SAYFALAR

29 Kasım 2020 Pazar

Hz. Peygamber'in Necran Halkına Yazdığı Mektup

 



- Hz. Peygamber, Neml sûresi nâzil olmadan önce Necran halkına şu mektubu yazdı:

“İbrahim, İshak ve Yakub'un ilahı olan Allah'ın ismiyle! Bu mektup Peygamber (s.a.v)  ve Allah'ın Rasûlü (s.a.v)Muhammed'den Necran halkı ile onların piskoposunadır! Siz barış ehlisiniz. Ben sizin katınızda yani şehadetiniz altında İbrahim, İshak ve Yakub'un ilahına hamdediyorum. Bundan sonra ben sizi, kulların ibadetini bırakıp Allah'ın ibadetine ve yine kulların velâyetini bırakıp Allah'ın velâyetine dönmeye davet ediyorum. Eğer bunu yapmazsanız o zaman haraç veriniz. Yok bunu da yapmazsanız, size harp ilan ediyorum. Selam”.

Bu mektubu okuyan Necran piskoposu dehşete kapıldı. Şiddetli bir sarsıntı geçirdi. Necran halkından Şurahbil b. Vedâa isimli bir kişiyi huzuruna çağırttı. Bu zat Hemdan'dandı ve Necran'da çözülmesi zor bir mesele ortaya çıktığında ilk önce ona müracaat olunurdu. Piskopos, Hz. Peygamber'in mektubunu ona verdi. Şurahbil mektubu okudu. Sonra piskopos 

‘Ey Ebâ Meryem! Senin bu husustaki görüşün nedir?' dedi. Şurahbil, piskoposa şöyle dedi: 

‘Biliyorsun, Allah, İbrahim'e, İsmail'in zürriyeti hakkında peygamberlik va'detmiştir. Belki de bu kişi Allah'ın va'dettiği o peygamberdir. Peygamberlik hakkında bir bilgim yoktur. Eğer dünya işleri ile ilgili bir mesele olmuş olsaydı görüşümü sana bildirir ve onu çözebilmek için de var gücümle çalışırdım' dedi. Piskopos da 

‘O halde otur!' dedi. O da bir kenara çekilerek oturdu. Piskopos bu kez Necran halkından Abdullah b. Şurahbil isimli birisini -ki bu zî-Esbah'tan ve Himyer'dendi- çağırdı, mektubu ona da okuttu. Ona fikrini sordu. O da aynen birincisinin sözlerini tekrarladı. Piskopos ‘Sen de git otur!' dedi. O da bir kenara oturdu. Sonra piskopos Necran halkına mensup Benî Hâris Kâ'b'dan Cebbâr b. Feyz diye birisini huzuruna davet etti. Mektubu ona da okuttu ve fikrini sordu. O da Şurahbil ve Abdullah gibi birşey diyemeyeceğini söyledi. Piskopos ona da bir kenara çekilip oturmasını söyledi.

Görüşlerin bu noktada birleştiğini gören piskopos hemen çanların çalınmasını, ateşler yakılmasını, kiliselere kıldan yapılmış elbiseler asılmasını emretti. Onlar gündüzleri bir felaketle karşı karşıya geldikleri zaman böyle yaparlardı. Eğer geceleyin böyle bir korku ve dehşetle karşı karşıya gelirse sadece çan çalarlar ve kiliselerde ateş yakarlardı. Çanların çalınıp kiliselerde kıl elbiseler yükseldiğini gören tüm Necran halkı toplandı. Necran vadisinde bulunan herkes oraya geldi, ki bu vadinin uzunluğu, süratle giden bir atlının bir günde alabileceği bir mesafe idi. Vadide 73 köy, 120.000 savaşçı vardı. Piskopos, Hz. Peygamber'in mektubunu onlara okudu ve bu husustaki görüşlerini sordu. Onlar da Şurahbil b. Vedâa el-Hemdânî, Abdullah b. Şurahbil el-Esbahî ve Cebbâr b. Feyz el-Hârisî'nin Hz. Peygamber'e gönderilmesini kararlaştırdılar. Onlar gidip peygamberden kendilerine haber getirecekti. Böylece bu heyet Medine'ye gitti. Oraya vardıklarında, yolculuk sırasında giydikleri elbiselerini çıkardılar. Yemen kürküne benzeyen kürklerini giydiler. Altın yüzüklerini taktılar ve sonra da varıp Hz. Peygamber'e selam verdiler. Hz. Peygamber (s.a.v)  onların selamlarına karşılık vermedi. Bütün bir gün onunla konuşmak istediler. Hz. Peygamber (s.a.v)  onlarla sırtlarındaki kürkler ve parmaklarındaki altın yüzükler dolayısıyla konuşmuyordu. Onlar da Osman b. Affan ile Abdurrahman b. Avf'ı aramaya başladılar. Çünkü onları önceden tanıyorlardı. Onları muhacir ve ensardan oluşan bir mecliste buldular:

