Etiketler
- ALLAH YOLUNDA FEDEKARLIK (31)
- ALLAH'A ve RASÛLÜ'NE DAVET (168)
- BİAT (34)
- Erkek sahabeler (227)
- HADİSİ ŞERİFLER (150)
- HATİM DUASI (2)
- İLMİHAL (9)
- Kadın sahabeler (82)
- Kuran Mucizeler (28)
- NAMAZ HOCASI (7)
- ORUÇ (8)
- TESBİHAT (5)
- YASİNİ ŞERİF (1)
- Yazılı resimler (1)
31 Ağustos 2017 Perşembe
Sevbân (r.a.)
Peygamberimizin kölelikten efendiliğe yücelttiği, insanların en şereflileri arasına kattığı ve Ehl-i Beyt’inden saydığı bahtiyar zatlardan birisi de Hz. Sevbân’dır (r.a.).
Hz. Sevbân aslen Yemenliydi. Esir olarak satılıyordu. Peygamberimiz esaret parasını vererek onu hürriyetine kavuşturdu, sonra da serbest bıraktı. Fakat Hz. Sevbân, engin şefkat deryası olan Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) bir anda ısınmıştı. Ondan ayrılmak istemedi. Bunu fark eden Peygamberimiz, kendisine şu teklifte bulundu:
“İstersen ailenin yanına dön, onlarla yaşa; istersen bizimle, Ehl-i Beyt’imizin arasında bulun.”
Bu, Hz. Sevbân’ın dört gözle beklediği bir teklifti. Hiç düşünmeden, Kâinatın Efendisi’yle beraber kalmayı kabul etti.[1]
Hz. Sevbân böylece Peygamber ailesinin hizmetinde bulunma şerefine erdi. Aynı zamanda Peygamberimizin hususi hizmetkârlık vazifesini de yürüttü. Akıllı, dirayetli ve zeki bir insandı. Peygamberimizin her emrine koşar, her işini görür ve en mükemmel şekilde isteklerini yerine getirirdi.
Hz. Sevbân, Peygamberimizle olan bir hatırasını şöyle anlatır:
Resûlullah (a.s.m.) sefere çıkacağı zaman en son olarak kızı Hz. Fâtıma’ya (r.anha) uğrardı. Dönüşünde de ilk önce Hz. Fâtıma’nın evine giderdi. Bir seferden dönmüştü… Hz. Fâtıma kapının üzerine bir örtü asmıştı. Hasan’la Hüseyin’in de (r.a.) kollarında gümüşten iki bilezik vardı. Peygamberimiz bunları gördü, Hz. Fâtıma’nın yanına uğramadan geçti. Hz. Fâtıma, Resûlullah’ın eve girmeyişinin, kapıya astığı perdeden ileri geldiğini anlamıştı. Derhâl perdeyi çekti. Çocukların kollarındaki bilezikleri çıkardı, ellerine vererek nur dedelerine gönderdi. Hasan’la Hüseyin ağlayarak Resûlullah’ın yanına gittiler. Resûlullah, bilezikleri çocuklardan aldı, bana da şöyle buyurdu:
“Ey Sevbân, bunları falan aileye götür, Fâtıma için aşık kemiğinden yapılmış bir gerdanlık ve fil dişinden yapılmış iki bilezik satın al. Çünkü bunlar benim Ehl-i Beyt’imdir, dünyada iken cennet nimetlerini yemelerini hoş görmem!”[2]
Hz. Sevbân, Peygamberimize çok hürmet eder, ona karşı yapılan en ufak kabalığa tahammül edemez, âniden tepki gösterirdi. Bazen bu şiddetli bağlılığı dolayısıyla sıkıntılara katlandığı da olurdu.
Bir defasında bir Yahudi gelerek Resûl-i Ekrem’le (a.s.m.) konuşmak istedi, “Esselâmü aleyke yâ Muhammed!” diye hitap etti. Hz. Sevbân, Yahudi’nin Peygamberimize adıyla seslendiğini duyunca, bunu bir hürmetsizlik bilerek hemen müdahale etti. “Neden ‘Yâ Resûlallah’ demedin?!” diye çıkıştı. Daha da ilerleterek Yahudi’yle kavgaya tutuştu. Bir-iki yerinden de yaralandı. “Resûlullah’a sadece ismiyle hitap etmeyi bir hata telakki ederim.” dedi. Sevbân’ı yatıştıran Peygamberimiz, “Benim aile içindeki ismim Muhammed’dir.” buyurdu.[3]
Hz. Sevbân, Resûlullah’tan ayrı kalmaya hiçbir zaman dayanamayan bir Peygamber âşığıydı. Çeşitli hizmetler dolayısıyla bazen Resûlullah’tan ayrı kaldığı olurdu. Bir gün perişan bir hâlde Resûl-i Ekrem’in huzuruna geldi. Rengi uçmuş, vücudu zayıflamış, simasında hüzün ve keder belirtileri noktalanmıştı.
Onu bu vaziyette gören Peygamberimiz, hâlini sordu: “Neyin var, hasta mısın, ey Sevbân?”
