesini duydu. Hz. Abbad mescitte ibadetle meşguldü. Peygamber Efen­dimiz, onun ibadete olan rağbetini görünce, “Allah’ım, Abbad bin Bişr’e rahmet et!” diye duada bulundu.[2]

Abbad bin Bişr, namazlarını son derece huşu içerisinde eda ederdi. O anda kıl­dığı namazın “son namaz”ı olduğunu düşünürdü.

Zâtürrika Seferi dönüşüydü... Hz. Abbad, Peygamberimizin hemen yanı ba­şında bulunuyordu. Vakit geceydi. Re­sû­lul­lah, mücahitlerin istirahat etmesi için mola verilmesini emretti. Muhtemel bir baskına karşı nöbet beklenmesini uy­gun buldu. Bu hizmet için iki gönüllü arıyordu. Sahabilerine sordu:

“Bu gece bi­zi kim bekler?”

Muhacirlerden Ammar bin Yâsir, Ensar’dan da Abbad bin Bişr ayağa kalktılar. Aynı anda ikisi birden:

“Biz bekleriz yâ Re­sû­lal­lah!” diyerek öne atıldılar. Peygamberimiz onlara şu talimatı verdi:

“Öyleyse vadinin ağzında bekleyiniz ve etrafa göz kulak olunuz.”

İki kahraman, vadiye doğru ilerlediler. Hz. Abbad, Ammar’a sordu:

“Gecenin başında mı beklemek istersin, sonunda mı?”

Hz. Ammar, önce beklemeyi kabul etti. Nöbete durdu. Abbad da hemen namaza başladı. Bu sırada çok yorgun olan Ammar uyuyuverdi. Abbad bin Bişr’in, arkadaşının uyuduğundan haberi yok­tu.

Namazına devam ederken, mücahitleri takip eden bir müşrik onu gördü. Bu fırsatı kaçırmak istemedi. Hemen yayına bir ok yerleştirip fırlattı. Müşrikin oku Hz. Abbad’a saplandı. Hz. Abbad, İlahî huzurdaydı. Öyle bir huşu içindeydi ki, vücuduna saplanan ok değil, sanki bir dikendi… Hiç tavrını bozmadı. Eliyle oku çekip çıkardı ve yere bıraktı. Namaz kılmaya devam etti. Üçüncü defa fırlayıp gelen oku da öbürleri gibi eliyle çıkarıp yere koydu, rükû ve secdeye vardı. Selam verdi. Artık iyice hâlden düşmüştü. Gitti, arkadaşını uyandırdı. Hafifçe:

“Kalk, otur! Ben kımıldamayacak hâlde yaralandım.” dedi.

Gözlerini açan Hz. Ammar bir de ne görsün, Abbad’ın her tarafından kanlar boşalıyordu! Durumu anlamıştı:

“Sübhanallah! O müşrik sana ilk oku attığı zaman beni niçin uyandır­madın?!” diye sordu. Hz. Abbad şu karşılığı verdi:

“Ben namazda uzun bir sûreye başlamıştım. Sûreyi bitirmedikçe kesmek is­temedim. Oklar üzerime art arda gelmeye başlayınca, uyandırıp sana haber ver­mek için okumayı kestim, rükûa vardım. Vallahi Re­sû­lul­lah’ın korunmasını emrettiği boğaz ağzını korumayıp kaybetmiş olmaktan korkmasaydım, sûreyi bitirmeden kendim biterdim [ölürdüm]!”[3]

Onların bu konuşmasını fırsat bilen müşrik oradan uzaklaştı.

Peygamberimizin, “Ensar arasında üç kişi çok iyi kimselerdir: Sa’d bin Muâz, Üseyd bin Hudayr ve Abbad bir Bişr…”[4]şeklinde övgüsüne mazhar olan Hz. Ab­bad, sık sık Peygamberimizi ziyaret eder, onun sohbetinden feyiz alırdı.

Bir gün yine Üseyd bin Hudayr ile birlikte Re­sû­lul­lah’ı ziyarete gitmişlerdi. Geç saate kadar nurlu sohbetinde bulundular. Huzurdan ayrıldıklarında ortalık iyice kararmıştı. Birden ellerindeki baston ışık vermeye, yollarını aydınlatmaya başladı. Birbirlerinden ayrılınca ışık ikiye bölündü. Her biri kendi bastonunun ışığında yürüyerek evlerine gittiler.[5]

Abbad bin Bişr, Allah yolunda şehit olmayı çok arzuluyordu. Cenâb-ı Hak, bu sevgili kulunun arzusunu kabul buyurdu, Yemâme cihadı’nda şehitlik merte­besini ona nasip etti.

Hz. Abbad, şehit olmadan bir gün önce Ebû Said el Hudrî’ye (r.a.):

“Ey Ebû Said! Bu gece rüyamda göklerin bana açıldığını, sonra tekrar kapandığını gör­düm. İnşallah şehit düşmeme alamettir…” dedi.

O gün harp başladığında kahra­manca ileri atıldı ve Ensar’a hitaben:

“Ey Ensar! Kılıçlarınızın kınlarını kırın ve bir tarafa ayrılın.” diye seslendi. Bununla, onlardan, şehit oluncaya kadar düş­manla çarpışmalarını istediğini anlatmak istiyordu.

Onun bu çağrısı üzerine Ensar’dan 500 sahabi, diğerlerinden ayrıldılar. Hz. Abbad bu Sahabilerle birlik­te Müseylimetü’l-Kezzâb’ın bahçesine kadar ilerledi. Orada şiddetli bir çarpış­ma oldu. Birçok sahabi şehit düştü. Bunların arasında Hz. Abbad da vardı. Her tarafı yara içerisinde ve tanınmaz bir hâldeydi. Onu, vücudundaki bir alametten tanıdılar.[6]

Allah ondan razı olsun!


_________________________________
[1]Tabakât, 2: 95, 161-162.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 3: 100.
[3]Sîre, 3: 218-219.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 3: 100.
[5]Tabakât, 3: 606.
[6]Tabakât, 3: 441.

2 Temmuz 2019 Salı

Abbas bin Ubâde (r.a.)


Hicret’ten önceydi... Peygamberimiz, İslamiyet’i yayması ve oradaki Müslüman­lara öğretmesi için sahabilerden Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) Medine’ye gönder­mişti. Hz. Mus’ab iyi konuşan, meselesini insanları kırmadan rahatça anlatabi­len bir kabiliyete sahipti. Zaten Re­sû­lul­lah onu bunun için böyle mühim bir va­zifeye göndermişti. Gerçekten de Hz. Mus’ab bu vazifeyi en güzel şekilde ifa et­ti. Peygamberliğin 13. yılında 73’ü erkek 2’si kadın 75 kişiyle Akabe’ye geldi. Peygamberimizle buluştu.

İşte Peygamberimize biat etmek üzere gelen bu 75 kişiden biri de Abbas bin Ubâde idi (r.a.). Hz. Abbas’ın çok tesirli hitabeti vardı. Burada çok güzel bir ko­nuşma yaptı:

“Siz Resûlullah’a, Araplarla ve Arap olmayanlarla cihadmak üzere söz vere­ceksiniz. Birçok tehlikeye maruz kalacaksınız. Bu işte ölmek var, mal kaygısı ve dağılmak tehlikesi var. Bu tehlikeleri göze alıyorsanız biat ediniz. Eğer bir tehlikeyle karşılaştığınızda Resûlullah’ı düşman eline bırakacaksanız şimdiden bu işten vazgeçiniz. Söz verip de bunu yerine getirmeyecek olursanız, vallahi, bu hem dünyada hem de ahirette yüz karasıdır! Eğer her türlü tehlikeye karşı onu koruyacaksanız, bu, dünyada da ahirette de hayırlıdır.”

Bu konuşma üzerine Akabe Biatı’na gelenler hep bir ağızdan:

“Onu korumak uğrunda her türlü tehlikeye razıyız!” diye bağırdılar. Sonra da teker teker Re­sû­lul­lah’a biat ettiler. Bu durum Re­sû­lul­lah’ı çok memnun etti.

Akabe’de biat işi devam ederken müşrikler bunu haber aldılar. Peygamberi­miz, Medineli Müslümanlara:

“Hemen konak yerlerinize dönünüz.” buyurdu. Hz. Abbas bin Ubâde bütün samimiyetiyle:

“Yâ Re­sû­lal­lah, Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki, eğer arzu ederseniz yarın sabah Mina’daki halka hücum eder, onları kılıçtan geçiririz!” diye bir teklifte bulundu. Fakat Peygam­berimiz (a.s.m.):

“Henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı.” buyurarak buna müsaade etmedi.

Hz. Abbas, Akabe Biatı’ndan sonra Mekke’ye yerleşti. Peygamberimize yakın olmak istiyordu. Oysa o sırada müşrikler, Müslümanlara karşı giriştikleri işken­ce ve tazyi­ki artırmışlardı. Fakat Hz. Abbas’ın Re­sû­lul­lah ile beraber olmak uğ­runa göze alama­ya­cağı tehlike yoktu. Nitekim Mekke’de bulunduğu müddetçe birçok sıkıntıyla karşılaş­tı. Hicret emri çıkınca da Medine’ye hicret etti. Böy­lece hem Muhacir, hem de Ensar olma şerefini kazandı. Müslümanlar arasında “Ensar’ın muhaciri” diye isimlendirilirdi. Peygamberimiz onunla Muhacirîn ileri gelenlerinden Osman bin Ma’zun (r.a.) arasında kardeşlik tahsis etti.

Abbas (r.a.) mazereti dolayısıyla Bedir cihadı’na katılamadı. Fakat bunun ıstırabını yaşadı. Peygamberimizin Uhud cihadı için hazırladığı orduya ilk işti­rak edenlerdendi. Okçuların Re­sû­lul­lah’ın emrine muhalefet etmeleri sebebiyle bozguna uğrandığı bir sırada sebat edenlerden birisi de Hz. Abbas’tı. Abbas (r.a.) bir yandan düşmana kılıç sallıyor, bir yandan da:

“Ey Müslümanlar toplu­luğu! Sizin uğradığınız bu musibet, Peygamberinize isyanınızın neticesidir. O si­ze, sabır ve sebat ederseniz yardıma nail olacağınızı vaat etmişti. Eğer biz Re­sû­lul­lah’ı koruyanların arasında bulunmaz da ona bir zarar gelecek olursa, artık Rabb’imiz katında ileri sürebileceğimiz hiçbir mazeret yoktur.” diye bağırıyor­du.

Hz. Abbas, konuşmasını tamamladıktan sonra kılıncının kınını kırdı. Zırhı­nı ve miğferini çıkardı. Ve müşriklerin arasında kaldı. Birçok yara almasına rağmen müşrikler Re­sû­lul­lah’a bir zarar verirler endişesiyle ayakta durmaya, düşmana kılıç sallamaya çalışıyordu. Nihayet kuvveti tükendi. Son nefesine ka­dar Re­sû­lul­lah’ı korumanın saadeti içerisinde şehadet mertebesine erdi. Allah ondan razı olsun![1]


[1]Üsdü’l-Gàbe, 3: 108-10; Sîre, 2: 90; Hz. Muhammed ve İslamiyet, 3: 154.

HZ. ABBÂS İBN ABDULMUTTALİB (r.anh)




Hz. Peygamber'in amcası. Künyesi Ebu'l-Fazl. Babası Abdulmuttalib, annesi Nuteyle'dir. Abbas Rasûlullah'tan bir iki yaş büyüktü.

Abbas, çocukluğunda kaybolmuştu. Annesi onu bulunca Kâbe'nin örtülerini ipeklilerle yenilemişti. Rasûlullah çocukken annesi ölünce dedesi Abdulmuttalib'in himayesine geçtikten sonra Abbas'la çocuklukları beraber geçti. Gençliğinde Hz. Abbas ticaretle uğraşıp, zengin oldu. Araplar arasında Kâbe'ye hizmet büyük bir şeref sayılırdı. Kâbe hizmetleri Kureyş'in ileri gelenleri arasında bölüşülmüştü. Hz. Abbas da sikâye görevini yapıyordu. Hac günlerinde Abbas ile kardeşleri Zemzem kuyusundan su çekerek hacılara dağıtırlardı. Hz. Abbas su dağıtma görevini İslâm'dan sonra da sürdürdü. Peygamberimiz Veda Haccı'nda Zemzem kuyusunun başına gelip Hz. Abbas'tan su istemiştir.

Hz. Abbas, Peygamberimiz (s.a.s.) İslâm'ı yaymaya başladığında tarafsız bir tavır takınmıştı. Ne iman etmiş, ne de karşı koymuştu. Hatta kabul etmemesine rağmen İslâm davetinde Hz. Peygamber'e yardımcı olmuştur. Medineliler Akabe'de Hz. Peygamber'e bey'at ettiklerinde Hz. Abbas da orada bulunmuştu. Bey'at sırasında Rasûlullah'ın elini tutmuş, Medinelilerle bey'atin gerçekleşmesinde önemli bir rol oynamıştır. Hz. Abbas, müslüman görünmese de, ticârî ve idârî nüfûzundan Hz. Peygamber'i yararlandırmıştır. Öte yandan hanımı Ümmü'l Fazl ise, ilk müslümanlardandır. Müşrikler Bedir'e giderken zorla Hz. Abbas'ı da götürdüler. Hz. Abbas'ın kerhen müşriklerle Bedir cihadına katılması üzerine Rasûlullah şöyle dedi:

"Abbas'a her kim rastgelirse sakın öldürmesin. O, müşriklerin zoru ile yurdundan gönülsüz çıkmıştır." Fakat Hz. Abbas, Bedir'de esir düştü ve Rasûlullah'ın huzuruna çıkarıldı. Rasûlullah ona kendisi, kardeşleri ve müttefiki olan Utbe b. Amr için fidye vermesini söyledi. O ise yalnız kendisi için yüz, Akil için seksen ukiyye -takriben yedi bin dirhem-altın vermekle yetindi. Ötekiler kendi mallarından fidye verip kurtuldular. Abbas, fidyeleri verdikten sonra Rasûlullah'a şöyle dedi: "Beni Kureyş'in fakiri dedirtecek hâle koydun. Hayatım boyunca ötekine berikine avuç açacak hâle getirdin." Rasûlullah da cevaben: "Peki Ümmü'l-Fazl'e emanet ettiğin mallar ne oldu? Buraya gelirken, 'Şayet kazaya uğrarsam işte bunları oğullarım Fazl, Abdullah ve Kusem için sakla, seni kendimden sonra zengin bırakıyorum' diyerek gösterip gömdüğün altınlar ne oldu?" buyurdu. Abbas şaşırdı ve "Vallahi senin Rasûlullah olduğuna şehadet ederim. Bunu benden, bir de Ümmü'l- Fazl'dan başka hiçbir kimse bilmiyordu." dedi ve o anda hemen iman etti. Daha sonra Hz. Abbas Mekke'ye döndü. Müslümanlığını gizledi ve Mekke'deki müslümanları korudu; Mekke ve müşriklerle ilgili Peygamberimize haberler yolluyordu. Hz. Abbas, Mekke'nin fethinden kısa bir süre önce Medine'ye hicret etti. Hatta yolda Mekke'yi fethe gelmekte olan Hz. Peygamber ile karşılaştığında Rasûlullah ona, "Ben peygamberlerin sonuncusu, sen de muhacirlerin sonuncususun" demiştir. Abbas Mekke'nin fethinden sonra Peygamber'in yanında yer aldı; Huneyn'de İslâm ordusu dağılıp çok az kişi kalmışken Abbas, Peygamberimizin atının dizginlerini tutmuş ve çağrısıyla müslümanları çözülmekten kurtararak tekrar toplanmalarını sağlamış ve cihadın kazanılmasına sebep olmuştur. Böylelikle onun gür sesi sayesinde büyük bir bozgun önlenmiş oldu .