‘Ey Osman ve Abdurrahman! Sizin peygamberiniz bize bir mektup yazdı. Biz onun mektubuna uyarak geldik. Ona vardık ve selam verdik. Bizim selamımıza karşılık vermedi. Onu bütün gün konuşturmak istedikse de bizimle konuşmadı. Sizin bu husustaki görüşünüz nedir? Geri mi dönelim?' dediler. Hz. Abdurrahman ile Hz. Osman da bunu orada bulunan Hz. Ali'ye sordular: 

‘Ey Eba'l-Hasan! Sen ne diyorsun!' dediler. Hz. Ali de şöyle dedi: ‘Benim görüşüm şudur: Bunlar, sırtlarındaki kürkleri ve parmaklarındaki yüzükleri çıkarsınlar. Yolculuk sırasında giymiş oldukları elbiselerini giysinler ve ondan sonra Hz. Peygamber'in yanına gitsinler'. Bunun üzerine onlar da böyle yaptılar ve Hz. Peygamber'e gidip ona selam verdiler. Hz. Peygamber (s.a.v)  bu defa selamlarını alarak şöyle buyurdu: 

‘Beni hakla gönderen Allah'a yemin ederim ki onlar bana ilk geldiklerinde İblis de onlarla beraberdi'. Sonra Hz. Peygamber (s.a.v)  onlara, onlar da Hz. Peygamber'e karşılıklı sorular sordular. Sonunda onlar Hz. Peygamber'e şu soruyu sordular: 

‘İsa hakkında ne biliyorsun? Biz hristiyanız ve dönüp kavmimize gideceğiz. Şayet sen bir Peygamber (s.a.v)  isen İsa hakkındaki görüşlerini öğrenmek isteriz'. Hz. Peygamber (s.a.v)  de şöyle buyurdular: 

‘İsa hakkında şu anda hiçbir bilgim yoktur. Durunuz, Rabb'im, İsa hakkında ne diyorsa onu size yarın haber vereyim' dedi. Sabah oldu. Allah Teâlâ bu konuda Âl-i İmran suresinin 59. ayetinden 61. âyetine kadar olan, bölümü indirdi. 