Hz. Sevbân derdini şöyle anlattı:
“Ne hastalığım ne de ağrım var. Hiçbir şeyim yoktur, yâ Resûlallah! Biz huzuruna gelip gittikçe cemaline bakıyor, yanında oturuyor, sohbetinde bulunuyoruz. Ancak sizi görmediğim zamanlar muhabbetim artıyor, sana kavuşuncaya kadar kederden bunalıyorum! Sonra ahireti hatırlıyorum ve orada sizi görememekten korkuyorum! Çünkü siz cennette diğer peygamberlerle beraber yüksek makamlarda bulunacaksınız. Ben ise cennete girsem bile senin derecenden aşağı makamlarda bulunacağımdan dolayı, sizi orada görememekten endişe ediyorum…”[4]
Hz. Sevbân’ı dinleyen Peygamberimiz ona cevap vermeye hazırlanırken hemen Cebrâil (a.s.) geldi ve şu âyeti okudu:
“Kim Allah’a ve peygamberlere itaat ederse, işte onlar Allah’ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle, dosdoğru olanlarla, şehitler ve salih kimselerle beraberdir. Onlar ne iyi arkadaştırlar!”[5]
Vahyin tamamlanmasından sonra Hz. Sevbân’ın sevincine diyecek yoktu. Sevincinden âdeta çocuk gibi olmuştu. Resûlullah’a olan muhabbetinin ücretini daha dünyadayken aldığı gibi, onun mübarek simasını cennette görebilme müjdesini de alıyordu.
Peygamberimiz, hazır bulunanlara bir seferinde şöyle buyurmuştu:
“Kim bana bir meselede tekeffül ederse ben de ona cenneti tekeffül ederim.”
Bunun üzerine Hz. Sevbân acele davranarak, “Ben!” dedi. Peygamberimiz de, “Kimseden bir şey isteme ve sual sorma!” buyurdu.
Bundan sonra Hz. Sevbân kimseden bir şey istemedi. Hattâ binekteyken kamçısı yere düşecek olsa, onu kimseden istemez, iner, kendisi alırdı.[6]
Peygamberimiz hayatta olduğu müddetçe Hz. Sevbân hizmetinden ayrılmadı. Bütün ömrünü Resûlullah’ın uğrunda feda etti. Bunun mükâfatını da dünyadayken alma bahtiyarlığına kavuştu. Yukarıda zikredilen hadisle cennete hak kazandığı gibi, aynı zamanda Ehl-i Beyt’ten de sayıldı.
Hz. Sevbân’ın da bulunduğu bir sırada Peygamberimiz, ailesi için dua ediyordu. Hz. Sevbân, “Yâ Resûlallah, ben de Ehl-i Beyt’tenim.” dedi. Bu sözü üç defa tekrarlayınca Peygamberimiz kendisini kabul ederek, “Evet, sen de bizdensin; fakat kimsenin kapısına dikilmemek ve kimseden bir şey istememek şartıyla!” buyurdu.[7]Çünkü başkasından sadaka kabul etmek ve minnet altına girmek Ehl-i Beyt’e yakışmayan bir sıfattı.
Hz. Sevbân, Peygamber ailesinden sayıldığını duyunca dünyalar kendisinin oldu. Bütün hayatı boyunca da Peygamberimizin bu tavsiyesine riayet etti.
Hz. Sevbân, Peygamberimizle birlikte olduğu müddetçe ondan duyduğu hadisleri hemen ezberler, muhafaza ederdi. Bu sayede sahabilerin hadis âlimleri arasına girmişti. Sahih hadis kitaplarında 127 rivayeti bulunmaktadır.[8]Ayrıca hadis sahasında pek çok talebe yetiştirmişti. Aynı zamanda İslam hukukunda da derin bilgiye sahipti.
Peygamberimiz irtihâl edince Hz. Sevbân Medine’de ancak üç gün kalabildi. Nereye baksa Peygamberimizi hatırlıyor, ayrılığa dayanamıyordu. O da Hz. Bilâl-i Habeşî gibi Medine’den ayrıldı. Şam bölgesine gitti, Remle’ye yerleşti. Daha sonra Mısır’ın fethine katıldı. Son senelerini Humus’ta geçirdi. Hicret’in 54. senesinde de vefat etti.
Allah ondan razı olsun!
Hz. Sevbân’ın rivayet ettiği hadislerden birisi şu mealdedir.
“Bir zaman gelecek, obur kimselerin çanağa eğilip toplandıkları gibi, milletler de her cihetten sizin aleyhinizde toplanıp birleşecekler.”
Bizler, “Yâ Resûlallah, biz o gün sayıca az mıyız?” dedik.
Peygamberimiz, “Belki siz o gün çok olacaksınız, fakat siz sel suyunun taşıdığı çer çöp gibi dağınık olacaksınız. Düşmanlarınızın kalbinden korku çıkacak, sizin kalbinize ise vehn girecek.”
Biz, “Vehn nedir?” diye sorduk.
Resûlullah, “Vehn, dünya hayatını sevmek, ölümü hoş görmemektir.” buyurdu.[9]
____________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 1: 249.
[2]Müsned, 5: 275; Ebû Dâvud, Tereccül: 21.
[3]Muhtasar Tefsir-i İbni Kesir, 1: 411; Esbâb-ı Nüzul, s. 158-159.