Hz. Peygamber, Vedâ Hutbesi'nde, "fâizin her türlüsünün ayağı altında olduğunu ve ilk kaldırdığı fâizin amcası Abbas'a ait olan fâiz borçları olduğunu" söylemiştir. Hz. Abbas çok zengindi ve faizle borç para veriyor, yani tefecilik yapıyordu; ancak fâizin kaldırılmasından sonra bir daha fâiz alış-verişiyle uğraşmamıştır. Bizans seferlerinde müslüman orduların silah ve teçhizatının mâli kaynağını da Hz. Abbas karşılamıştır.

Hz. Abbas'ı, Rasûlullah'ın vefatı sırasında hilâfet meselesiyle uğraşırken bulmanın anlamı, onun, halifeliğin Hâşimoğullarında kalmasını istediği şeklinde yorumlanabilir. Hz. Peygamber rahatsızlanınca Hz. Abbas, Hz. Ali'ye, "Görmüyor musun? Rasûlullah vefât etmek üzeredir. Ben Abdulmuttalib oğullarının ölecekleri sırada yüzlerinin ne hâle geldiğini bilirim. Haydi Allah Rasûlü'nün yanına gidelim de halifeliği kime bırakacağını soralım. Bize bırakırsa bunu bilelim. Bizden başkasına bırakıyorsa kendisiyle konuşalım, bize gerekli tavsiyelerde bulunsun" dedi. Hz. Ali bu teklifi reddederek, "Allah'ın elçisinden bunu sorar da, o başkanlığın bize ait olmadığını söylerse millet bizi hiçbir zaman başkan yapmaz, onun için ben bunu soramam" dedi.

Hz. Âişe'den rivâyete göre, Rasûlullah hastalandığında burnuna burun otu damlatıldı. Hz. Peygamber ayıldıktan sonra şöyle dedi: "Abbas'tan başka her birinizin burnuna bu ilaç damlatılacaktır." Çünkü Abbas ilaç damlatılırken hazır değildi." Başka bir rivâyete göre, Hz. Abbas, Rasûlullah'ın burnuna ilaç damlatmış, Peygamberimiz ayıldığında "İlacı kim damlattı?" demiş; Abbas'ın damlattığı söylendiğinde Rasûlullah (s.a.s.) Habeşistan'ı işaret ederek, "Bu ilacı kadınlar işte şu memleket tarafından getirdiler. Niçin bu ilacı damlattınız?" diye sormuştur. Abbas da "Biz senin zatülcenb hastalığına tutulmandan korktuk" demiş. Rasûlullah da şu cevabı vermiş: "Allah beni bu hastalıkla cezalandırmaz. Amcam hariç olmak üzere evde bulunanların hepsinin burnuna bu ilaç damlatılacaktır."

Hz. Abbas üç halife zamanında da yaşadı. Hicretin otuziki'nci yılında Medine'de seksen sekiz yaşında vefat etti. Cenâze namazını Hz. Osman kıldırdı. 653 yılında öldüğünde arkasında on erkek çocuk ile bir çok kız çocuğu bırakmıştır. Hudeybiye barışı sırasında Hz. Abbas'la görüşen Hz. Peygamber onun baldızı Meymûne ile evlenmişti. Hz. Abbas'ın soyundan gelenler sonradan Abbâsîler devletini kurdular. Rasûlullah, amcası Hz. Abbas'a saygı gösterir, onu övücü sözler söylerdi. "Abbas bendendir, ben de ondanım." Bir gün sarhoşun biri yakalanmış götürülürken Abbas'ın evine kaçmıştı. Tekrar yakalandıktan sonra olay Rasûlullah'a anlatılınca o gülümsemiş ve bir şey söylememişti. Rasûlullah, "Abdulmuttalib oğlu Abbas, bu Kureyş'in en cömerdi ve akrabalık bağlarına en saygılısı" demişti. Hz. Abbas köle azâd etmeyi çok severdi. Devlet işlerinde halifeler onun fikrini alırlardı. Hz. Ömer onu yağmur dualarına alır götürürdü. Dürüst, geniş düşünceli, cömert, yardımsever bir sahabeydi. Nesli alabildiğine çoğalmıştır. Buhârî ve Müslim'de ondan otuzbeş hadis rivayet edilmektedir. Hz. Abbas Medine'de el-Bakî kabristanında medfundur.

1 Temmuz 2019 Pazartesi

HZ. ABDULLAH B. ÖMER B. EL-HATTÂB (r.anh)

 HZ. ABDULLAH B. ÖMER B. EL-HATTÂB (r.anh)


İkinci halife Hz. Ömer (r.a.)'in oğlu ve mü'minlerin annesi Hz. Hafsa'nın ana-baba bir kardeşi, fâkih ve muhaddis sahâbî. Ebû Abdurrahman künyesi ile tanınan Abdullah'ın annesi Zeynep bnt. Maz'un el-Cümeyhî'dir.

Abdullah b. Ömer'in, peygamberliğin üçüncü yılında doğdugu kaydedildiği gibi onun nübüvvetten bir yıl önce dünyaya geldiği söylenmektedir. (İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, Kahire 1286, 111, 230).

Babasıyla birlikte, küçük yaşta İslâm'a girdi ve yine babası ile birlikte Medine'ye hicret etti. Tamamıyla İslâm toplumunda ve İslâm terbiyesiyle yetişti. Yaşı küçük olduğu için Bedir ve Uhud gazalarına Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından katılmasına müsâde verilmedi. (Buhârî, Megâzi, 6). Ancak onsekiz yaşlarında iken Hendek gazvesine ve daha sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında meydana gelen bütün cihadlara katıldı. Mekke fethinde, Mûte cihadında, Tebük seferinde ve Vedâ Hacc'ında bulundu.

Abdullah b. Ömer, İslâm devleti bünyesinde meydana gelen anlaşmazlıklarla ortaya çıkan ve birbirleriyle mücadele eden gruplara karışmadı, tarafsız kaldı ve devlet kadrolarında vazife almadı. Zira oğlunu hilâfete aday göstermesini tavsiye eden sahâbelere Hz. Ömer: "Bir evden bir kurban yeter" demişti. Babasından sonra başa geçecek halifeyi seçmeye görevli olan şûrâ'ya sadece müşâvir olarak katıldı. Hz. Ömer oğluna şûrâ'ya katılmasını ancak aday olmamasını tavsiye etmişti. (İbnü'l-Esîr, el-Kâmilfi't Tarih, 111, 65 vd.)

Hz. Osman (r.a.) zamanında, İbn Ömer, devlet işlerine müdahalede bulunmuyordu. Bir gün Hz. Osman, İbn Ömer'e kadılık yapmasını, müslümanların arasındaki hukukî anlaşmazlıkları hâlletmesini teklif edince özür dileyerek kadılık vazifesini kabul etmemiş, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in bir sözünü hatırlatmıştı;

- Hz. Peygamber (s.a.s.) buyurmuşlardır ki: "Kadılar üç çeşittir. Birincisi câhillerdir. Bunların yeri Cehennemdir. İkinci zümre âlimleridir, fakat dünyaya meyilleri vardır, ilimleri ile amelleri bir değildir, bunlarda Cehennemliktir. Üçüncü zümre ise hem âlim, hem de dünyaya meyli olmayanlardır." (Ebû Dâvud, Akdiye, 2).

- Hz. Osman, Hz. İbn Ömer'e dedi ki:

- "Ama, senin baban Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında kaza işleri ile uğraştı ve kadılık yaptı."

- "Evet, doğrudur, fakat babam bir mesele ile karşılaşınca Rasûl-i Ekrem'e müracâat eder, müşküllerini hâlletmede zorluk çekmezdi. Çünkü Rasûl-i Ekrem müşkil bir mesele ile karşılaşınca onun da müşkilini vahiy hâllederdi. Şimdi Rasûl-i Ekrem aramızda yok ki problemlerimizi ona götürelim. Allah şimdi bizim yardımcımız olsun."

Hz. Osman da bu hususta Hz. İbn Ömer'e fazla ısrarda bulunmadı.

Hz. İbn Ömer, hükümet ve devlet işlerinden uzak kalmasına rağmen hak yolunda cihâd edip İslâm fetihlerine katıldı. Nitekim Hicret'in yirmiyedinci yılında Afrika'da Tunus, Cezayir, Merakes seferine katılmıştı.

İbn Ömer Hicret'in otuzuncu senesinde Horasan ve Taberistan fetihlerinde bulundu ve onun Taberistan fethinde bir Dihkan'ı öldürdüğü bilinmektedir. Ancak hükümet ve devlet işlerine müdahâle hususunda çok ihtiyatlı davranıp, daima uzak kalmayı tercih etti.

Hz. Osman'ın şehâdetinden sonra ilmî yüceliği, kahramanlığı ve mücahidliği Hz. Ömer'in oğlu olması sebebiyle halîfe olması istendiyse de kabul etmedi. Hz. Ali tarafında yer aldı. Dahilî olaylara karışmadı. Sıffin olayından sonra da halifelik tekliflerini reddetti. Muâviye zamanında 669 yılında Hz. Peygamber'in güvenini kazanmış ve bayraktarlığını yapmış olan Halid b. Zeyd Ebu Eyyub el-Ensâri ile İstanbul surları önlerine kadar gelip, İstanbul'un ilk muhasarasına katıldı. Onun devlet bünyesinde ve islâm toplumunda meydana gelen iç karışıklıklar sırasında temkinli davrandığını görmekteyiz. Fakat Sıffin'de Hz. Ali'ye muhalefet edenlere ve Abdullah b. Zübeyr'i Kâbe'de muhasara edip şehid edenlere karşı cihadmadığına pişman olduğunu bizzat kendisi ifâde etmiştir. (İbn AbdülBerr, el-istiâb, II, 345), Haccac'a karşı cihadmadıysa bile onun zulmünden asla çekinmeden islâmî ahkâmı çiğnemesine karşı susmayıp onu gerektiğinde sert bir şekilde uyarmıştı. Hattâ onun bu gibi uyarılarına kızan Haccac b. Yusuf, Abdullah'ı öldürtme yollarını aramıştı.

Nihâyet hicretin yetmişdördüncü yılında Abdullah b Ömer seksendört veyahut seksen beş yaşında iken vefat ettiği (İbn Sa'd, Tabakat, IV, 187), başka rivâyetlerde de onun seksenaltı yaşında vefat ettiği kaydedilir. (İbnü 'l-Esir, Üsd ü 'l-Câbe, I V, 230-23 1 ) .

Hac mevsiminde adamın biri ucu zehirli bir mızrak ile Abdullah b. Ömer'i ayağından yaraladı. Vücûdu zehirlendi. Bu zehirlenme vefatına sebep oldu. Bir rivâyete göre yukarıda söylediğimiz gibi bu yaralama Haccac b. Yusuf'un tertibi idi.

İbnü'l-Esir'in kaydına göre, Haccac b. Yusuf minberde hutbe okuyordu. Hutbe'de Abdullah İbn Zübeyr'e ağır sözler söylemiş ve bazı ithamlarda bulunmuş, onun Kur'ân-ı Kerim'i tahrif ettiği iddiasını ortaya atmıştı. İbn Ömer düşünmeden ve çekinmeden Haccac'a bağırıp: "Yalan söylüyorsun, bunu ne İbn Zübeyr yapardı, ne de senin bu işe gücün yeter!..." demişti.

İbn Ömer'in halkın toplu bulunduğu bir yerde böyle sert konuşmasından Haccac fena halde bozulmuş, ona kin besleyip çok kızmıştı. Açıktan açığa ona bir şey yapamayacağından gizlice ve hainlikle intikam almayı düşünmüştü. (İbn Hallikân, Vefayatü'l Ayan, II, 242). Ancak İbnü'l-Esir Haccac'ın hutbe meselesini başka türlü anlatmaktadır. Ona göre, Haccac hutbeyi çok uzatmış, o kadar uzatmıştı ki, ikindi namazına vakit daralmıştı. Bu ara ibn Ömer, "Güneş seni beklemiyor" diye ihtarda bulunmuştu. İkinci bir rivâyete göre, İbn Ömer'in onu beklemeyip kıymet vermemesine Haccac'ın canı sıkılmış, firavunluğu tutmuştu. Fakat Emevi hükümdarı Abdülmelik b. Mervan'ın korkusundan İbn Ömer'e karşı gelemiyordu. Bu meselenin iç yüzünün bu şekilde olduğu anlaşılmaktadır. Yoksa imkân bulduğu takdirde Haccac, İbn Ömer'i bir an evvel ortadan kaldırmada tereddüt etmezdi. (İbnü'lEsir, Üsdü'l-Gâbe, 111, 230)

Hac mevsiminde halkın kalabalık bulunduğu bir sırada kim vurduya getirmek için Haccac bu hâdiseyi tertiplemişti. Hattâ İbn Ömer hastalandığı sırada Haccac ziyaretine gitmiş suçlunun yakalanıp cezalandırılması meselesi söz konusu olmuştu. İbn Ömer o sırada Haccac'a: "Sen silahla Harem-i Şerif'e girilmesine müsâade ettiğin için bu olay meydana geldi. Harem-i Şerif'e silahlı girmenin doğru olmadığını biliyordun. Bunun önüne geçmiş olsaydın bu hâdise olmazdı" demiş, o da susmustu (İbn Sa'd, Tabakat, IV, 187 vd.).