Onlar bu görüşü kabul etmeye yanaşmadılar. Rasûlullah (a.s.m) da onlarla karşılıklı olarak lânetleşmeye (mülâane) karar verdi. Bunun için de sabah olduğunda Hz. Peygamber (s.a.v)  lânetleşmenin yapılacağı yere gitti. Hasan ile Hüseyin'i elbisesiyle örttü. Hz. Fatıma da tam arkasında bulunuyordu. Hz. Peygamber'in hanımlarının birkaçı da oradaydı. Bu manzarayı gören Şurahbil, arkadaşlarına şöyle dedi: ‘Biliyorsunuz ki tüm Necran vadisi halkı bir meseleyi ancak benim görüşüme uyarak reddederler veya o konuda çıkış yolu tesbit ederler. Yemin ederim ki bu, bana ağır birşey gibi görünüyor. Çünkü eğer bu kişi Peygamber (s.a.v)  ise biz onun gözlerine bütün Araplardan önce vurmuş ve onu herkesten önce reddetmiş oluruz. O zaman da bu kin, ne onun ve ne de ashabının göğsünden çıkmaz. Bir belaya düştüğümüzde onlar, bize, diğer bütün komşu Araplardan daha yakındır. Eğer bu kişi peygamberse ve onu Allah göndermişse, onunla lânetleştiğim takdirde yeryüzünde bizden hiç kimse kalmaz. Ne kıl ve ne de tırnak kalır, herşey helâk olur'. dedi. Bunun üzerine diğer ikisi ona ‘Peki, senin görüşün nedir, ey Ebâ Meryem?' dediler. Şurahbil de şöyle dedi: ‘Benim görüşüm, onunla konuşmak hususunda beni desteklemenizdir. Ben onu hakem yapmak istiyorum ve onu hiç bir zaman batıl ile hükmetmeyecek bir kişi olarak görüyorum'. Arkadaşları ona 

‘Bu görüşünü uygulamakta serbestsin' dediler. Şurahbil de Hz. Peygamber'i karşıladı ve ona 

‘Seninle lânetleşmekten daha hayırlı bir çözüm var' dedi. Hz. Peygamber (s.a.v)  

‘Nedir?' diye sordu. Şurahbil 

‘Bugün akşama ve akşamdan da sabaha kadar seni hakem kıldık. Bizim hakkımızda ne hüküm verirsen geçerlidir' dedi. Hz. Peygamber (s.a.v)  

‘Ya arkada, Necran'da seni kınayacak olanlar ve bu fikre uymayanlar olursa' dedi. Şurahbil 

‘Şu iki arkadaşımdan sor' dedi. Hz. Peygamber (s.a.v)  de durumu onlardan sordu. Dediler ki: 

‘Necran vadisi halkı ancak Şurahbil'in fikri ile hareket ederler'.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v)  lânetleşmekten vazgeçti ve ertesi gün de yanlarına giderek şu mektubu yazdı:

“Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla.

Bu, Peygamber (s.a.v)  ve Allah'ın Rasûlü (s.a.v)Muhammed'in Necran halkına yazdığıdır! Durum şudur: Muhammed onların hakkında her meyvede, her sarıda ve beyazda (altın ve gümüşte), her siyahta (hayvanlarda) ve her kölede haraç vermelerini hükmetmiş fakat daha sonra onlara bir lütufta bulunarak bütün bunlardan vazgeçmiştir. Ancak onlar her sene ikibin hülle (giyim elbisesi) vereceklerdir. Binini Recep ayında diğer binini ise Safer ayında vereceklerdir”[1]

- Onlar, Hz. Peygamber'in mektubunu aldıklarında Necran'a döndüler. Dönüşleri sırasında beraberlerinde piskoposun anne bir kardeşi de vardı. Bu aynı zamanda keşişin amcasının oğlu da oluyordu. İsmi Bişr b. Muâviye idi ve künyesi de Ebu Alkame idi. Heyet Hz. Peygamber'in mektubunu piskoposa teslim etti. Piskoposla Ebu Alkame Hz. Peygamber'in mektubunu okuyorlar ve ikisi de gülüyorlardı. O sırada Bişr'in devesi yere kapaklandı. Bunun üzerine Bişr, Hz. Peygamber'in açık ismini kullanarak helak olması için ona beddua etti. Bu durum karşısında piskopos ona şunları söyledi: 

‘Yemin ederim ki sen, Allah tarafından gönderilmiş bir peygambere bedduada bulundun'. Bişr de piskoposa: 

‘O halde Allah'a yemin ederim ki ben de devemin düğümlerini çözmeden Peygamber'e gideceğim' dedi ve devesini Medine'ye doğru çevirdi. Piskopos ona engel olabilmek için dedi ki: 