[4]Nisâ Sûresi, 69.
[5]Asr-ı Saadet, 3: 387; Müstedrek, 5: 481.
[6]Müsned, 5: 277.
[7]İsâbe, 1: 204.
[8]Tecrid Tercemesi, 4: 64.
[9]Müsned, 5: 278; Ebû Dâvud, Melâhim: 5.
25 Ağustos 2017 Cuma
Suheyb bin Sinan (r.a.)
İslam güneşinin ilk doğduğu yıllardı... Bu nur bazılarının gözünü kamaştırıyor, bazılarını da kendisine cezbediyordu. İslam nurunun etrafında hâlelenen yıldızlar günden güne artıyordu, dünya ve ahiret bahtiyarlığına koşuyorlardı.
İlk Müslümanların safına girecek olan Ammar bin Yâsir bir gün Erkam’ın evinin önünde Suheyb bin Sinan’ı gördü. “Burada ne arıyorsun, ey Suheyb?” dedi. Suheyb de Ammar’a, “Sen niçin geldin buraya?” diye sorunca, Ammar, “Ben Muhammed’in huzuruna girip sohbetini dinlemek istiyorum.” dedi. Süheyb de “Ben de bunun için gelmiştim.” O anda aynı fikirde birleşen Ammar ile Suheyb, Peygamberimizin huzuruna girdiler.
Saatlerce Peygamberimizin nurlu sohbetini dinleyen bu iki bahtiyar, karanlık basıncaya kadar orada kaldılar. Peygamberimizin teklifi üzerine hemencecik ısındıkları İslam safına girdiler.
Kendilerinde bir hafiflik hissediyorlardı. Sevinçten uçuyorlardı. Ama çileli, zahmetli bir davete icabetle, işkence ve ıstırabı baştan kabul etmişlerdi. Çünkü Suheyb, İslam’a girdiğinde Müslümanların sayısı 30’u henüz geçmişti.[1]İlk saffı teşkil ediyorlardı. Bunun için müşriklerin hedefi olmuşlardı.
Hz. Suheyb, Hz. Abdullah bin Cüd’ân’ın azatlı kölesiydi. Bunun için yalnızdı, güçlü bir kabilesi ve çevresi yoktu. Müslümanları yıldırmak ise müşriklerin tek vazifesiydi. Hele bir de sahipsiz birinin İslam’a girişini duyunca, zulüm damarları daha da kabarıyordu.
İşte Suheyb bin Sinan da, İslam davası uğrunda müşriklerin zulmüne uğrayan Müslümanlardan birisiydi. Hz. Ammar ile Suheyb’e eşi görülmemiş zulümler tatbik ediyorlardı. Çıplak olarak zırh giydirip cehennemî güneşin kavurucu azabına terk ediyorlardı.
Bir defasında Mekke çarşısında Suheyb, Ammar ve Habbab birlikte giderlerken müşriklerle karşılaştılar. İman kalesinin bu yüksek burçlarını bir arada gören müşrikler, “İşte Muhammed’in beraber olduğu kişiler!” diyerek ağıza alınmadık hakaretler yaptılar. Çünkü onları yıldırmak için ellerindeki bütün işkence usullerini kullanıyorlardı. Ancak onlar müşriklerin karşısında susmadılar. Suheyb şöyle haykırdı:
“Evet, biz Allah’ın Peygamberi Muhammed’le beraberiz. Onunla oturup kalkıyoruz. Biz Allah’ın Peygamberine iman ettik, siz inanmadınız. Biz onu tasdik ettik, siz yalanladınız. Unutmayın! Biz Müslüman olduğumuz için değersiz değiliz, siz de müşrik olduğunuz için asla üstün değilsiniz.”
Hz. Suheyb’in bu kahramanca cevabına tahammül edemeyen müşrikler, “Allah’ın aramızdan nimet ve rahmetine erdirdiği kimseler bunlar ha!”[2]diyerek Suheyb’in üzerine saldırdılar. Hırslarını, kinlerini onu döverek alıyorlardı. Konuşmasına fırsat vermiyorlardı. Suheyb’i öyle dövmüşlerdi ki, zavallı ne söylediğini bilemez hâle gelmişti…[3]
Ama Suheyb bütün bu işkencelere mukavemet ediyordu. Yapılan eziyetler onun için hak yolda sebat için bir teşvik kamçısı oluyordu. İmanı kat kat artıyordu. Usanmak bıkmak bilmeyen bir azimle nurlu davayı omuzunda taşıma gayreti içindeydi.
Bu çileli ve ıstıraplı günler sona ermeye başlamıştı. Peygamberimiz hicretle emrolunmuş, Medine’ye gitmek için yola çıkmıştı. Müslümanlar, tek tek o nuru takip ediyorlardı. Onsuz geçen zamanı ölü, sohbetinden mahrum kaldıkları anları boş sayıyorlardı. Suheyb bin Sinan da hicrete karar vermişti. Bir nebze de olsa Mekkelilerin eza ve cefasından kurtulmuş olacaktı. Fakat bir türlü fırsatını bulamıyordu. Nihayet Hz. Ali’nin hicret ettiğini görünce, hazırlığını yapıp Medine yolunu tuttu.