İbn Ömer Medine'de vefat etmeyi arzu ediyordu. Zira son günlerde Mekke'de vaziyetin iyi olmadığını sezmişti. Cenab-ı Hakk'a dua ediyor: "Allah'ım, beni Mekke'de öldürme!" diye yalvarıyordu. Oğlu Sâlim'e şöyle vasiyet etmişti: "Ben Mekke'de ölürsem beni Harem hududu civarında defnet, sen de buradan göçüp git!" İbn Ömer bu vasiyetinden birkaç gün sonra vefat etti.

Vefatını müteakip vasiyeti gereğince halk toplandı. Haccac da suçluluğunu örtbas etmek için cenaze namazına katıldı. Hatta namazını Haccac'ın kıldırdığı bilinmektedir. (İbn Sa 'd, Labakat aynı yer). Vefat ettiğinde onbiri erkek onbeş çocuğu vardı.

Muhit ve aile olarak tamamen islâmî terbiye ile yetişmesi ve Rasûlullah'ın sohbetlerinde devamlı bulunması ona bizzat hizmet etmekle şereflenmesi, fıtraten üstün hâllere sahip olmasından dolayı zamanının bütün ilimlerinde mâhir ve üstad olmasını sağladı. Her konuda çok dikkatli araştırmayı, incelemeyi severdi. Sahâbe içinde dünyaya önem vermemesi örnek gösterilirdi. Haram ve şüpheli konularda çok titiz davranırdı.

Kur'ân-ı Kerim'in tefsiri hususunda da sahâbenin ileri gelenlerindendi. Bir gün Hz. Peygamber, ashâb-ı kirâm'a İbrahim sûresi Yirmidördüncü âyetinde geçen "ağaç"ın nasıl bir ağaç olduğunu sormuş. Hiç kimse cevap verememişti. Rasûlullah (s.a.s.) bunun "hurma ağacı" olduğunu açıklayıp da oradakiler dağılınca Abdullah b. Ömer yolda giderken babasına "Rasûli Ekrem'in, ağacın nasıl bir ağaç olduğunu açıklamasından önce hurma ağacı olduğu kalbime doğdu" dedi. Babası Ömer, "Peki neden bunu söylemedin?" deyince, Abdullah "Rasûlullah'ın huzurunda sen ve Ebû Bekir dururken konuşmayı uygun görmedim" demişti (İbn Hâcer, Fethu'l-Bârî Serh Sahihi'l-Buhâri, Mısır 1959, IX, 449). Bu da onun Allah'ın âyetlerine vukûfiyetini gösterir.

Abdullah b. Ömer helâl ve harama ait hadisleri en çok bildiren râvidir. Genellikle işittiği hadisleri yanılgıyı azaltmak, unutkanlığı ortadan kaldırmak için devamlı yazardı. Gerekmedikçe de hadis rivâyet etmezdi.

İbn Ömer tefsirde olduğu kadar hadis ilminde de ileri gelenlerden de hadis hâfızları arasında ün kazanmış sahâbîlerdendir. Elimizde mevcut hadis kitaplarında İbn Ömer'den ikibinaltiyüzotuz hadis rivâyet olunmuştur.

Bunlardan yüzaltmışsekiz tanesi Buhârî ve Müslim tarafindan müştereken rivâyet edilmiştir. Buhârî'de seksenbir, Müslim'de de otuzbir; Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde ikibinondokuz hadis ayrıca naklolunmaktadır.

İbn Ömer Rasûl-i Ekrem'in sözlerini, fiillerini sevk ve zevk ile izlerdi. Ekseriya Rasûl-i Ekrem'in hizmetinde ve huzurunda bulunurdu. Bulunmadığı zaman da Rasûl-i Ekrem'in söz ve fiilini huzurda bulunanlardan sorar, tetkik ederdi. Bir meselede şüpheye düştüğü, yahut iyi anlamadığı takdirde hemen Rasûl-i Ekrem'e gidip öğrenirdi. Bu suretle Rasûl-i Ekrem'in söz ve fiillerine ait hadisleri toplamış, hıfzetmişti.

Hadîs-i Şeriflerin ümmet içinde yayılması ve ümmetin evlatlarına öğretilmesi hususunda İbn Ömer'in büyük hizmeti olmuştur. Hadisi iyi bilip, iyi tetkik edenlerdendi. Bildiğini öğretmekten büyük zevk duyardı. Rasûl-i Ekrem'in vefâtından sonra altmış yıl yaşadı. Ömrü boyunca Rasûlullah'ın hadislerini islâm ümmeti arasında yaymakla vakit geçirdi. Nitekim elimizde bulunan hadislerin nakil silsilesinin çoğu Abdullah İbn Ömer'e dayanmaktadır.

İbn Ömer, Medine'de ders halkası oluşturarak hadîs öğretirdi. Bundan başka her zaman hac mevsiminde Mekke'de islâm dünyasının dört bir yanından gelen hacılara Rasûlullah'ın hadislerini öğretme konusunda büyük gayret sarfederdi.

Çok hadîs bilmesine rağmen büyük titizliğinden çok az rivâyette bulunurdu. Abdullah b. Ömer'den Nâfi ve İmam Mâlik b. Enes'in rivâyetleriyle gelen hadisler en sağlam rivâyetler olarak değerlendirilmekte ve bu rivâyet zincirine "Altın Zincir" adı verilmektedir. Abdullah b. Ömer'den hadis öğrenimi görenler arasında başta Abdullah b. Abbâs olmak üzere Câbir b. Abdullah, Saîd b. el-Müseyyeb, Said b. Cübeyr, Abdullah b. Keysân, Hasan-ı Basrî, Nâfi, Mücâhid, Tâvûs, Enes b. Sîrin gibi meşhur muhaddisler ve oğullarından Hamza, Bilâl, Abdullah ve Ubeydullah vardır. İbn Ömer bu hadis ilminden dolayı çok hadis rivâyet eden Muksirûn sahâbeler arasında yer almaktadır.

Abdullah'ın, muhaddisliğinin yanı sıra fakîh bir sahâbî olduğu da bilinen bir husustur. İbn Ömer ömrünü Medine'de geçirmiş ve fıkıh üzerinde çalışmıştır. Medine'nin fıkıh âlimlerinin birçoğu fetvalarında İbn Ömer'in bilgisinden faydalanmışlardır. Ehl-i Sünnet'in dört imamından biri olan İmam Mâlik'in fıkhı, Abdullah İbn Ömer'in fetvaları ile doludur. İmam Mâlik'in dediği gibi, Abdullah b. Ömer fıkıh âlimlerinin başında gelenlerdendi. Eğer İbn Ömer'in fıkıhtaki fetvaları toplansa büyük bir eser meydana gelir. Nitekim, Mısır'lı âlim M. Revvâs Kal'acı "Mevsû 'atu Fıkhî Abdullah b. Ömer" (Abdullah b. Ömer'in Fıkıh Ansiklopedisi) adıyla bir eser vücûda getirmiştir. (Beyrût 1986). İslâm fıkıh ulemâsının en ileri gelenlerinin bildirdiklerine göre, islâmî meselelerde İbn Ömer'in sözleri ile amel etmek yeterlidir.

Abdullah b. Ömer uzun bir ömür sürdüğünden peygamberimizden sonra altmış yıl müddetle fetva vermiştir. Ancak fetva verme konusunda çok ihtiyatlı hareket ederdi. Şahsiyet olarak; iyilik etmeyi, sadaka vermeyi, hayır yapmayı, hele köle azad etmeyi çok severdi. Sağlam karakterli, iyi ve güzel huylu olup, kötülüklerden kaçınırdı. Her yaptığı işi Allah rızası ıçın yapardı. Kendi yüzük taşında: "Allah Teâlâ'ya, Allah için hâlis ibâdet etti." ibâresi yazılıydı. Dünya malına, dünya zevklerine hiç gönül vermezdi. Sahâbe'den Câbir b. Abdullah: "Ömer ve oğlu Abdullah'dan başka içimizde dünyaya meyli olmayan kimse yoktur." derdi.

İlimde imamlığa yükselen muhaddis ve tâbiînin büyüklerinden olan Nâfi, Abdullah b. Ömer'in azatlısıdır. Nâfi köle iken İbn Ömer onu onbin dirheme satın alıp, "Seni Allah rızası için azat ettim" diyerek kölelikten kurtarmıştır. Kölelerinden ibâdet edeni gördükçe hemen onu âzad ederdi. "ibâdeti göstermelik yaparak âzad olmak isteyenler olursa ne yaparsınız?" diye ona sorulduğunda Abdullah'ın "Hayır için aldanmaktan iyi şey var mıdır?" buyurdukları meşhûrdur. İmam Nâfi, Abdullah için: "Her zaman dualarında belirttiği gibi bin köle âzad ettikten sonra vefat etti." demişti. Çoğu zaman sırtındaki kaftanını çıkarıp gördüğü bir fakire verirdi.

Abdullah b. Ömer'in evinde misafir eksik olmazdı. Akşam yemeklerini yalnız yediği nadirdir. Mutlaka misafiri olur, olmazsa arar bulurdu. Kendisi de dostlarının evinde üç günden fazla misafir kalmazdı. Evinde en zarûrî ihtiyacını karşılayan eşya bulundururdu. Cuma'dan önce mutlaka yıkanır, abdest alır, güzel kokular sürünürdü. Her namaz için abdest alır, geceleri çok namaz kılardı.

Abdullah'ın oğlu Hâlid'in âzad ettiği Ebû Gâlib şöyle anlatır: "Abdullah b. Ömer Mekke'ye geldiğinde sık sık bize misâfir olurdu. Geceleri teheccüd namazı kılardı. Bir gece sabah namazı yaklaştığı zaman bana "Kalkıp namaz kılmayacak mısın? Kur'ân'ın üçte birini de okusan yeter." dedi. "Sabah yaklaştı, kısa zamanda Kur'ân'ın üçte birini okuyup yetiştiremem" dedim. Bana dönerek: "İhlâs sûresi Kur'ân'ın üçte birine eşittir." dedi.

İmam Nâfi'nin naklettiğine göre, Abdullah b. Ömer mûsikîyi sevmezdi. Teganni ve saz seslerine kulaklarını tıkardı. Bir gün birisi yanına yaklaşarak: "Abdullah, Allah için seni çok seviyorum" dedi. Abdullah da: "Ben de Allah için seni hiç sevmiyorum. Çünkü sen ezanı teganni ederek, şarkı söyler gibi okuyorsun" buyurdu.

Allah'tan başka kimseden korkmazdı. Kötülüğe karşı hep iyilikle karşılık verirdi. Zeyd b. Eslem şu olayı anlatır: "Adamın birisi yolda Abdullah b. Ömer'e sövüp saymaya başladı. Abdullah evinin kapısına varıncaya kadar onu sabırla dinledikten sonra adam dönerek, "Ben ve kardeşim Âsım kimseye sövmeyiz" dedi.

Çok az yemek yerdi. Hele acıkmayınca hiçbir sey yemezdi. Bir gün dostlarından birisi ona hazım kolaylaştırıcı bir ilâç hediye etmek istedi. O dostuna şu cevabı verdi: "Ben hiçbir yemekten karnımı doyururcasına yemedim. Hazım ilâcına ihtiyacım olacağını zannetmiyorum."

Bu kadar tok gözlü olmakla beraber aynı zamanda son derece müstağni bir kişi idi. Kimseden bir şey istemezdi. Herkes ona hizmet etmek ister, fakat o asla kabul etmezdi.

Bir ara Abdülaziz b. Hârun ona haber gönderip ihtiyaçlarının ne olduğunu bildirmesini istemiş, İbn Ömer onun davranışına karşı şu cevabı vermişti: "Siz, geçimleri size ait olanların, geçimlerini üzerinize almış bulunduğunuz kimselerin ihtiyaçlarını temin ederseniz daha iyi olur " (İbn Sa'd, Tabakat, IV, 174).

Ancak İbn Ömer bir şey hediye edildiğinde onu geri çevirmezdi. Nitekim Muhtar mal ve mülkünün bir çoğunu İbn Ömer'e hediye etmiş, o da kabul eylemişti. "Bize hediye edilenleri biz de hediye eder, Hak yolunda dağıtırız." demişti. Ve bütün hediyeleri ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştı.

Bir ara İbn Ömer'in halası Ramle ona ikiyüz dinar altın para göndermişti. Emir Muâviye ise bir aralık onun ihtiyaçları için yüz bin dinar yollamıştı. Muâviye bu parayı gönderirken İbn Ömer'in Yezîd'e bey'at etmesini de düşünerek buna başvurmuştu. İbn Ömer bunu kabul etmemiş, "Benim imanım sizin paranızdan daha değerlidir . " demişti . (İbn Sa 'd, aynı yerler).

Abdullah b. Ömer'in yaşayışı her türlü gösterişten uzak idi. O bu hususta mükemmel bir örnektir. Bir oturuşta binlerce dirhem para dağıtmış olan bir zâtın bütün ev eşyası bir halı veya kilim ve bir de yataktan ibaret idi. Bunların bütün kıymeti yüz dirhem tutmazdı.

Abdullah varlıklı olmakla beraber yaşayışı işte bu kadar sâde idi. Cuma günleri hariç, güzel koku kullanmazdı. Yalnız cuma günü iyi elbise giyerdi. Bir gün Cuma'dan sonra yolculuğa çıkması gerekti. Güzel elbiselerini giymişti. Bu elbiseyi eve gönderip değiştirdi ve normal elbiselerini giydi.