‘Biraz anlayışlı ol. Ben bu sözü Arapların kulağına gitsin diye söyledim. Çünkü onların, onun hakkını almış olduğumuzu veya onun sesine kulak verdiğimiz veya bütün Araplardan daha kuvvetli ve hepsinden daha derli-toplu olduğumuz halde Araplardan hiçbir kimsenin zoru altında kabul etmediğimizi bu kişinin zoru altında kabul etmiş olduğumuzu sanmalarından korkuyorum'. Bişr ise ona 

‘Hayır, Allah'a yemin ederim ki senin kafandan çıkanı ebediyyen kabul etmeyeceğim' dedi ve devesini sürdü. Sırtını piskoposa çevirerek şu şiiri okudu:

“Sana bağlı olduğu için, karnında yavrusu oynayan devesine binip hristiyanların dinine muhâlif olarak ve sıkıntılı bir halde geliyor(um)”. Böylece Bişr, Hz. Peygamber'e geldi ve müslüman oldu. Şehid oluncaya kadar da Hz. Peygamber'in yanında kaldı.

Râvi devamla şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber'e giden heyet Necran'a döndü. Kilisenin başında bulunan İbn Ebî Şimr ez-Zebîdî de oraya geldi. Ona ‘Tihâme'den bir Peygamber (s.a.v)  gönderildi' denildi ve sonra Necran heyetinin Hz. Peygamber'e gittiği, Hz. Peygamber'in lânetleşme teklif ettiği ve fakat onların bundan korktuğu ve Bişr b. Muaviye'nin ona gidip müslüman olduğunu anlattılar. İbn Ebî Şimr dedi ki: 

‘Beni buradan indiriniz. Aksi takdirde kendimi atar, intihar ederim'. Onu indirdiler. Rahip, beraberinde bazı hediyeler olduğu halde Hz. Peygamber'e gitti. Hediyelerin içerisinde Hz. Peygamber'den sonra halifelerin giydiği kürk de vardı. Büyük bir su kabı ve bir de asa vardı. Hz. Peygamber'in yanında bir müddet durdu, vahyi dinledi. Fakat İslâm'a girmedi. Sonra kavmine döndü. Geleceğim diye va'detmesine rağmen Hz. Peygamber'in ölümüne kadar gelemedi. Daha sonra piskopos Ebu'l-Hâris, beraberinde kavminin ileri gelenleri olduğu halde Hz. Peygamber'e geldiler ve onun huzurunda durdular. Allah'ın indirdiği vahyi dinliyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v)  bu piskoposa ve bundan sonra gelecek Necran piskoposlarına şu mektubu yazdı:

“Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla!

Bu Peygamber (s.a.v)  olan Muhammed'den Ebu'l-Hâris isimli Necranlı piskoposa, Necran'ın keşişlerine, kâhinlerine, ihvanlarına, ellerinin altında bulunan kişilere Allah'ın ve Rasûlü'nün teminâtıdır: Onların keşişlerinden, ruhbanlarından ve kâhinlerinden hiçbiri değiştirilmeyecektir. (Onlar kendi işlerini kendileri göreceklerdir). Haklarından bir hak değiştirilmeyeceği gibi, saltanatlarına da karışılmayacaktır. Ve bu saltanat üzerinde dayandıkları noktalara da dokunulmayacaktır. Onlar ıslah edip nasihatta bulundukları müddetçe Allah ve Rasûlü'nün teminâtı ebediyyen onlar için geçerlidir ki onlar ne bir zulme mâruz kalacaklardır ve ne de bir zâlime”[2]


[1] İbn Kesir, Tefsir I/369 (Beyhaki'den, o da hristiyanken müslüman olan Yunus b. Bükeyr, Seleme b. Abd-i Yesü', o babasından, o da dedesinden rivayet etti).

[2] Bidaye V/55 (Bu mektubun şahidi Ebu Süfyan, Geylan b. Amr, Malik b. Avf, Akra' b. Habis el-Hanzali ve Mugıre'dir. Mektubu Mugıre b. Şube yazmıştır)

Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu's-Sahabe, sf : 1/126-130.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yaptığınız için teşekkürler