Hz. Suheyb’in hicret ettiğini duyan müşriklerden bazıları peşine düştüler. Ona mâni olmak istediler. Nihayet yetiştiler. Mekke’den ayrılmasına müsaade etmeyeceklerini belirterek şöyle dediler:
“Sen Mekke’ye bir köle olarak geldin. Fakirdin. Bizim sayemizde zengin oldun. Burada kazandığın serveti beraberinde götürmek istiyorsun. Buna razı olamayız, seni bırakmayız!”
Müşriklerin bu tehdidine ehemmiyet vermeyen kahraman Suheyb, bineğinden aşağı indi, torbasından okları çıkardı. Karşısından dikilen Mekkelilere, “Benim çok isabetli ok attığımı hepiniz bilirsiniz. Bu okların hepsini üzerinize yağdırırım! Oklarım biterse kılıcımla müdafaada bulunurum. Kılıcım elimde, oklarım çantamda bulundukça hiçbirinizi yanıma yaklaştırmam!” diye meydan okudu.
Bu cesurca hitabe karşısında düşmanların dili tutulmuştu. Söyleyecek bir şeyleri yoktu. Çünkü bu İslam fedaisinin kendilerine kolay kolay teslim olmayacağını iyi biliyorlardı. Fakat Mekkeliler onu bırakmak niyetinde değildiler. Suheyb şu teklifte bulundu:
“Sizin gözünüz Mekke’deki servetimdedir. İlan ediyorum, ne kadar malım varsa hepsi sizin olsun. İstemiyorum. Çekilin yolumdan!”
Bu teklif, müşriklerin arayıp da bulamadığı bir şeydi. Suheyb beraberinde götürdüğü mallarını da verince, müşrikler bayram ettiler. Suheyb dini, imanı uğrunda malından, servetinden vazgeçmişti. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber’e kavuşmayı her şeye tercih ediyordu.
Suheyb bin Sinan, Rebiülevvel ayının içinde Kuba’da Peygamberimizle müşerref oldu. Fakat çok yorulmuş, bitap düşmüştü. Mekke’den çıkarken yanında getirdiklerini de müşrikler gasbedince aç susuz bir hâlde, tahammül edilmez ıstıraplar içinde yolculuk etmişti. Öyle ki, ayağa kalkacak mecali kalmamıştı. Fakat Sevgili Peygamberimize kavuşması bir anda bütün yorgunluğunu dindirdi.
Hz. Ebû Bekir’le Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) yanındaydılar. Önlerinde taze yapraklı, salkım salkım hurmalar bulunuyordu. Suheyb’in yolda gözü ağrımış, karnı da çok acıkmıştı. Hz. Suheyb kendisine ikram edilen hurmaları hemen yemeye başladı. Bunu gören Hz. Ömer, Resûlullah’a, “Yâ Resûlallah, Suheyb’e bakın. Gözü ağrıdığı hâlde yaş hurmayı yiyor!” dedi. Peygamberimiz, “Ey Suheyb, gözün ağrıdığı hâlde yaş hurmayı niçin yiyorsun?” buyurdu. Peygamberimizin bu ikazı karşısında Suheyb, “Yâ Resûlallah, ben hurmaları gözümün ağrımayan kısmıyla yiyorum!” dedi. Bu latif cevap üzerine Peygamberimiz tebessüm buyurdular.[4]
Bu konuşmalardan sonra Suheyb bin Sinan, Mekke’den çıktığı sırada karşılaştığı hadiseyi Peygamberimize anlattı: “Yâ Resûlallah, siz Mekke’den çıktığınız sırada müşrikler beni yakalayıp eziyet ettiler. Ben de servetimi vererek kendimi ve ailemi satın aldım!”
Suheyb’i dinleyen Peygamberimiz ona müjdeyi verdi: “Ey Ebû Yahya, sen bu alış verişten kârlı çıktın, ziyan etmedin.”
Bu konuşmaların üzerine şu âyet-i kerime nazil oldu:
“İnsanlardan Allah’ın rızasını kazanmak için canını seve seve feda edenler var. Allah ise kullarına karşı çok şefkatlidir.”[5]
Hz. Suheyb bundan sonra Sa’d bin Heyseme’nin misafiri oldu. Burada sahabilerin bekâr olanları kalıyordu. Akabinde de Sevgili Peygamberimiz, Suheyb bin Sinan ile Hâris bin Samme arasında kardeşlik akdi yaptı.
“İlk Müslümanlar dörttür: Ben Arap milletinin ilk Müslüman’ıyım. Suheyb bin Sinan Rumların ilk Müslüman’ı, Selmân-ı Fârisî Farsların ilk Müslüman’ı, Bilâl de Habeşlilerin ilk Müslüman’ıdır.”
Peygamberimiz bu mübarek sözleriyle, Suheyb bin Sinan’ın Müslümanlar arasında ayrı bir yeri olduğunu belirtiyordu.