İbn Ömer şekil ve şemâli hususunda babası Ömer'e çok benzerdi. Uzun boylu ve esmerdi. Sakalı ağardığı zaman koyu sarıya boyardı. Zira sakalının rengi de koyu sarıydı.

Abdullah b. Ömer'in Bizzat Peygamber Efendimiz'den Duyarak Naklettiği Bazı Hadisler

- İnsanoğlu Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmazsa Allah'u Teâlâ ona hiçbir şeyi musallat etmez.

- Nasihat olarak ölüm yeter.

- İstediğini ye, istediğini giyin. İnsanları yanlış yola götüren israf ve tekebbürdür.

- Sağlığında hastalığın ve hayatında ölümün için tedbir al.

Abdullah İbn Ömer (r.a.) buyurdu ki:

- Ey insan bedeninle dünyada ol, kalbinle âhireti bul.

- Hikmet ondur; dokuzu sükût, biri de az konuşmaktır.

- Haramdan kaçınmadıkça ibâdetler kabul olunmaz.

Ebû Seleme b. Abdullah şöyle demiştir: "Abdullah İbn Ömer vefat etti. O fazilette babası Ömer'e çok benzerdi. Hz. Ömer kendisinin benzerlerinin çok olduğu bir zamanda yaşamıştı. Fakat Abdullah İbn Ömer ise kendisinin bir benzeri bulunmayan bir dönemde yaşamıştı."

26 Haziran 2019 Çarşamba

Abdullah bin Abbas (r.a.)


Peygamberimizin (a.s.m.), Medine’ye hicretinden üç sene önceydi... Amcası Hz. Ab­bas’ın evinde bir şenlik vardı. Bir oğlan çocuğu dünyaya gelmişti. Çocuğu Re­sû­lul­lah’a götürdüler. Nur topu çocuğu kucağına alan Kâinatın Efendisi ona “Abdullah” ismini verdi. Ağzına biraz hurma ezmesi koydu, dua buyurdu.

Küçük Abdullah, Peygamber Efendimizin ailesinin bir ferdiydi. Teyzesi Hz. Meymune, Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) mübarek hanımlarındandı. Bu sebeple Hz. Ab­dullah, Efendimizin evine sık sık gider, ondan ders alırdı. Re­sû­lul­lah ile birlikte geceleri ibadet eder, hizmetini görürdü. Çalışkanlığıyla, pratik zekâsıyla ve doğruluğuyla Peygamberimizin sevgisini kazanmıştı.

Hz. Peygamber, Abdullah’ın bir âlim olarak, mükemmel bir sahabi olarak yetişmesini istiyor, her vesileyle ders veriyor, eğitiyordu. Hz. Abdullah bir de­fasında Peygamberimizin arkasında namaz kılarken biraz uzakta durmuştu. Aynı hizada namaz kılmanın Re­sû­lul­lah’a saygısızlık olacağını düşünüyordu. Peygamberimiz (a.s.m.) başından hafifçe tutup sağına çekti. Tek kişi olduğun­dan cemaatin imamın sağında durması gerektiğini söyledi.

İbni Abbas (r.a.) devamlı olarak Re­sû­lul­lah ile birlikte bulunurdu. Bir gün yi­ne birlikte idiler. Re­sû­lul­lah’ın terkisine binmişti. Peygamberimiz (a.s.m.), “De­likanlı, sana bir şeyler öğreteyim.” dedi ve şöyle buyurdu:

“Sen Allah’ın emir ve yasaklarına riayet et ki, O’nun yardım ve inayetini daima yanında bulasın. Bir şey isteyeceğin zaman Allah’tan iste. Bir yardım di­leyeceğin zaman Allah’tan yardım dile. Ve şunu da bil ki, bir konuda yardım et­mek maksadıyla bütün millet bir araya gelse, Allah’ın senin için takdir etmiş ol­duğundan öte bir yardımda bulunamazlar. Sana zarar vermek maksadıyla hepsi bir araya gelseler, yine Allah’ın senin hakkında takdir ettiğinden öte bir zarar veremezler. Kalemler kaldırılmış, sahifeler kurumuştur [Meydana gelecek her şey, önceden tespit ve takdir olunmuştur].[1]

Re­sû­lul­lah vefat ettiğinde Hz. Abdullah 14-15 yaşlarında bir gençti. Fakat Re­sû­lul­lah’tan aldığı dersler ve Kur’ân sayesinde hadis ilminde bir derya olmuş­tu. Bunda, Peygamberimizin kendisini kucaklayıp, “Allah’ım, ona Kitabı, Kita­bın tefsirini ve hik­meti öğret. Allah’ım, onu dinde ince anlayış sahibi kıl.” şeklin­deki mübarek duaları­nın his­sesi vardı. Diğer taraftan Hz. Abdullah, Peygambe­rimizin vefatından sonra âlim sa­ha­bilerden dersler aldı. Bu hususta yılmadan usanmadan gayret gösterdi. Neticede İbni Abbas (r.a.) ilmin en yüce mertebele­rine çıktı. Yaşının küçüklüğüne rağmen büyük ilmî meclislere katılır, en zor meseleleri hallederdi. Sahabiler arasında “Kur’ân Tercümanı,” “Hadis Denizi” unvanıyla anılıyordu.

Abdullah bin Abbas’ın (r.a.) ders halkası meşhurdu. Onun sohbet meclisleri zengin ve bereketliydi. Genç ihtiyar herkes katılır, Hz. Abdullah’ın ilminden is­tifade ederdi. Sohbetinin iki hususiyeti vardı: Derin ilim ve takva... Hz. Abdul­lah’ın ilim meclislerinde bu ikisi birleşmişti. İhlasla anlatırdı. Herkesin anlaya­bileceği şekilde açık konuşurdu. Herkes dikkat kesilerek can kulağıyla dinler­di.[2]

Hz. Abdullah’ın ilmine herkes hayrandı. O ise, “Bu nimeti bana veren, Yüce Allah’tır. Re­sû­lul­lah benim için ilim ve hikmet niyazında bulundu, Cenâb-ı Hak da ihsan etti.” derdi. Gurura kapılmazdı. Kendisinden büyük, yaşlı sahabilere saygıda kusur etmezdi. Bir seferinde Zeyd bin Sabit ata binerken orada bulunan Hz. Abdullah, atın üzengisini tuttu. Hz. Zeyd:

“Ey Re­sû­lul­lah’ın amcası oğlu, ri­ca ediyorum bunu yapma! Beni mahcup ediyorsun.” dedi. Hz. Abdullah:

“Biz, âlimlerimize böyle davranmakla emrolunduk.” diye karşılık verdi. Hz. Zeyd (r.a.) dayanamayarak Hz. Abdullah’ın elini öptü ve:

“Biz de Âl-i Beyt’e böyle davranmakla emrolunduk.” karşılığını verdi.[3]

Re­sû­lul­lah’ın vefatından sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in ilmî danışman­lığını yapardı. Hz. Ömer, kendisine gelen ilmî meseleleri havale ederek:

“Bunu ancak sen halledersin.” der ve halletmesini isterdi. Hattâ bir defasında, hiç kim­seden tatminkâr bir cevap alamayan Yemenli bir zatın Hz. Abdullah’tan doyu­rucu cevap almasından dolayı Hz. Ömer çok sevinmiş ve:

“Şahitlik ederim ki, Abdullah, Peygamberimizin evinde yetişti.” demişti. Bu sebeple kendisine ge­len zor meseleler için, “Abdullah bu meseleleri daha iyi bilir.” derdi.

Hz. Abdullah, Hicret’in 27. senesinde Abdullah bin Şerh ile Afrika fetihlerine katıldı. Afrika Kralı Cercir’le karşılaşmıştı. Cercir kendisine birçok sual sormuş, Hz. Abdullah da cevaplarını vermişti. Kral bu yüzden kendisine “Arap dâhisi” tabirini kullanmıştı.

Hz. Abdullah, daha sonra Basra valiliği yaptı. Orada da ilmî sohbetlerine ara vermedi. Daima Müslümanlara faydalı olmak için çalıştı. Hattâ Hz. Abdul­lah’ın Basra’da vali iken Ramazan’da gece tedrisatı tatbik ettiği rivayet edilmek­tedir. Ramazan’ın sonunda bu tedrisata devam edenleri birer fakih, dini iyi bilen insanlar hâline getirdi.

Hz. Abdullah’ın faziletini, ilminin derinliğini dile getiren birçok âlim vardır. Bunlardan Ebû’l-Leys şöyle der:

“70 sahabinin üzerinde fikir beyan edip de halledemediği bir meseleyi, Hz. Abdullah bin Abbas’ın hallettiğini gözlerimle gördüm.”

Ubeydullah bin Abdullah Hazretleri ise, İbni Abbas’ın ilmiyle ilgili olarak şunları söyler:

“İbni Abbas’in bazı vasıfları diğer sahabilerden üstündü. O, geçmişi iyi bilir­di. Görüşüne başvurulan meselelerde içtihat ederdi. Halimdi, izzet ve ikram sa­hibiydi. Ben Re­sû­lul­lah’ın hadislerini ondan daha iyi bileni görmedim. Ebû Be­kir, Ömer ve Osman’ın (r.a.) verdiği hükümleri ondan dahi iyi bileni görmedim. Görüşlerinde ondan daha isabetli olanı da tanımıyorum. Tefsir ve fıkıh ilmindeki derin bilgisine herkes hayrandı. Bir gün fıkıhtan, bir gün tefsirden bahsederdi. Bir gün geçmiş cihadları anlatır, bir gün Arap tarihinden bahsederdi. Onun ilmi tükenmek bilmezdi. Yanında oturup da ilmî üstünlüğünü kabul etmeyen âlim görmedim.”[4]

Müslümanları daima helal kazanca teşvik ederdi. Şöyle derdi:

“Allah’ın farz kıldığı meseleleri yerine getirin. Allah hakkını ihmal etmeyin. Allah herkesin rızkını helal kazançtan vermiştir. Mümin sabrederse rızkı ayağına gelir; helal rızıkla yerinmezse helal rızkı kâfi gelmez, harama girer.”

İbni Abbas (r.a.), ilim ve âlimle ilgili olarak da şöyle derdi:

“Eğer ilim sahiple­ri ilmi hakkıyla öğrenseler, ilimlerin gereğini yapsalardı, mutlaka Allah, me­lekler ve salih kimseler kendilerini severlerdi. İnsanlar da onlara saygı duyarlar­dı. Fakat âlimler ilimlerini dünya menfaati elde etmek için kullandılar. Bu se­beple Allah kendilerine gazap etti. İnsanlar nazarında da küçük düştüler.”

Hz. Abdullah 1660 hadis rivayet ederek en çok hadis rivayet eden yedi sahabiden beşincisi oldu. Rivayet ettiği hadislerden birkaçı şu mealdedir:

“Kardeşinle münakaşa etme. Aşırı bir şekilde de şakalaşma. Yerine getire­meye­ce­ğin vaatte bulunma”[5]

“Doğru yol, güzel davranış ve iktisat, peygamberliğin 25 vasfından bi­ridir.”[6]

“Bid’atını terk edinceye kadar, bid’atçı kimsenin amel ve ibadetini Cenâb-ı Hak kabul etmez.”[7]

“Resûlulah (a.s.m.) hayır yapma hususunda insanların en cömerdiydi. En cömert ol­du­ğu ay da Ramazan ayıydı. Cebrail (a.s.) her sene Ramazan ayında Re­sû­lul­lah ile bulu­şur, tâ ayın sonuna kadar Re­sû­lul­lah ona Kur’ân’ı arz eder, din­letirdi. Cebrail’le buluştuğu zaman Re­sû­lul­lah hayır yapmakta, esen rüzgârdan daha cömert olurdu.”[8]

“Kıyamet günü insanlar arasında en çok pişman olacaklardan biri, dünyadayken ilim öğrenme imkânına sahip olduğu hâlde öğrenmeyen kimsedir. Diğeri de, ilim öğren­miş, fakat kendisi dışında herkes bu ilimden faydalanmıştır.”[9]

Ömrünün sonlarına yaklaşan Hz. Abdullah’ı en çok üzen hadise, Kerbelâ Vakası’ydı. Peygamberimizin torununa yapılan o hunharca muamele, Hz. Ab­dullah’ı can evinden yaralamıştı, yaşlı kalbini hüzne boğmuştu. İçi yanarak ağ­lamıştı. Sonradan göz nimetini de kaybeden Hz. Abdullah, bu hâline şükrederdi. “Allah gözümden ışığı aldı, fakat kalbim ve dilim nursuz kalmadı.” derdi.

Hz. Abdullah, Hicret’in 68. senesinde dünya hayatına gözünü yumdu. Yüce Mevla­sı­na ve sevgili Peygamberimize kavuştu.

Onun sık sık tekrarladığı bir duası da şu idi:

“Allah’ım, beni kanaatkâr kıl. Verdiklerini benim için hayırlı eyle. Bilmedik­lerimden benim için hayırlı olanları bana ver.”


___________________________________
[1]Tirmizî, Kıyâme: 59; Müsned, 1: 293.
[2]el-İsâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, 2: 333.
[3]age., 2: 333.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 3: 19; Tabakât, 2: 365.
[5]Tirmizî, Birr: 58.
[6]Ebû Dâvud, Edeb: 3.
[7]İbni Mâce, Mukaddime: 7.
[8]Buhârî, Bedü’l-Vahy: 6.
[9]Kenzü’l-Ummal, 4: 29.

25 Haziran 2019 Salı

Abdullah bin Abdullah bin Übeyy (r.a.)


Hz. Abdullah, Medineliydi. Hicret’ten önce Müslüman olmuştu. Asıl ismi Hu­bab’dı. Peygamberimiz bu isimden hoşlanmadığı için “Abdullah” olarak değiştir­di. Ab­dullah (r.a.), Peygamberimize bütün kalbiyle bağlanmıştı. Onun uğrunda yapamayacağı hiçbir fedakârlık yoktu. Bütün cihadlara iştirak etti.