Hz. Suheyb’in asıl doğduğu yer Musul havalisinde Dicle kenarına yakın bir yerdir. Babası ve amcası kisra tarafından Übülle hâkimliğine tayin olunmuş ve orada bulunmuşlardı. Bilahare Rumlar bu havaliye hücum edip Übülle’yi zaptetmişler, orada buldukları her şeyi ele geçirip yağmalamışlardı. Bu sırada esir düşenler arasında küçük bir çocuk olan Suheyb bin Sinan da vardı. Sonra Benî Kelb kabilesinin eline geçmiş, oradan da Abdullah bin Cüd’ân’a köle olarak satılmıştı. Daha sonra da aynı kişi tarafından azat edilmiştir.[6]
Suheyb, İslam’ın ilk devrelerinde imanını açıklayan yedi kişiden dördüncüsüydü. Bunlar Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir, Bilâl-i Habeşi, Suheyb bin Sinan, Habbab, Ammar bin Yâsir ve Sümeyye (Ammar’ın annesi) idi.
Hz. Ömer, Hz. Suheyb’i çok severdi. Ona her zaman lütuf ve ikramda bulunurdu. Hz. Ömer bir mecusi tarafından yaralandığında şûra ehlini topladı, onlara, içlerinden birisini halife seçmelerini tavsiye etti. Bu sırada Hz. Suheyb’i de davet ederek, yeni halifenin seçilişine kadar imameti ona verdi. Hz. Suheyb bu mühim vazifeyi üzerine aldı, cemaate namaz kıldırdı. Hz. Ömer’in dâr-ı bekaya irtihâlinde ise onun cenaze namazını kıldırdı. Suheyb bin Sinan’ın hilafeti sadece üç gün sürdü. Bundan sonra Hz. Osman halife seçildi.
Sahabiler arasında temiz mizacı, fazilet ve olgunluğu, hazırcevaplığı ve tatlı latifeleri, nezih ve zarif sohbetleriyle temayüz eden Suheyb bin Sinan, yabancılara merhameti ve misafirperverliğiyle tanınmıştı.
Hz. Ömer bin gün Suheyb’e sordu: “Yâ Suheyb, sen çok yemek yediriyorsun. Malını israf ediyor sayılmaz mısın?”
Suheyb şu cevabı verdi:
“Benim fazla yemek yedirmem Resûl-i Ekrem’den işittiğim şu hadisten sonra artmıştır: ‘Sizin en hayırlınız, yemek yediren ve selam verendir.’ İşte, fazla ikramda bulunmam bunun içindir.”
Hicret’in 38. yılında vefat eden Hz. Suheyb 73 yaşındaydı. Cennetü’l-Baki’ye defnolundu.
______________________________________
[1]Tabakât, 3: 227.
[2]En’am Sûresi, 53.
[3]İsâbe, 2: 195.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 3: 31.
[5]Bakara Sûresi, 107.
[6]Üsdü’l-Gàbe, 3: 31.
9 Ağustos 2017 Çarşamba
Süheyl bin Amr (r.a.)
Bedir Muharebesi’nde Müslümanlar, kendilerinden sayıca ve kuvvetçe üç misli çok olan müşriklere karşı mücadele etmiş ve zafere ulaşmıştı. Müşriklerin ileri gelenlerinin de dâhil olduğu çok sayıda ölünün yanında, düşmanlar birçok da esir bırakarak harp meydanını terk ediyorlardı. Bu esnada Sahabe’den Mâlik bin Duhşum (r.a.) birisini esir etmiş, Resûlullah’ın (a.s.m.) huzuruna getirmişti. Gelen esir hiddetli gözlerle Resûlullah’ı (a.s.m.) ve etrafındakileri süzüyor ve kendisini bekleyen akıbeti merak ediyordu.
Bu esir, müşriklerin ileri gelenlerinden, Müslümanlar aleyhine yaptığı tahrik edici konuşmalarıyla meşhur hatip Süheyl bin Amr idi. Orada bulunan Hz. Ömer (r.a.) hemen kılıcını çekip ortaya atılmış ve şöyle demişti:
“Ey Allah’ın Resûl’ü! Müsaade et, şu adamın dişlerini çekeyim de, bir daha sizin aleyhinizde konuşmasın! Çünkü o, tesirli konuşmalarıyla Kureyş kâfirlerini aleyhimize teşvik ediyordu.”
Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle cevap verdi:
“Bırak onu, ey Ömer! Ümit edilir, o öyle bir makamda bulunur ki, seni de sevindirir…”
Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) her sözüne bütün ruh ve canıyla bağlı olan ve bu sözün de bir gün gelip tahakkuk edeceğine inanan Hz. Ömer (r.a.), “Peki, ey Allah’ın Resûl’ü.” diyerek kılıcını kınına koydu ve boyun eğdi.[1]
Süheyl bin Amr sevinç içinde Resûlullah’ın (a.s.m.) yanından ayrılıp birliğine doğru gitti.
Bu esnada Süheyl’in oğlu Abdullah da (r.a.) bir fırsatını bulup Müslümanların safına geçmişti. Abdullah (r.a.) ilk Müslümanlardandı. Müşriklerin zulüm ve işkencelerine dayanamayarak Habeşistan’a hicret eden ilk kafilenin içerisinde o da bulunuyordu. Ancak Habeşistan dönüşünde babası onu yanına almış ve İslamiyet’ten vazgeçmesi için, akla gelmez zulümlere maruz bırakmıştı. Abdullah artık işkencelere dayanamaz bir hâle gelmişti. Resûlullah (a.s.m.) ona, Müslümanlığını gizleyebileceğini ve İslamiyet’ten döndüğünü babasına söyleyebileceğini bildirdi. Abdullah, babasını “İslam’dan döndüğü” hususunda kandırmaya muvaffak oldu. Ancak imanında zerre kadar bir sarsılma olmamıştı. Bir an önce Resûlullah’a (a.s.m.) kavuşmayı bekliyordu. Babasıyla birlikte Bedir cihadı’na katıldı ve bir fırsatını bulup Müslümanların tarafına geçti. Artık saadetine diyecek yoktu.[2]
Aradan yıllar geçti, müşriklerle Müslümanlar Hudeybiye’de tekrar karşı karşıya geldiler. Kureyş müşrikleri barış istiyorlardı. Gelen heyetin başında Süheyl bin Amr vardı.
Resûlullah (a.s.m.), Süheyl’le uzun uzadıya konuştuktan sonra anlaşma şartlarında muvafakata vardılar. Sıra anlaşma maddelerinin yazılmasına gelmişti. Kâtip, Hz. Ali (r.a.) idi. Resûlullah (a.s.m.) emretti: “Yaz! Bismillâhirrahmânirrahim.” Süheyl hemen itiraz etti: “Biz bunu kabul etmiyoruz ki!” Resûlullah (a.s.m.) “Öyleyse nasıl yazalım?” diye sordu. Süheyl “Bismike Allahümme” yazılacağını söyledi. Resûlullah (a.s.m.) “Bu da güzeldir!” diyerek Hz. Ali’ye (r.a.) öyle yazılmasını emretti.
Anlaşma maddeleri yazıldıktan sonra sıra imzaya gelmişti. Peygamberimiz, Hz. Ali’ye, “Allah’ın Resûl’ü Muhammed ile Süheyl bin Amr’ın anlaşmaya varıp sulh oldukları, icabının taraflarca yerine getirilmesini kararlaştırıp imzaladığı maddelerdir.” şeklinde yazmasını emretti. Kureyş heyetinin başkanı Süheyl buna da itiraz etti: “Vallahi biz senin gerçekten Allah’ın Resûl’ü olduğunu kabul edip tanımış olsaydık, Beytullah’ı ziyaretine mâni olmaz ve seninle çarpışmazdık!” Neticede “Muhammed bin Abdullah” diye yazıldı.
Geçen zaman içerisinde Süheyl bin Amr’ın küçük oğlu Ebû Cendel (r.a.) de İslamiyet’e girmiş ve babası onu da ağabeyi gibi zincire vurup bir yere hapsetmişti. Ancak Ebû Cendel bir yolunu bulup kaçtı ve tam Hudeybiye Barış Anlaşması’nın yapıldığı esnada ortaya çıkarak Resûlullah’ın (a.s.m.) tarafına iltihak etmek istedi. Ancak anlaşmanın bir maddesi, Ebû Cendel’in Müslümanların tarafına geçmesine mâni oluyordu.
Süheyl bin Amr, elleri zincirlerle bağlı olarak ortada duran oğlunu görünce çok şaşırdı ve hiddetle Resûlullah’a (a.s.m.) şöyle dedi:
“İşte, barış anlaşması gereği bize geri vereceğin ilk kişi budur!”
Resûlullah (a.s.m.), mahzun ve mükedder bir vaziyette bekleyen Ebû Cendel’e baktı ve Süheyl’e dönüp şöyle dedi:
“Haydi bu seferlik bunu bana bağışla ve anlaşmayı imza et.”
Süheyl “Ben bunu asla kabul edemem!” diyerek reddetti.
Resûlullah’ın (a.s.m.) şefkati, Ebû Cendel’i geri vermekle onu tekrar zulüm ve işkencenin içine atmaya müsaade etmiyordu. Ancak Resûlullah anlaşma için söz vermişti ve geri vermediği takdirde Kureyş anlaşmayı feshedecekti. Bu anlaşmanın ileride tamamıyla Müslümanların lehine olacağını bilen Resûl-i Ekrem (a.s.m.), Ebû Cendel’e döndü ve şöyle dedi:
“Biraz daha sabret! Biraz daha, maruz kaldıklarına göğüs ger. Allah sana bunların mükâfatını verecektir. Muhakkak ki, Allah sana ve yanında bulunan Müslümanlara bir ferahlık yaratacaktır. Onlara vermiş olduğunuz söze vefasızlık edemeyiz...”[3]
Yıllar yılları kovalamış ve nihayet Mekke Müslümanlar tarafından fethedilmişti. Diğer Kureyş ileri gelenleri gibi Süheyl bin Amr da “yakalandığında öldürülecekler”den birisiydi. Oğlu Abdullah, Resûlullah’a (a.s.m.) gelerek, babasına eman vermesini ve affetmesini istedi. Resûlullah (a.s.m.), iki fedakâr oğlunun hatırına Süheyl’e eman verip affetti. Abdullah sevinçle koşarak gidip, Süheyl’i gizlenmiş olduğu yerde buldu ve müjdeyi verdi. Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) bu âlicenaplığı karşısında Süheyl hemen Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu.