Fakat kaderin garip bir cilvesidir ki, babası Abdullah bin Übeyy, meşhur münafıklardandı. İman etmeyişinin sebebi ise, Re­sû­lul­lah’a duyduğu kindi. Çünkü o, Hazreç kabilesinin ileri gelenlerindendi. Zengindi. Kavmi tarafından çok se­viliyordu. Bilgili ve dirayetli bir adamdı. Medine’nin hükümdarı olacağı bir sı­rada, Hicret hadisesi vuku bulmuş ve İslam Devleti kurulmuştu. Bu durum onu çok rahatsız etti. Peygamberimize düşmanlık besledi. Etrafındakilerle birlikte Re­sû­lul­lah’a ve Müslümanlara ellerinden gelen kötülüğü yaptılar. Fakat Pey­gamberimizin günden güne kuvvetlendiğini görünce, çaresizlik içinde, iman et­tiklerini açıklamak zorunda kaldılar. Ancak her fırsatta ihanet etmekten, çeşitli dedikodularla Müslümanların maneviyatını sarsmaktan da geri durmadılar.

Mesela Uhud cihadı başlamadan önce, İslam ordusunun üçte birini teşkil eden adamlarıyla birlikte Medine’ye dönmüştü. Neticede İslam ordusu mağlup olmuştu.

Abdullah bin Übeyy’in oğlu Hz. Abdullah, bu cihadta çok büyük kahraman­lıklar göstermiş, birkaç yerinden yaralanmıştı. İki dişi de kırılmıştı. Babası onun bu hâline çok sevindi:

“Sen beni dinleyip, gençlerin görüşüne uyan Muhammed’i dinlemeseydin bu felakete uğramazdın.” dedi.

Hz. Abdullah böyle bir şeyden babasının memnuniyet duymasına çok üzüldü. O, bu neticede bir hayır olduğuna inanıyordu. Babasına:

“Allah’ın takdir ettiği şeyde muhakkak bir ha­yır ve hikmet vardır.” cevabını verdi.

Abdullah bin Übeyy, Benî Mustalık Gazası’na da katıldı. Niyeti bu defa da bozgunculuk çıkarmak, münafıklık yapmaktı. Başına topladığı münafıklara:

“Medine’ye dönüşte izzetli ve kuvvetli olan, zelil ve zayıf olanı muhakkak ora­dan sürüp çıkaracaktır. Onları siz kendi elinizle yurdunuza yerleştirdiniz. Mal­larınızı onlarla paylaştınız. Eğer siz böyle yapmayıp onlara karşı sıkı davran­saydınız, onlar başka yerlere giderlerdi. Sizler onun uğrunda ölüp çocuklarınızı yetim bıraktınız, azaldınız. Onlar ise çoğaldılar. Yanındakilere zekât ve sadaka vermeyiniz ki, onlar etrafından dağılıp gitsinler.” dedi.

Hz. Abdullah, babasının bu sözlerini duyduğunda çok üzüldü. Hemen Pey­gambe­ri­mizin huzuruna çıktı. Şu ricada bulundu:

“Yâ Re­sû­lal­lah, duyduğunuz sözler için eğer babamı öldürecekseniz, emrediniz bu işi ben yapayım, onun başını kesip size getireyim! Vallahi Hazreç kabilesi, aralarında babasına karşı benden daha hayırlı ve saygılı birinin bulunmadığını bilirler. Korkarım ki, öl­dürme işini benden başkasına emredersiniz de, nefsim, babamın katilinin halk içerisinde dolaşmasına razı olmaz. Sonunda bir kâfire karşı bir mümini öldürürüm de, cehenneme girerim...”

Birtakım dedikodulara meydan vereceği düşüncesiyle, Peygamberimiz buna müsaade etmedi:

“Hayır, babana karşı yumuşak davranırız, aramızda bulundu­ğu müddetçe iyi arkadaşlık yaparız.” buyurdu.

Hz. Abdullah, babasının Re­sû­lul­lah hakkındaki sözlerini bir türlü unutamıyordu. Mutlaka babasını cezalandırmak istiyordu, daha fazla bekleyemedi. İler­leyip babasının önünü kesti ve:

“İzzet ve kuvvetin Allah ve Resûl’üne ait olduğu­nu söyleyinceye kadar seni bırakmayacağım!” dedi. Babası hayret içerisinde:

“Demek beni Medine’ye bırakmayacaksın?!” diye sordu. Hz. Abdullah:

“Evet!” dedi, “İzzet ve kuvvetin Allah ve Resûl’üne ait olduğunu itiraf etmeyecek olur­san, boynunu vuracağım!”

Abdullah bin Übeyy, oğlunun kararlı olduğunu anla­yınca:

“Ben şehadet ederim ki, izzet ve kudret Allah’a, Resûl’üne ve müminlere aittir.” de­mek zorunda kaldı.

Peygamberimiz, Hz. Abdullah’ın bu davranışından dolayı çok memnun oldu:

“Allah seni hayırla mükâfatlandırsın!” buyurarak ona dua etti. Sonra da ona, babasını bırakmasını emretti.

Bir iman kahramanı olan Hz. Abdullah, hayatının sonuna kadar İslam’a hiz­metten geri durmadı. Hicret’in 12. yılında yapılan Yemâme cihadı’na katıldı. Burada çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Birçok yerinden yaralandı. Neticede şehadet mertebesine erişti. Allah ondan razı olsun![1] 


__________________________________________
[1]Tabakât, 2: 65; 3: 540-541; Müstedrek, 3: 488. Üsdü’l-Gàbe, 3: 197.

24 Haziran 2019 Pazartesi

Abdullah bin Amr (r.a.)


Peygamberliğin 13. senesiydi… Hicret’ten az önce, Medine’de tebliğle vazifelen­di­ri­len Hz. Mus’ab bin Umeyr’in (r.a.) eliyle çok sayıda Medineli, İslam’ı seçmiş­ti. Hac mevsimi gelince 2’si kadın, 75 kişilik bir heyet, Hz. Mus’ab’la birlikte Mekke’ye gitti. Esasen kafile 500 kişilikti. Çoğunluğu müşrikler teşkil edi­yordu. Onlar da hac mevsiminde Kâbe’ye giderek putlara tapıyor, kendilerine göre bunu hac sayıyorlardı.

Medineli Müslümanlar, Peygamberimizle geceleyin görüşmek üzere anlaştı­lar. Fakat bu haberi müşriklerden gizli tutuyorlardı. Ka’b bin Mâlik (r.a.) birkaç Müslüman’la, henüz o zaman müşrikler safında bulunan Abdullah bin Amr’e gi­derek, onu hidayete davet etti. Çünkü bu zat, Hazreç kabilesinin ileri gelenlerindendi. Eğer iman ederse kabilesinden pekçok kimsenin de kurtulmasına vesile olabilirdi. Şu teklifte bulundular:

“Ey Câbir’in babası! Sen bizim efendimiz ve büyüklerimizdensin, muhterem ve herkesçe tanınan bir insansın. Biz senin gibi şerefli ve kabilesi içinde belli bir yeri olan birisinin cehenneme odun olmanı istemeyiz.”

Bu sözlerden sonra Müslüman olmasını teklif ettiler. İtiraz etmeyip kalbinin İslam’a ısındığını hissettikleri zaman da Resûl-i Ekrem’le buluşacaklarını bildir­diler. Zaten fıtraten temiz ruhlu ve sevimli olan Abdullah bin Amr, çok geçme­den iman ederek saadete kavuştu.[1]

O gece bütün Medineli Müslümanlar, Akabe’de Peygamberimizle buluştular. Peygamberimiz, içlerinden temsilci olarak 12 kişiyi seçmelerini istedi. Hazreçlileri temsil eden dokuz kişiden birisi de Hz. Abdullah bin Amr’dı (r.a.). Hz. Abdullah kuvvetli irade sahibi, bilgili ve dirayetli bir insandı. Okuma yazma da bilirdi. Bu seyahatte Hz. Abdullah müminler halkasına girince, hâliyle daha da mükemmel bir insan olmuştu. Biata katılanları Peygamberimiz cennetle müjdele­miş, böylece Hz. Abdullah da Müslüman olur olmaz ebedî huzurun saadetini tatmıştı.

Peygamberimizin Medine’yi teşrifinden sonra ondan ilim ve hikmet dersi al­mak için mukaddes sohbetlerinin ekserisinde bulunmuştu. Hz. Abdullah kala­balık bir ailenin reisi ve fakir bir vaziyette olduğu hâlde Peygamber sohbetin­den geri kalmıyordu. Ayrıca Suffe Medresesi’nin talebeleri arasında yer almıştı. Peygamberimizin hususi talebeleri içinde bulunarak Allah’ın medhine, Re­sû­lul­lah’ın iltifatına mazhar olan Hz. Abdullah, Bedir’de müşriklerle iman-küfür mücadelesini vermek üzere cihad daveti vuku bulunca cephede vazife aldı. Yüce dinin bahtiyar erleri içinde bulundu.

Bir sene sonra Peygamberimiz Uhud Gazası için mücahit toplarken, Hz. Ab­dullah da Peygamber ordusunda bulunmayı arzu etti. Evde bir oğlu, yedi kızı vardı. Kendisiyle beraber İkinci Akabe Biatı’nda Müslüman olan oğlu Hz. Câbir de (r.a.) müşriklere kılıç sallamak istiyordu. Fakat kız çocuklarını yalnız başla­rına, kimsesiz bir hâlde de bırakamazdı. İkisi de harbe katılıp şehit olsalar, onlara kim bakacaktı? Mücahit oğlunun gönlünü alan Hz. Abdullah şöyle konuştu:

“Vallahi oğlum Câbir, şu kızların kimsesiz kalmasını düşünmesem, senin gözlerimin önünde şehit düşmeni isterdim! Ben senin evde kalıp kardeşlerine bakmanı arzu ediyorum.”[2]

Babasını kırmayan Hz. Câbir, aile reisliğine vekâlet ederken, Hz. Abdullah Uhud cihadı’na katıldı.

Uhud’da müşrik güruhunun üzerine atılan Hz. Abdullah, her kılıç kaldırışın­da Allah düşmanlarına ağır zayiat verdiriyordu. Eşsiz şecaat sahneleri sergili­yordu. İmanı uğrunda, inancı istikametinde bütün gücüyle mücadele ediyordu. Onu Peygamber’inin yanı başında çarpışmaktan ne ailesi ne de körpe kız çocuk­ları alıkoymuştu. Bu cihadta da gaye, tevhid sancağının dalgalanması, Allah’ın yüce isminin dünyaya ilanıydı.

cihadın ateşli bir ânında müşriklerden Üsame’nin kılıcı Hz. Abdullah’a şehadet şer­be­tini tattırdı. Abdullah bin Amr’ın Allah’a yaptığı niyaz kabul edilmiş, Uhud’da ilk şehit düşen sahabi olmuştu.

cihadtan sonra Medine’de bulunanlar Uhud’a gelmişlerdi. Yakınları şehit olanlar, on­ları arıyorlardı. Hz. Câbir de gelmişti. Babasının cesediyle karşılaş­masını şöyle anlatır:

“Uhud günü babam yüzü örtülü olarak getirilmişti. Üzerindeki örtüyü kaldır­dım. Müşrikler burnunu ve kulağını kesmişler ve onu tanınmaz hâle sokmuşlar­dı. Kendimi tutamayarak ağladım! O sırada halam Fâtıma da geldi. Feryat edip ağlamaya başladı. Onu teselli etmek için Re­sû­lul­lah şöyle buyurdu: ‘Ne diye ağ­lıyorsun?! O şehit kaldırılıncaya kadar melekler onu kanatlarıyla gölgelendirmekten geri durmadılar.”[3]

Daha sonra Peygamberimiz, Hz. Abdullah’ın Amr bin Cemuh’la (r.a.) birlikte defnedilmesini emretti:

“Bunlar hayatta iken birbirlerini seven en iyi iki dosttu.” buyurdu.[4]

Bir gün Hz. Peygamber, Câbir bin Abdullah’ı mahzun görmüştü:

“Ey Câbir, ne oldu sana? Seni üzgün ve kalbi kırılmış görüyorum.” dedi. Hz. Câbir de:

“Ey Allah’ın Resûl’ü, babam şehit oldu, geride kalabalık bir aile ile bir hayli borç bı­raktı!” dedi.

Bunun üzerine Peygamberimiz şu müjdeyi ve saadetli teselliyi verdi:

“Baban şehit olunca Allah onu diriltip huzuruna aldı ve ona sordu: ‘Ey kulum, dile ben­den, dilediğini sana ihsan edeyim!’ Baban da: ‘Yâ Rabbi, ben Sana hakkıyla kulluk edemedim. Beni dünyaya geri göndermeni, Peygamberimin yanında sa­vaşıp senin uğrunda bir kere daha şehit olmayı dilerim!’ dedi. Allah da: ‘Ben şe­hitlerin geri dönmeyeceklerine hükmettim.’ buyurdu. Sonra baban: ‘Öyleyse yâ Rabbi, bunu geride kalanla­ra ulaştır.’ deyince Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerimeleri vahyetti:

“’Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Onlar Rab’lerinin katında hayat sa­hibidirler ve O’nun nimetleriyle rızıklanırlar.

“Onlar, Allah’ın kereminden bağışladığı nimetlerle sevinç içindedirler. Ar­kada kalan ve henüz kendilerine katılmamış olan kardeşlerinin ahiretteki hâlle­rini görüp sevinirler ve bilirler ki, onlar üzerine hiçbir korku olmayacak ve onlar hiçbir üzüntüye uğramayacaklardır.

“O şehitler, Allah’tan kendilerine erişen büyük bir nimetle, pek ziyade bir mükâfatla ve müminlerin mükâfatını Allah’ın zayi etmediğini görmekle sevi­nirler.”[5]

Bu haberi duyan Hz. Câbir’in sevincine diyecek yoktu…[6]

Aradan 46 yıl geçmişti… Hz. Abdullah’ın kabri sel sularının akıntı yerin­deydi. Akan sular toprağı iyice oyunca şehitlerin kabirleri açılmıştı. Başka tara­fa nakledilmeleri gerekince, mezarları açtılar. Şehitler sanki yeni vefat etmiş gi­biydiler. Cesetleri hiç değişmemiş ve bozulmamıştı. Kabir açılır açılmaz misk gibi bir koku yayıldı. Uyur gibiydiler. Hz. Abdullah yaralandığı zaman elini ya­rasının üzerine koymuştu. Mezar açılıp eli yarasının üzerinden ayrılmak ve uza­tılmak istenince yarası kanamaya başladı. Sonunda eli olduğu gibi bırakıldı. Kanama da durdu…[7]


______________________________________
[1]Sîre, 2: 83.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 1: 257; Tabakât, 3: 563.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 3: 232; Tabakât, 3: 561.
[4]Tabakât, 3: 562
[5]Âl-i İmrân Sûresi, 169-170.
[6]Üsdü’l-Gàbe, 3: 232; Hilyetü’l-Evliyâ, 2: 4-5.
[7]Tabakât, 3: 562.