Süheyl bin Amr (r.a.), İslamiyet’e girdikten sonra canla başla İslam için çalışmaya başladı. Çok hassas kalpli ve ince ruhlu bir hâle geldi. Zaman zaman eski hayatını hatırlayıp ağlardı. Hele Kur’ân okunurken büsbütün dayanamaz, çok ağlardı. İbadetine fevkalade düşkün ve müttaki idi.
Siyer müellifi Vâkidi der ki: “Fetih günü Müslüman olanlardan, Süheyl bin Amr gibi İslamiyet’e sarılan başka birisi yoktur.”[4]
Süheyl’in (r.a.) oğlu Abdullah, Hicret’in 12. senesinde Yemâme Harbi’nde şehit düşmüştü. Hz. Ebû Bekir (r.a.), Süheyl bin Amr’ı teselliye geldi. Yıllar önce, Müslüman oluşundan dolayı oğullarına her türlü zulüm ve işkenceyi reva gören Süheyl bin Amr’ın, oğlunun şehadet haberi karşısında sözleri şu oldu:
“Keşke ben de şehit olsaydım!”[5]
Süheyl bin Amr (r.a.), Peygamberimizin (a.s.m.) vefatında Mekke’de bulunuyordu. O sırada Kureyş içerisinde dinden dönme hareketleri başlamıştı. Kureyş halkını bir araya toplayarak veciz bir konuşma yaptı. Şöyle diyordu:
“Ey Kureyş halkı! En son İslamiyet’e giren ve ilk önce ondan dönen kimselerden mi oluyoruz? Yemin ederim ki, bu din şarktan garba kadar uzanacak, her tarafı kaplayacaktır...”
Süheyl bin Amr oldukça uzun süren bu konuşmasıyla, Kureyş’ten bazılarının İslamiyet’ten dönmesini önlemişti. Böylece, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) Bedir’de Hz. Ömer’e söylemiş olduğu söz tahakkuk etmiş ve Süheyl bin Amr, Hz. Ömer’in de sevineceği bir makama gelmiş oluyordu.
Peygamberimizin (a.s.m.) vefatından sonra Mekke’den ayrıldı ve cihad hizmetlerine daha fazla katılabilmek için ailesiyle birlikte Şam’a gitti. Bir rivayete göre, Hicret’in 13. senesinde Yermuk’ta şehit oldu. Başka bir rivayete göre ise, Hicetin 18. senesinde taundan vefat etti…
Allah ondan razı olsun!
_____________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 2: 372; Mektûbât, s. 99.
[2]age., 3: 180-181.
[3]Müsned, 4: 325.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 2: 371-373.
[5]age., 3: 180-181.
2 Ağustos 2017 Çarşamba
Sümâme bin Üsal (r.a.)
Hicret’ten sonraki yıllardaydı… İman ve küfür mücadelesi bütün hızıyla devam ediyor, İslam güneşi gittikçe daha fazla insanı hidayet nuruyla aydınlatıyordu. Yüce Peygamber (a.s.m.) çevre kabilelere elçiler gönderiyor, onları İslamiyet’e davet ediyordu. Onlardan gelen elçileri kabul ediyor, ikramlarda bulunuyordu.
Bir gün Sümâme bin Üsal da Resûlullah’ın ziyaretine geldi. Sümâme, Basra Körfezi yakınlarında yaşayan Yemâme kabilesinin reisiydi. Sümâme’nin Resûlullah’ı ziyaretindeki asıl maksadı, onu öldürmekti!
Nitekim Resûlullah’ın huzurunda bulunduğu sırada onu saldırmaya teşebbüs etti. Ama sahabiler hemen araya girerek buna mâni oldular. O kargaşa sırasında Sümâme kaçmayı başardı. Resûlullah onun yakalandığı yerde öldürülmesi için emir verdi. Ayrıca yakalanması için de Allah’a dua etti.
Aradan epey zaman geçmişti. Bir gün Sümâme, Cahiliye âdeti üzere Mekke’yi ziyaret ederek umre yapmak niyetiyle yola çıktı. Yolu Medine’nin yakınından geçiyordu. Medine’ye yaklaştığı sırada, etrafı kontrol etmekte olan İslam süvarileri tarafından yakalandı. Yakalandığı yerde öldürülmesi için ruhsat çıkarılmış olan Sümâme’yi sahabiler tanımadıkları için alıp Resûlullah’ın huzuruna getirdiler. Resûlullah onu görür görmez tanıdı. Etrafındaki sahabilere dönerek,
“Siz bunun kim olduğunu biliyor musunuz? Bu, Sümâme bin Üsal’dır. Ona iyi esir muamelesi yapınız. Kendisini incitmeyiniz.” buyurdu.
Resûlullah, kendisini öldürmek isteyen Sümâme’ye bile bu şekilde davranarak engin şefkat ve merhametini gösterdikten sonra evine geldi ve ailesine şöyle dedi:
“Sizde yemek olarak ne varsa toplayıp Sümâme’ye gönderin.”
Sahabiler, Sümâme’yi mescitte bir direğe bağlamışlardı. Resûlullah yanına uğradığında ona sordu:
“Ey Sümâme, gönlünden ne geçiriyorsun?”