22 Haziran 2019 Cumartesi

Abdullah bin Amr bin Âs (r.a.)


Amr bin Âs’ın oğlu Hz. Abdullah, yaşının küçüklüğüne rağmen sahabilerin ileri gelenleri arasındaydı. Re­sû­lul­lah’ı (a.s.m.) bir gölge gibi takip ederdi. Onun bütün söylediklerinin hak ve hakikat olduğunu bildiği için bunların mutlaka kay­dedilmesi gerektiğine inanıyordu. Bundan dolayı ilk defa hadisleri yazmaya te­şebbüs etti. Re­sû­lul­lah’tan izin istedi. Efendimiz daha önce böyle bir şeye müsa­ade etmemişti. Çünkü hadis-i şerifler Kur’ân’la karıştırılabilirdi. Bunun için Peygamberimiz, sahabilerin bütün himmet ve gayretlerini Kur’ân’ı muhafaza­ya, ezberlemeye ve toplamaya harcamalarını istiyordu. Fakat Kur’ân’ı Kerim’in nüzulü tamamlandıktan sonra bu ihtimal ortadan kalktı. Böylece Hz. Abdul­lah’ın bu isteğini kabul etti. Hadisleri toplamaya, kaydetmeye izin verdi.

Hadisleri toplamak için en uygun zat, şüphesiz, Abdullah bin Amr’dı. Dina­mik ve kuvvetli zekâya sahip bu genç sahabi, aynı zamanda son derece müttaki bir zattı. Re­sû­lul­lah’tan duyduğu hadisleri toplamaya başladı.

Zaman zaman Peygamber Efendimizin bir insan olarak kızdığı anlar da olurdu. Hz. Abdullah, Re­sû­lul­lah Efendimize sordu:

“Yâ Re­sû­lal­lah, sizin kızgınlık ve sevinç anların­da söylediklerinizin hepsini kaydedeyim mi?” Re­sû­lul­lah’ın bu soruya (a.s.m.) cevabı şöyle oldu:

“Evet, ben haktan başka bir şey konuşmam.”[1]

Re­sû­lul­lah’ın bu beyanı üzerine Hz. Abdullah, Peygamberimizin bütün söylediklerini kaydetmek için azami gayret gösterdi. Artık tatmin olmuştu. Zira Cenâb-ı Hak, Yüce Resûl’ünün haktan başka bir şey konuşmadığını Kur’ân’ı Kerim’de beyan buyurmuştu.[2]

Hz. Abdullah, Resûl-i Ekrem’den duyduğu hadisleri “Sâdıka” ismini verdiği eserinde topladı. Kendisine bu eserle ilgili soru soranlara şu cevabı verirdi:

“’Sâdıka’ adını verdiğim eserim, aramızda hiçbir vasıta olmaksızın doğrudan doğruya Re­sû­lul­lah’tan (a.s.m.) duyduklarımdır.”

Hz. Abdullah bu eseri için, “Onu bütün dünyaya değişmem.” dedi.[3]“Sâdıka” isimli bu eser bütün hadis âlim­lerine kaynak oldu.

Hz. Abdullah’ın fazileti ve hadis ilmine yaptığı hizmeti takdirle karşılandı. Bir hadis deryası olan Ebû Hureyre Hazretleri, Hz. Abdullah’ın bu üstünlüğünü şöyle dile getirmektedir:

“Hadis-i şerifleri benden daha çok ezberleyen ve rivayet eden olmamıştır. Fakat Abdullah bin Amr bin Âs bundan müstesnadır. O, benden daha çok ezberlemiştir. Çünkü o, hadisleri yazıyordu, ben ise yazmaz­dım.”[4]

Binlerce meseleyi Re­sû­lul­lah’tan duyan ve kaydeden Hz. Abdullah gerçek manada bir hadis hocasıydı.

Hz. Abdullah, ibadetiyle de temayüz etmişti. Çoğu zaman geceleri ibadetle, gündüzleri de oruçla geçirirdi. Babası Amr bin Âs (r.a.):

“Yâ Re­sû­lal­lah, Abdul­lah devamlı olarak gündüzleri oruç tutup geceleri namaz kılıyor!” diye şikâyet etmek zorunda kalmıştı. Peygamberimiz de ona şu tavsiyede bulunmuştu:

“Bazen oruç tut, bazen tutma. Gecenin bir kısmında ibadet et, bir kısmında uyu. Ba­bana da itaat et.”

Abdullah (r.a.), Kur’ân-ı Kerim’i de çok okurdu. Bir gün Peygamberimize ge­lerek:

“Yâ Re­sû­lal­lah, ne kadar zamanda Kur’ân’ı hatmedeyim?” diye sordu. Peygamberimiz:

“Ayda bir hatim indir.” buyurdu. Abdullah (r.a.):

“Yâ Re­sû­lal­lah, bundan daha kısa bir sürede hatim yapabilirim!” dedi. Peygamberimiz:

“20 günde bir hatim indir.” buyurdu. Abdullah (r.a.):

“Yâ Re­sû­lal­lah, ben bundan da kısa bir sürede hatim yapabilirim!” demesi üzerine de 10 günde bir hatim in­dirmesi tavsiyesinde bulundu.

Hz. Abdullah daha kısa sürede hatim yapabileceğini söylemesine rağmen Re­sû­lul­lah Efendimiz buna izin vermedi.[5]

Peygamberimiz, bu kahraman sahabinin güç ve kuvvetten düşeceğinden endişe ediyor, istikbaldeki hizmetlerini aksatmasından korkuyordu. Onun için itidal üzere hareket etmesini tavsiye etti. Hz. Abdullah ömrünün sonlarına doğru Peygamberimizin bu tavsiyesinin hik­metini ve isabetliliğini gördü. Şöyle itirafta bulunuyordu:

“Keşke Re­sû­lul­lah’ın tavsiyesini tutsaydım! O bana sahralar dolusu kırmızı koyunlardan daha hayır­lıydı.”[6]

Hz. Abdullah’ın prensip hâline getirdiği hususlardan birisi de, sabah namaz­larından sonra uyumamasıydı. Uyuyanları da uyandırırdı. Bir gün sabah nama­zından sonra birisini uyurken gördü ve hemen uyandırdı, şöyle dedi:

“Bu vaktin İlahî tecelliler vakti olduğunu bilmiyor musun? Allah, mahlukatından bir kıs­mını bu vakitte cennetle mükâfatlandırır.”

Hz. Abdullah bu sözleriyle, sabahın erken saatlerini uyanık geçirmenin ve yapılan çalışmaların bereketliliğini ve verimliliğini nazara veriyordu.

Hz. Abdullah bin Amr bin Âs, yabancı dil bilen sayılı sahabilerden birisiydi. Süryanice’yi biliyordu. İbranice olan Tevrat’ı rahatlıkla okuyup anlayabiliyordu.

Hz. Abdullah, Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) hakiki bir talebesiydi. Aklına gelen soru­ları tereddüt göstermeden Efendimize sorardı. Bütün sorularının cevabını doğ­rudan doğruya ondan alırdı. Bir gün Re­sû­lul­lah Efendimize şöyle bir soru sor­du:

“Üç hayır ve üç şer nedir?” Re­sû­lul­lah Efendimiz şöyle cevap verdi:

“Doğru söyleyen dil, Allah’tan korkan kalp, dindar kadın… Üç şer ise, yalan söyleyen dil, Allah’tan korkmayan kalp, kütü kadındır.”[7]

Abdullah bin Amr (r.a.), yaşının küçük olması sebebiyle Bedir ve Uhud cihadı’na katılamadı. Fakat daha sonraki bütün cihadlara Peygamberimizle birlikte katıldı.

Abdullah bin Amr (r.a.), vefatına kadar etrafına ilim ve irfan nurlan saçmaya devam etti. Ondan hadis öğrenmek için çok uzaktan gelirlerdi. Talebeleri ken­disini çok severdi. Ondan ders dinledikleri zamanlarda kimsenin kendilerini ra­hatsız etmesini istemezlerdi. Bu büyük sahabi, 700’den fazla hadis rivayet etti. Bunlardan bazıları şunlardır:

“Büyük günahlardan bir tanesi de, bir kimsenin anne ve babasına lanet etme­si, söv­mesidir.” Sahabiler: “Yâ Re­sû­lal­lah, bir adam kendi anne ve babasına na­sıl lanet eder ki?!” diye sordular. Re­sû­lul­lah (a.s.m.): “Bir kimse başka birisinin babasına söver, o da ona karşılık verirse, kendi anne ve babasına sövmüş olur.” buyurdu.[8]

“Allah indinde arkadaşların en hayırlısı arkadaşlarına, komşularına en hayır­lısı da komşularına iyilik yapandır.”[9]

“İsraf ve gurur karışmadığı müddetçe yiyiniz içiniz, bol bol sadaka veriniz.”[10]

“Allah ilmi, insanların kafalarından ve kalplerinden çekip çıkarmak suretiyle değil, aralarından âlimleri almak suretiyle kaldırır. Neticede hiçbir âlim kalma­yınca insanlar, cahilleri başa geçirerek, meseleleri onlara sorarlar. Onlar da bil­meden fetva verdikleri için, kendileri sapıttıkları gibi, başkalarını da sapıklığa düşürürler.”[11]

Hz. Abdullah bir defasında, “Benim bildiklerimi bilseydiniz, beliniz bükülünceye kadar secdeden kalkmazdınız.” demişti. Hz. Abdullah’ın hikmetli söz­lerinden bir tanesi de şöyledir:

“Bir kadının varlıklı zamanında kocasının yüzüne gülmesi, fakirliği zamanında da yüz çevirmesi, cehennemlik olduğunun alametidir.”

Hz. Abdullah, Hicret’in 65. yılında Şam’da vefat etti.

Allah ondan razı olsun!


_________________________________
[1]Tabakât, 4: 262; 5: 64, 482; 7: 494.
[2]Necm Sûresi, 3.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 3: 234.
[4]Buhârî, İlim: 39.
[5]Üsdü’l-Gàbe, 3: 234.
[6]Hilye, 1: 284-285.
[7]age., 1: 288.
[8]Buhârî, Edeb: 4; Tirmizî, Birr: 4.
[9]Tirmizî, Birr: 28.
[10]İbni Mâce, Libas: 23.
[11]Buhârî, İlim: 3; Müslim, İlim: 5.

Abdullah bin Atîk (r.a.)


İslam nurunun yayılması Mekke müşrikleri yanında Yahudileri de endişelendi­riyordu. Bilhassa Benî Nadîr Yahudileri bir türlü Re­sû­lul­lah’ın peygamberliğini hazmedemiyorlardı. Re­sû­lul­lah’a karşı kin, haset ve adavet besliyorlardı. İçle­rindeki âlimleri Re­sû­lul­lah’a göndererek zor durumda bırakmak istiyorlardı. Fa­kat Kur’ân onları susturuyordu.

İşte, Beni Nadîr Yahudilerinin en azılısı ve Re­sû­lul­lah’a karşı en çok düşman­lık besleyeni Sellâm bin Ebî Hukeyk, Re­sû­lul­lah’ı sık sık rahatsız ettiği gibi, Müslümanları da daima tehdit eder, etrafındakileri Re­sû­lul­lah Efendimizin aleyhine kışkırtarak onu öldürme teşebbüsünde bulunurdu.

Re­sû­lul­lah’ın Ashâbı, onun bu zulüm ve tehditlerine artık tahammül edemi­yordu. Bir gün kendi aralarında konuşuyorlardı. Re­sû­lul­lah’ın düşmanlarını sa­yıyorlardı. En büyük düşmanları arasında şüphesiz Sellâm bin Ebî Hukeyk de vardı. Düşmanların en azılısıydı. Bunun öldürülmesi şarttı. Çünkü o, Re­sû­lul­lah’ı öldürmek için uğraşıyordu. Bu hususta geldiler, Re­sû­lul­lah’tan izin istediler. Re­sû­lul­lah da onlara izin verdi.

İşte bu azılı düşmanın katli, Abdullah bin Atîk’e nasip oldu. Sahabilerin kah­raman­la­rından olan Abdullah bin Atîk, Hazreç kabilesine mensuptu. Bir gün yanına dört sa­ha­bi daha alarak, Yahudilerin kale şehri olan Hayber’e gitti. Bu peygamber düşmanını öl­düreceklerdi. Beş kişiydiler: Abdullah bin Enis, Ebû Katâde, Esved bin Huzaî, Mes’ud bin Sinan ve Hz. Abdullah’ın kendisi… Komu­tanlığı Abdullah bin Atîk yapıyor­du.

Gece vakti Hayber’e girdiler. Sellâm bin Ebî Hukeyk’in bulunduğu bölgedeki bütün evleri dışardan kilitlediler. Sellâm’ın bulunduğu ev yüksek bir yerdeydi. Ancak merdivenle çıkılıyordu. Yukarı çıktılar ve kapıyı çaldılar. Sellâm’ın ha­nımı onların kim oldu­ğu­nu sorunca, “Araplardan bir grubuz, ev sahibiyle görüş­mek istiyoruz.” dediler. İçeri girdiler. Sellâm ile kavgaya tutuştular. Sellâm’ı öl­dürdüler. Hanım ve çocuklarına dokun­madılar.

Sellâm’ı o hâlde bırakıp çıkarken Abdullah bin Atîk gözleri iyi görmediğin­den merdivenden düştü. Ayağı şiddetli bir şekilde burkuldu. Arkadaşları onu omuzlarına alıp, şehrin dışında bir yere götürüp sakladılar.

Fakat Sellâm’ın gerçekten ölüp ölmediğinden emin değillerdi. Yaralı da kal­mış olabilirdi. İçlerinden birisi geri döndü. Hadise üzerine toplanan kalabalık arasına girdi. Sellâm’ın hanımının “Öldü” dediğini duydu. Sevinçle geri döndü ve arkadaşlarını müjdeledi.[1]

Abdullah bin Atîk, Re­sû­lul­lah’a geldiğinde Peygamberimiz onu taltif etti. Sonra da mübarek elini yaralı ayağına sürdü. Hz. Abdullah’ın ayağı sanki hiç burkulmamış gibi iyileşti.[2]

Hicret’in 9. senesinde Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Tayy kabilesinin put­larını kırıp parçalamak için Hz. Ali kumandasında gönderdiği 150 kişilik kuv­vet içerisinde Hz. Abdullah da vardı. Peygamberimiz, onu birliğin silah ve teçhizatını temin etmekle vazifelendirmişti.

Onun Yemâme cihadı’nda gösterdiği kahramanlık da dillere destandır. Bu cihadHz. Ebû Bekir zamanında cereyan etmişti. Yalancı Peygamber Müseylime, Müslümanları rahatsız ediyordu. Hz. Hâlid bin Velid başkanlığında bir or­du, üzerine gitti. Çünkü hem irtidat hareketini teşvik ediyordu, hem de Müslümanları rahatsız ediyordu. Artık Müslümanları onlardan kurtarmak bir zaruret hâline gelmişti. Hâlid bin Velid ile Mü­sey­limetü’l-Kezzâb kuvvetleri arasında şiddetli çarpışmalar oldu. Hz. Abdullah da bu cihadta büyük kahramanlıklar gösterdi. Ağır şekilde yaralandığı, vücudundan kanlar fışkırdığı hâlde kılıcını elinden bırakmadı. Sonunda şehitler kervanına o da katıldı.

Böylece ömrünü İslam’ın hizmetinde sarf eden bu büyük sahabi, Hicret’in 12. senesinde en çok arzu ettiği şehitlik mertebesine nail olarak ebediyet âlemine göçtü.[3]


___________________________________
[1]Tabakât, 2: 91
[2]Üsdü’l-Gàbe, 3: 214.
[3]el-İsâbe fî mârifeti’s-Sahâbe, 2: 341.

21 Haziran 2019 Cuma

Abdullah bin Cahş (r.a.)


Hz. Abdullah, Peygamberimizin halası Ümeyme’nin oğluydu. İslam davetinin ilk günlerinde iman safına girdi. Böylece şimşekleri üzerine çekmiş, müşrik gruptan gelecek her türlü eza ve cefayı peşinen kabul etmiş oluyordu. Hidayete erdiği sıralarda en bü­yük tepkiyi en yakınlarından görmüştü. İnanç ve âdetleri­ne körü körüne bağlı olan Mekkeliler, atalarının dinini terk edenlere büyük bir düşman kesilmişlerdi. Abdullah bin Cahş da müşrik hücumlarına maruz kalan bir iman eriydi. İmanı uğrunda her nevi sıkıntıya razıydı. Fakat tazyikler haddi aşınca, Habeşistan’a giden Müslüman kafileye kendisi de katıldı. Beraberinde ailesi, iki kardeşi ve hemşireleri de bulunuyordu. Bir müddet orada kaldıktan sonra Hicret hadisesini duyunca Mekke’ye döndüler, oradan da Mediye’ye hic­ret ettiler.[1]

Hz. Abdullah genç yaşında iman davasının fedakâr erleri arasına girmiş zeki, dirayetli ve cesur bir insandı. Peygamberimiz bazı mühim hizmetlere Hz. Ab­dullah’ı gönderiyordu.

Hicret’in 2. senesiydi… Resûl-i Ekrem bir gün Hz. Ab­dullah’a şöyle bir emir verdi:

“Yarın sabah okunu, yayını, kılıç ve teçhizatını alarak yanıma gel!”

Hz. Abdullah hazırlığını yapmış, sabah namazından sonra silahını kuşanarak erkenden Hane-i Saadet’in kapısı önünde beklemeye başla­mıştı.

Peygamberimiz, Hz. Abdullah’ın emrine askerî bir müfreze teslim ederek on­lara kumandan tayin etti. Eline de bir mektup vererek, yola çıktıktan iki gün son­ra, istenen ye­re varınca açmasını tembih etti. Mekke’ye doğru yola çıkan Hz. Ab­dullah, “Nahle” de­nen mevkiye varınca mektubu açtı. Mektupta neler yapacağı, nasıl hareket edeceği ya­zılıydı. Peygamberimiz kendisini, Kureyşlilerin duru­munu keşfedip tetkik etmek üzere göndermişti.

Bir müddet sonra Kureyş’e ait bir kafileyi gördüler. Bu kafile cihadiçin hazır­lık gören Kureyşlilere malzeme ve erzak taşıyordu. Hz. Abdullah kervana baskın yaparak bütün mallarını ele geçirdi. Bu seriyyede ele geçen ganimet, Müslümanların aldıkları ilk ganimetti.[2]

Hz. Abdullah’ın tek gayesi, Allah Resûlü’nü hoşnut etmek, onun sevgi ve rıza­sını kazanmaktı. Bu sevgi her şeyin üstündeydi. Peygamberimiz kendisini bu hizmet için gönderdiği sırada sormuştu: “Abdullah! Dünyada en çok özlediğin şey nedir?” Abdullah’ın tek düşüncesi vardı. Cevap verdi: “Benim dünyada en büyük gayem, Allah ve Re­sûl’ünün sevgisidir. Gözümde başka bir şey yoktur.” İşte onu yücelten sır burada yatı­yordu.

Abdullah bin Cahş, sulh zamanında hak din uğrunda çok büyük hizmetlerde bulunduğu gibi, cihadanlarında da cengâver bir mücahit ve bir kahraman idi. Uhud cihadı hazırlıkları yapıldığı esnada, Hz. Abdullah ilk öne atılanlardandı.

Ordu yola çıkmış, “Şeyheyn” denen mevkiye gelmişlerdi. Müminlerin annesi Üm­mü Seleme, Peygamberimize bir kapta üzüm suyu getirmişti. Peygamberi­miz bir mik­tar içtikten sonra geriye kalanını Hz. Abdullah’a uzattı. Hz. Abdul­lah şıranın tamamını içip bitirdi. O anda bir arkadaşı yaklaşarak Hz. Abdullah’a sordu: “Sabahleyin içeceğin su­yun nerede olduğunu biliyor musun?” Şehadet şer­beti Abdullah’ın burnunda tütüyor­du: “Ben,” dedi, “ancak Rabb’ime kavuşunca şerbete kanarım. O’na kavuşmak, benim için iyice susadığımda, suya en mükemmel şekilde kanmaktan daha hoştur.”[3]

Bu arzusuna nail olmak için Allah’a yalvarmış, şehadeti istemişti. cihadbaş­lamış, arslanlar gibi müşriklerin üzerine yürüyordu. Bir ara elindeki kılıcı kırılıverdi. Bunu gören Peygamberimiz, yerden bir hurma dalı aldı, kendisine verdi ve onunla çarpışmasını söyledi. Hz. Abdullah cihada onunla devam etti. Karşı­sına azılı ve güçlü bir müşrik dikildi. Abdullah’ın buna karşı koyması zordu. Va­kit tamam olmuş, duası da kabul edilmiş olacak ki, müşrikin bir darbesi Hz. Ab­dullah’ın cennete uçmasına kâfi geldi.

cihadsona ermişti. Müslümanlar ölü ve yaralıları tespit ediyorlardı. Müşrik­ler, şehit Abdullah’ı tanınmayacak hâle sokmuşlardı. Bütün âzalarını kesmiş­ler, perişan hâlde bırakmışlardı. Bu hâl Peygamberimizi çok üzmüştü. Daha sonra Peygamberimiz, Hz. Abdullah’ı, dayısı Hz. Hamza’yla birlikte defnetti. Bu sırada Hz. Abdullah 40 yaşında bulunuyordu. Allah ondan razı olsun![4]


_________________________________
[1]Tabakât, 3: 89.
[2]Sîre, 2: 252-256.
[3]Tabakât, 3: 8.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 3: 132.

20 Haziran 2019 Perşembe

Abdullah bin Cübeyr (r.a.)


. Abdullah, İkinci Akabe Biatı’nda bulunmuş, hicret ettiği takdirde Re­sû­lul­lah’ı hayatı pahasına koruyacağına dair söz vermişti. Putları hiç sevmezdi. Sehl bin Hüneyf (r.a.) ile birlikte geceleyin müşriklere ait tahtadan yapılmış putları kırarlar, yakmaları için sahabilere getirirlerdi.

Hz. Abdullah, İslam’ın kahraman bir mücahidiydi. İyi ok atardı. Peygamberi­mize itaatte kusur etmezdi. Peygamberimiz (a.s.m.) bunu bildiği için Uhud cihadı’nda onu 50 kişilik okçu birliğinin başına kumandan tayin etti. Okçulara da şu tavsiyede bulundu:

“Bizi arkamızdan koruyunuz, sakın yerinizden ayrılmayınız! Bizim öldürül­düğü­mü­zü görseniz de yardımımıza koşmayınız. Ganimet topladığımızı görse­niz de bize katılma­yınız. Kuşların bizi kapıştığını görseniz de, ben size haber göndermedikçe sakın yerinizden ayrılmayınız. Siz yerinizde durmazsanız biz galip olamayız.”

Peygamberimiz bu emrini bir defa daha tekrarladı. Sonra da bunu tebliğ ettiğine dair Allah’ı şahit tuttu.

Biraz sonra da cihadbaşladı. Başlangıçta İslam ordusu büyük bir galibiyet el­de etti. Müşrikler kaçışmaya, Müslümanlardan bir kısmı da ganimet toplamaya başladılar. Bunu gören okçulardan bazıları:

“Ne duruyorsunuz?! Allah, düşmanı bozguna uğrattı. Kardeşleriniz ganimet topluyor. Siz de ganimet toplayınız.” di­ye bağırmaya başladılar.

Başta kumandanları Abdullah bin Cübeyr (r.a.) ol­mak üzere içlerinden çok azı, Re­sû­lul­lah’ın emirlerini hatırlatarak bunun doğru olmadığını, Allah’a ve Resûl’üne itaat etmek gerektiğini söyledilerse de dinlete­mediler. Diğerleri:

“Biz, vallahi gidip ganimetten nasibimizi alacağız.” dediler. Ve vazifelerini terk ederek ganimet peşine koştular. Hz. Abdullah’la birlikte 10 kişi sebat etti.

Hâlid bin Velid o sırada henüz Müslüman olmamıştı. İyi bir kumandandı. Sa­vaş taktiklerinde çok başarılıydı. Okçular orada bulunduğu müddetçe muvaffak olamayacaklarını biliyordu. Önce okçuların tamamen susturulması gerektiğine inanıyordu. Tepenin gerisine çekilerek, okçuların bir açığını yakalamak için fır­sat kollamaya başladı. Çoğunun tepeyi terk ettiğini görünce de hemen harekete geçti.

Abdullah bin Cübeyr (r.a.), müşrik süvarilerinin üzerlerine geldiğini görün­ce, yanın­da kalan 10 sahabiye, açılıp yayılmalarını, düşmanı öyle karşılamalarını emretti. Mücahitler saf hâlinde dizildiler, müşrikleri oka tuttular.

Hz. Abdullah büyük bir mahcubiyet içerisinde düşmana ok atıyordu. Tepeyi terk eden okçuların mesuliyetini bütün ağırlığıyla üzerinde hissediyordu. Bir ara düşmana atacak ok kalmadığını gördü. Mızrağıyla hücuma geçti. Birkaçını yaraladı. Mızrağı kırılınca kılıcını sıyırdı. Kanının son damlasına kadar müşrik­leri oyalamak istiyordu. Neticede müşrikler vücudunu delik deşik ettiler. Böy­lece Abdullah bin Cübeyr (r.a.), ölüm pahasına Re­sû­lul­lah’ın emrini yerine getir­miş ve şehadet mertebesini kazanmıştı.[1]

Allah ondan razı olsun!


_____________________________
[1]Tabakât, 2: 39-40; 3: 473; Müsned, 4: 293.

19 Haziran 2019 Çarşamba

Abdullah bin Ebî Bekir (r.a.)




Hz. Abdullah, Hz. Ebû Bekir’in oğlu, Peygamberimizin de kayın biraderi idi. İslamiyet’in ilk yıllarında Müslüman olmuştu. Zeki ve maharetli bir insandı. Peygamberimi­zin hicretinde mühim hizmeti oldu. Peygamberimiz, Hicret esna­sında üç gün Sevr Ma­ğarası’nda kalmıştı. Hz. Abdullah hem onlara yiyecek ge­tiriyor, hem de babasının tembihi üzerine müşriklerin arasında dolaşarak topla­dığı haberleri geceleyin Peygamberimize ulaştırıyordu. Orada koyun güden Hz. Ebû Bekir’in hizmetçisi de, Abdullah’ın (r.a.) izlerini kaybediyordu.

Hz. Abdullah, Mekke’den hicret ederek “Muhacir” olma faziletini kazandı. Mekke’nin Fethi’nde bulundu. Huneyn cihadı’na ve Tâif Muhasarası’na katıldı. Bu muhasarada isabet eden bir okla yaralandı. Yarası iyileşmedi. Babasının ha­lifeliğinin ilk yılında yarası açıldı. Kurtulamayarak vefat etti. Cenaze namazını Hz. Ebû Bekir kıldırdı.

Ebû Bekir (r.a.), Abdullah’ın yaralandığı oku saklamıştı. Sonradan Müslüman olarak Medine’ye gelen Sakîf heyetine oku gösterdi ve:

“Bunu tanıyanınız var mı?” diye sordu. Sâid bin Übeyd (r.a.):

“Bu oku ben yonttum, ucunu da ben sivrilttim. Tüyünü ben taktım ve ben attım.” dedi.