“Ey Muhammed, gönlümde hayır var. Eğer beni öldürürsen eli kanlı birini öldürmüş olursun; şayet iyilik yaparsan, o takdirde iyiliği takdir eden birine iyilik etmiş olursun. Benden mal mülk istersen, istediğin kadarını veririm.” diye cevap verdi.
Allah’ın Resûl’ü, üç gün üst üste gelerek aynı suali sordu ve aynı cevabı aldı. Bunun üzerine Resûlullah yine yüce merhametini gösterdi ve Sümâme’nin hayal bile edemeyeceği bir iyilik yaptı, onu affetti: “Sümâme’yi salıveriniz.” buyurdu.
Bu emir üzerine sahabiler onu serbest bıraktılar. Bağlı bulunduğu yerde öldürülmeyi beklerken affedildiğini gören Sümâme’nin kalbindeki bütün kin ve düşmanlıklar eridi, yerini muhabbet ve iman pırıltılarına bıraktı. Hemen mescidin yanındaki hurmalığa koştu. Orada yıkandı ve elbiselerini temizledi. Maddi kirlerden arınmış, manevi temizliğe hazır bir hâlde Resûlullah’ın huzuruna geldi. Şehadet getirerek Müslüman oldu ve gözyaşları içinde şunları söyledi:
“Yemin ederim ki, o akşam yanınıza geldiğimde benim için yeryüzünde sizin yüzünüzden daha sevimsiz bir yüz yoktu; fakat şimdi yüzünüz bana yeryüzündeki yüzlerin en sevimlisi oldu. Yine yemin ederim ki, o akşam sizin dininizden daha sevimsiz bir din yoktu; ama şimdi sizin dininiz benim için dinlerin en sevimlisi olmuştur. Yine o akşam yanına geldiğimde benim için sizin yurdunuzdan daha sevimsiz bir yurt yoktu; fakat şimdi sizin yurdunuz bana yurtların en sevimlisi ve sevgilisi oldu.”
Böylece dünün azılı müşriki, Yüce Resûl’ün engin merhameti sayesinde bir İslam fedaisi hâline gelmişti. Sümâme, İslam üzere umre ziyareti yapmak için Resûlullah’tan izin istedi. Aldığı izin üzerine Mekke’ye doğru çıktı. Mekke’ye girerken müşriklerin gözleri önünde “Lebbeyk Allahümme, lebbeyk!” diye bağırarak, Müslüman olduğunu ilan etti. Müşrikler onun bu hareketine çok kızdılar. Hemen yakalayıp, Yemâme reisi olduğuna bile bakmadan boynunu vurmak istediler. Ancak müşriklerin bazıları araya girip, “Yiyecekleriniz için Yemâme’ye muhtacız. Onu serbest bırakın!” diye ikaz edince, Sümâme’yi bıraktılar. Ama Sümâme korkmamıştı. Onlara şöyle dedi:
“Ben dinlerin en hayırlısına tabi oldum. Hz. Muhammed’in (a.s.m.) dinine girdim. İslamiyet’i tasdik edip iman ettim. Yemin ederim ki, Hz. Muhammed’in izni olmadan Yemâme’de size tek bir buğday tanesi bile vermem!”
Nitekim memleketine döndüğünde de söylediklerini yaptı. Halkı onun vasıtasıyla hidayete erdi. Müşriklerin hububat götürmelerine mâni oldu. Bundan dolayı müşrikler büyük bir sıkıntıya düştüler. Durumu Resûlullah’a yazarak perişanlık ve açlıklarını anlatmak zorunda kaldılar. Hattâ bununla da kalmayıp, bizzat Ebû Süfyân’ı gönderdiler. Ebû Süfyân, Resûlullah’ın huzuruna geldi. “Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olduğunu söyleyen sen değil miydin?” diyerek, ondan bu boykotun kaldırılması için yardımcı olmasını istedi. Şu hâle bakın ki, bir zamanlar kendi batıl dinlerine karşı geldiği için Resûlullah’a ve müminlere yiyecek ve içecek boykotu yapan müşrikler, bu defa ondan merhamet dileniyorlardı…
Resûlullah gerçekten âlemlere rahmet olduğunu gösterdi. Onlara kendileri gibi karşılık vermedi. Sümâme’ye bir mektup göndererek şunları yazdı:
“Müşriklere yaptığın yiyecek boykotunu kaldır. Mekke’ye erzak götürmelerine engel olma.”
Resûlullah’ın bu emri üzerinde Sümâme boykotu kaldırdı.
Sümâme’nin en büyük hizmetlerinden biri de, Resûlullah’ın vefatından sonra Yemâme’de çıkan yalancı peygamber Müseylime ile mücadele etmesidir. Halkına yaptığı vaaz ve nasihatlerle, Müseylime’ye aldanıp sapıklığa düşmelerini önlemiştir. Sümâme, rivayetlere göre, müşrikler tarafından şehit edilmiştir.[1]
Allah ondan razı olsun!
_____________________________________
[1]Müsned, 2: 452; Tabakât, 5: 550; Üsdü’l-Gàbe, 1: 246-248; İsâbe, 1: 203; İstiâb, 203-207.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)