Hz. Ebû Bekir, bir insanın müşrik olarak ölüp cehenneme gitmesini asla iste­mezdi. Eğer oğlu Sâid bin Übeyd’i öldürseydi o cehenneme giderdi. Fakat onun eliyle ölen oğlu şehitlik makamını kazanmıştı. Bu sebeple Sâid bin Übeyd’e şöyle dedi:

“Bu ok Ebû Bekir’in oğlunu şehit eden oktur. Ona senin elinle şehitlik veren, seni onun eliyle küfür üzere öldürmeyen Allah’a hamd olsun! Onun rahmeti ve ik­ramı ikinizi de kuşattı.”

Hz. Said de o cihadta müşrik olarak öldürülmediğine sevindi, Allah’a şükret­ti. Allah onlardan razı olsun![1]


_______________________________
[1]Müstedrek, 3: 478; Beyhakî, Sünen, 9: 98.

18 Haziran 2019 Salı

Abdullah bin Ebî Evfâ (r.a.)


cihad meydanlarında kılıcıyla, normal zamanlarda ilim ve zekâsı ile Hakk’ın davasını dünyanın dört bir tarafına duyurmaya çalışan sahabilerden biri de Ab­dullah bin Ebî Evfâ’dır. Hz. Abdullah, “Abâdile-i Seb’a [yedi Abdullah]” olarak meşhur olan âlim sa­habiler arasında yer alıyordu.

Babası Ebû Evfâ ile birlikte Re­sû­lul­lah’ın feyizli sohbetine mazhar olan Hz. Abdullah, bir gün mallarının zekâtını teslim etmek üzere Re­sû­lul­lah’ın huzuruna vardılar. Bu fedakâr ailenin ihlas, samimiyet ve İslam’a bağlılıklarından dolayı Peygamber Efendimiz, baba oğula takdir ve duasını eksik etmezdi. Zekâtlarını getiren diğer sahabilere yal­nız kendileri için dua ettiği hâlde, Abdullah için, “Yâ Rab, Ebû Evfâ ailesine rahmet ve keremini bol eyle.” buyurdu.[1]

Bu dua, Hz. Abdullah için dünyalara bedeldi. Bu ânı ve sözleri hayatının en tatlı ve mesut hatırası olarak yâd ederdi. Sonunda Re­sû­lul­lah’ın duası Ebû Evfâ ailesi hakkında kabul olmuş, Hz. Abdullah, Re­sû­lul­lah’ın yüce davasını cihana yayma bahtiyarlığına ermişti.

Hz. Abdullah bir taraftan ilimle uğraşırken, diğer taraftan cihadlara da katılır­dı.[2]Re­sû­lul­lah ile birlikte yedi gazaya katıldı. Huneyn ve Hayber cihadlarında üstün kahramanlıklar gösterdi. Huneyn’de birçok kimsenin sıkışıp kaçtığı, Müslümanların mağlubiyet ihtimalinin ortaya çıktığı bir sırada Hz. Abdullah, sarsılmadan canını Re­sû­lul­lah’a siper eden sahabiler içinde bulunuyordu. Sava­şın dehşeti ve şiddeti onu korkutmu­yordu. Re­sû­lul­lah’a gelecek tehlikelere karşı göğsünü geriyordu. Nihayet Hu­neyn’de yaralandı. Bu yaraların izleri, hayatının sonuna kadar bir alamet ve işaret olarak kaldı.

Umretü’l-Kazâ’da Re­sû­lul­lah Efendimiz Kâbe-i Muazzama’yı tavaf ederken, Hz. Abdullah, Peygamberimize muhafızlık ediyordu. Kendisinden nakledilen bir rivayette, “Peygamber Efendimiz umre için Kâbe’yi tavaf ve Safa ile Merve arasında sa’y ederken biz de onu müşriklere karşı koruyorduk.” der. Bir bakıma Hz. Abdullah, Re­sû­lul­lah’ın muhafızıydı. Gerçi Re­sû­lul­lah daima Allah’ın inayeti altındaydı, onun koruyucusu Hz. Allah’tı; fakat sebepler dünyasında ya­şadığı için ümmetine örnek olsun diye esbaba tevessül ediyordu.

Hadis ilminde mühim isimlerden olan Abdullah bin Ebî Evfâ, Re­sû­lul­lah’tan 95 hadis rivayet etmiştir. Bunların çoğu cihad hakkındadır. Mesela “Cen­net kılıçların gölgesi altındadır.” mealindeki hadisi Hz. Abdullah rivayet etmiş­tir.

Abdullah bin Ebî Evfâ son derece sabırlı bir insandı. Vuku bulan musibetler karşısında ailesine, çevresine daima sabır telkin ederdi. Bir defasında çok sev­diği küçük kızı vefat etmişti. Hanımı yana yakıla ağlıyordu. Hz. Abdullah, hanı­mının bu şekilde sesli ağlamasını hoş görmedi, ikaz etti:

“Kalben üzülebilirsin, gözyaşı dökebilirsin; fakat seslice ağlama!”

O, Re­sû­lul­lah’ın yaptığını aynen tatbik ediyordu. Zira Re­sû­lul­lah Efendimiz de oğlu İbrâhim vefat ettiğinde aynı şekilde hareket etmişti.

Hz. Abdullah, Resûl-i Ekrem’in vefatına kadar Medine’de kaldı. Re­sû­lul­lah’ın nübüvvet nurundan feyiz aldı. Vefatından sonra Kûfe’ye gitti, oraya yerleşti. Hz. Abdullah, Kûfe’de Hicrî 86 senesinde vefat eden son sahabidir. İmam-ı Âzam Ebû Hanife, Hz. Abdullah’ın devrine yetişti. Hz. Abdullah vefat ettiğinde Ebû Hanife altı yaşındaydı.

Allah ondan razı olsun!


_______________________
[1]Buhârî, Fedâil, 5.
[2]Müsned, 4: 381, 383.

17 Haziran 2019 Pazartesi

Abdullah bin Huzâfe (r.a.)


Bir davayı temsil etme durumundaki insanların hayatında öyle ehemmiyetli anlar var­dır ki, o sırada yaptıkları küçük bir ihmal birçoklarının felaketine se­bebiyet verebildi­ği gibi, gösterdikleri fedakârlıklar da pek çok insanın saadeti­ne ve kurtuluşuna vesile olur.

İşte insanlığın yıldız şahsiyetleri sahabiler, daima birer saadet rehberi olmuş­lardır. Türlü çile ve ıstıraplara katlanmışlar, ama arkalarındaki birçok kimseye de dünya ve ahiret saadetini yaşatmışlardır.

İlk Müslümanlardan olan Abdullah bin Huzâfe de (r.a.) böyle bahtiyar biriy­di. Hz. Ömer (r.a.) devrinde Bizanslılarla yapılan muharebede birçok Müslüman’la birlikte esir düşmüştü. Bizanslılar, ellerine geçirdikleri esirlere önce Hı­ristiyanlık telkini yapar, kabul ettiği takdirde serbest bırakırlar, aksi hâlde çeşit­li işkencelerle öldürürlerdi.

Abdullah bin Huzâfe’nin, Sahabenin ileri gelenlerinden biri olduğunu öğre­nen kral, ona ayrı bir ehemmiyet veriyor, Hıristiyanlığı kabul etmesi için devamlı telkinler yaptırıyordu. Fakat Abdullah bin Huzâfe bu tekliflerin hiçbirisi­ne kulak asmıyor, Kelime-i Şehadet’i haykırmaya devam ediyordu. Kral henüz ümidini kesmemişti. Hz. Peygamber’in yakın arkadaşlarından birisinin Hıristi­yanlığı kabul etmesi, günden güne yayılarak, Bizans’ı tehdit eden Müslümanlar arasında bir panik meydana getirecek ve Hıristiyanlık âlemi için büyük bir mu­vaffakiyet olacaktı. Onun için kral, Hz. Abdullah’ın Hıristiyan olması hâlinde kavuşacağı dünyalıkları durmadan artırıyor, yeni yeni tekliflerde bulunuyor­du.

En sonunda şöyle bir teklifte bulundu:

“Hıristiyan olmayı kabul ettiğin takdirde, kızımı verir, seni saltanatıma ve mülküme ortak ederim.”

İslam imanını bütün varlığına sindirmiş olan Hz. Abdullah, izzetle haykırarak şu cevabı verdi:

“Değil bütün Bizans topraklarını, Arap ve Acem topraklanı da versen, bir an olsun dinimden dönmem!” Kral:

“Öyleyse öldürüleceksiniz!” dedi. Hz. Abdullah ise:

“Buna gücünüz yetebilir. Ama imanımı kalbimden çıkarıp atamazsınız!” diye cevap verdi.

Sonra Hz. Abdullah çarmıha gerildi ve okçular devamlı olarak, ellerine ve ayaklarına yakın yerlere ok yağdırdılar. Bu arada yine Hıristiyanlık telkinlerine devam ediliyordu. Aynı zamanda bir kazan su kaynatılmış ve Hıristiyan olma­yı reddetmiş olan diğer Müslümanlardan birisi getirilmiş, kazana atılmak üzere bekletiliyordu. Derken o Müslüman, kaynar suya atıldı. Etrafta bulunanlar ve Hz. Abdullah, yanan kemik cızırtılarını duydular. Sonra kazanın yanına Hz. Ab­dullah getirildi.

Bu esnada Hz. Abdullah ağlamaya başladı. Kral, Hz. Abdullah’ın korkusun­dan ağladığını zannederek, tekrar Hıristiyan olmasını teklif etti. Hz. Abdullah yine tekliflerini reddetti. Kral:

“O hâlde niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Bu soruya Hz. Abdullah’ın ce­vabı şu oldu:

“Ben korkumdan ağlamış değilim. Biz Müslümanlar, Allah yolunda ölümden kork­ma­yız. Benim ağlamamın sebebi şudur ki, ‘Başımdaki saçlarım adedince canlarım bulunsa da, onlardan her biri böyle Allah yolunda ölüme gitse!’ diye düşündüm ve böyle bir düşünce beni ağlamaya sevk etti.”

İslam izzetinin müşahhas bir timsali olan Hz. Abdullah’ın bu sözleri karşısın­da kral yeni bir teklifte bulundu:

“Başımdan öpersen, seni serbest bırakacağım.”

Bizans saltanatına ortaklık teklifi karşısında bile imanından fedakârlık gös­termeyen Abdullah, bir Hıristiyan’ın başından nasıl öperdi? Şöyle mukabil bir teklifte bulundu:

“Burada bulunan bütün Müslüman esirleri serbest bıraktığın takdirde dediği­ni yaparım.”

Hz. Abdullah, kralın başını öpmeye giderken şöyle düşünüyordu:

“Bu adamın, Allah’ın düşmanlarından birisi olduğuna inanıyorum. Bunun başını ise, ancak Müslüman kardeşlerimi serbest bırakacağı için öpüyorum.”

Hz. Abdullah, kralın başını öptü ve o da sözünde durarak 80 Müslüman esiri serbest bıraktı.

Abdullah bin Huzâfe’nin imanından gelen izzet ve fedakârlığı 80 Müslüman’ın kurtarılmasına ve daha nicelerinin imanının kurtulmasına vesile olmuştu.

Esirlerle birlikte Medine’ye dönen Hz. Abdullah, Hz. Ömer tarafından karşılandı. Hz. Ömer, Abdullah’ı tebrik etti ve orada bulunan Müslümanlara hitaben:

“Abdullah, kralın başından öperek 80 Müslüman kardeşimizin kurtuluşuna vesile ol­muştur. Onun için, Abdullah’ın başından öpmek, her Müslüman’a bir vazifedir. İşte ilk önce ben öpüyorum!” dedi ve başından öptü.[1]

Müslüman olduktan sonra Re­sû­lul­lah ile birlikte bütün cihadlara katılan Abdullah bin Huzâfe, bir ara Peygamberimiz tarafından 50 kişilik bir seriyyenin kumandanlığına da getirilmişti.

Hz. Peygamber’in mektubunu İran kisrasına götüren de o idi. “Perviz” adındaki İran kisrası, Hz. Peygamber’in mektubunu yırtmıştı. Bunu haber alan Re­sû­lul­lah da:

“Ya Rab! O nasıl mektubumu parçaladı ise, sen de onu ve onun mülkünü parça parça et!” demiş ve ilave etmişti: “Bundan başka kisra gelmez.”

Bir müddet sonra, Perviz’in oğlu Şirviye, babasını hançerle paralamış ve Sa’d bin Ebî Vakkas da (r.a.) onun saltanatının altını üstüne getirmişti.

Sağlığında Hz. Peygamber’in ihbarının çıktığını gören Abdullah bin Huzâfe, Hz. Osman devrinde Mısır’da vefat etti.[2]

Allah ondan razı olsun!


_________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 3: 142; İsâbe, 2: 297.
[2]İstiâb, 2: 283; Mektûbât, s. 151.

16 Haziran 2019 Pazar

Abdullah bin Mahreme (r.a.)


İslamiyet’in ilk yıllarında Müslüman oldu. Müşriklerin işkenceleri karşısında Habeşistan’a hicret etmek zorunda kaldı. Oradan Medine’ye hicret ederek iki hicret sevabı birden kazandı. Bedir, Uhud, Hendek ve diğer gazalara katıldı.

Hz. Abdullah ilim, fazilet ve takva sahibi bir zattı. En büyük arzusu şehitlik mertebesine ermekti. Bunun için devamlı Cenâb-ı Hakk’a dua ederdi. İhlasla yaptığı bu dua ka­bul edildi. Yemâme Harbi’nde şehit düştü. Hz. Abdullah bu sa­vaşta çok büyük kahra­manlıklar göstermişti. Vücudunun her tarafından yara­lanmıştı. Mevsim mübarek Ra­ma­zan ayı idi. Oruçluydu. Son nefesini vermek üzereyken Abdullah ibni Ömer’i (r.a.) gördü. Abdullah da (r.a.) onu arıyordu.

“Abdullah, iftar ettin mi?” diye sordu. Abdullah:

“Evet, ettim.” cevabını verdi. Ondan, kalkanla biraz su getirmesini rica etti. Hz. Ab­dul­lah su getirdiğinde onun şehit olduğunu gördü. O sırada 41 yaşında bulunuyordu.[1]



[1] İsâbe, 2: 368; Üsdü’l-Gàbe, 4: 253; Tabakât, 3: 404.